Emirdağ Lâhikası – II s.230-247

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Üstadımız ifade buyurdular ki:

Aleyhimizde olan Cumhuriyet gazetesi müdafaamı çok yanlış ve gayet fena bir tarzda tağyir etmiş, hattâ “Bir cani yüzünden on masuma zarar gelmemesi için” cümlesinin yerine “Bir cani yüzünden on masumu zulmetten kurtarmak için” gibi hezeyanlar karıştırmış. Hem de o yazdığım cevap; beş altı sene evvel İstanbul 2. Sulh Ceza Mahkemesinde aynen söylenmiş, en mühim meselemde beraet verilmiş bir müdafaa iken; bir iki ay evvel, bir bardak suda bir fırtına koparmak nevinden, İstanbul seyahatimde gayet manasız, garazkârane, bir savcı Isparta Müddeiumumîsine havale edip manasız benim ifademi almaya iki resmî polis memuru gönderdi. Onlara dedim: O meseleye beş sene evvel cevap verilmiştir. İşte o zamanki cevabım da budur, dedim. Onlar da kabul ettiler. Hem de makine ile çıkardılar hem o herife de göndermişler.

Şimdi uzak bir yerde tekrar manasız olarak bizden uzak bir kaymakama başkası onu vermiş. İftiracı gazete de “Onu kaymakam, savcıya vermiş.” demesiyle Risale-i Nur’un bir kısım zayıf şakirdlerine vesvese ve bir evham vermek istemiştir. Bu yazıya Nur’un çok avukatları tekzip yazsınlar. O meselenin mevzuuna dair İstanbul Sıhhî Heyetinden dört rapor var. Fakat lüzumsuz olduğu için kimseye göstermeye tenezzül etmedim. Hem de lüzum olmamış.

Said Nursî

Ankara’daki iki emniyet müdürüne çok selâm ediyorum. Böyle şeylere ehemmiyet vermesinler.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

Evvelen: Üstadımız Leyle-i Beratınızı tebrik ediyor. Hem selâm ve dua ediyor.

Sâniyen: Diyarbekir’den dün aldığımız mektupta ifade edildiğine göre, Diyarbekir havalisiyle beraber Şark’ta şimdi iki yüz kadar Nur dershaneleri açılmış. Ayrıca Diyarbekir’de kadınlara mahsus dört beş dershane-i nuriye varmış. İnşâallah bu büyük bir hayrın alâmetidir.

Üstadımız on sene evvel işaret ve büyük menfaatini beyan ettiği Nur medreselerinin şimdi bu zamanda açılma işi, tam tahakkuk safhasına girmiş bulunuyor. O zaman demişti: “Şimdi resmen din tedrisatı için hususi dershaneler açılmasına izin verilmesine binaen Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. İman hakikatlerinin izahı olduğu için hem ilim hem marifetullah hem huzur hem ibadettir. Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşâallah Nur medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.”

Üstadımız Barla’daki dokuz senelik ikametgâhı olan ve Risale-i Nur’un birinci dershanesi hem altı vilayet genişliğindeki Medresetü’z-Zehranın çekirdeği bulunan hanesini “Medrese-i Nuriye olarak” Risale-i Nur’a vakfetmişti. Şimdi onu müteakip hem Isparta ve civarı kazaları ve bazı köylerinde hem Diyarbekir ve şarkta Nur dershaneleri açılmaktadır.

Bu suretle o dershanelerde Nurların okunması ve Nurlarla meşguliyete devam edenlere ve ders alanlara talebe-i ulûm şerefini kazandırmaktadır. Talebe-i ulûmun ise âdi harekâtı, hattâ uykusu dahi ibadet hükmüne geçtiğini bazı büyük müçtehidler beyan etmişler.

Sâlisen: Nurların radyo diliyle Anadolu ve âlem-i İslâm’a intişarının ilk mukaddimesi, mübarek Leyle-i Berata tevafuk etmesi, bu vatan ve âlem-i İslâm hakkında Risale-i Nur lehinde büyük bir hayrın alâmeti ve işaretidir.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşleriniz Tahirî, Zübeyr, Sungur, Ceylan, Bayram

Hâşiye: Bu mektup aynı zamanda telgrafla veya mektupla Üstadımızın Leyle-i Beratlarını tebrik eden kardeşlerimize cevaptır.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Umum dostlarıma ve Nur kardeşlerime bu vasiyeti ilan ediyorum:

Ben şahsım itibarıyla vazife-i Nuriyeyi yapmaya tâkatim kalmamış. Belki ihtiyaç da kalmamış. Hem müteaddid tesemmümlerle ve çok ihtiyarlık vaziyetiyle ve hastalıkla şimdiki hayatta kalmak, tahammülüm kalmamış gibidir. Şayet müştak olduğum ölüm elime geçmese de zahirî hayatımda ölmüşüm gibi diye bu vasiyetimi yazıyorum.

Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’e hadsiz şükür olsun ki bundan altmış yetmiş sene evvel hilaf-ı âdet olarak tahsil-i ilim, hususan ilm-i imanî yolunda başkaların muavenetine yalvarmamak ve tam fakr-ı haliyle beraber Eski Said çocukluk, gençlik zamanında talebelerine tayinlerini kendi vermeye çalıştığı ve ancak kısa bir zaman beş tayin kabul edip mütebâki talebelerine bazen yirmi otuz talebesine tayin verdiğinden ilmi, vasıta-i cer etmeye o talebeler mecbur olmadılar. İktisat ve kanaatle o zaman muvaffak oldukları gibi Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükür olsun ki Eski Said gibi şimdi Risale-i Nur kendi hakiki talebelerinin tayinlerini neşriyatıyla mükemmel vermeye başlamış. A’zamî ihlası kırmamak için Risale-i Nur has talebelerine, hususan nafakasını tedarik edemeyenleri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur’un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı olduğu cihetle şimdi elli altmış talebesine kâfi sermayesi çıkıyor. Benim (bîçare Said’in) içinde hiçbir hakkı yoktur. Yalnız Risale-i Nur’un kıymettar hâsiyeti ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin kemal-i sadakati bu manevî Nur bayramına vesile oldu.

Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tahirî, Sungur, Ceylan, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum.

Şimdi Risale-i Nur’un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur’un malıdır. Said de bir hizmetkârdır, hayatta tayinini alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilayette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayinini vermek kat’î niyet ederken, belki bazılarını bazı maniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım.

Said Nursî

Hâşiye: Gavs-ı A’zam Şeyh-i Geylanî (ra) Risale-i Nur’a ve müellifine işaret ettiği keramet-i gaybiyesinde bir fıkrada تَعٖيشُ سَعٖيدًا diye maişet hususunda saadetle yaşayacağını ve en mesud olacağını haber vermiş. Halbuki biz Üstadımızın fakr u istiğnasını şimdiye kadar zahiren buna muhalif görüyorduk. Gavs-ı A’zam’ın bu ihbar-ı gaybiyesi Üstadımızın hayatında şimdi bilfiil görülmüş ki küçüklüğünde daha on yaşında iken amcasının çorbasını içmezdi, minnet altına girmezdi. Ve ders verdiği eski talebelerinin maişetini de kendisi deruhte ederdi. Aynen şimdi de elli altmış talebesinin tayinlerini vermesi, o gaybî ihbarın tam tahakkuk ve tezahür ettiğini göstermiştir.

Tahirî, Sungur, Ceylan

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Ecel muayyen olmadığı için benim şiddetli hastalığım her vakit gelebilir diye evvelce yazdığım vasiyetnamelerimi teyiden bu vasiyetname de şiddetli, dâhilî bir hastalığımdan ihtar edildi. Ben de beyan ediyorum ki:

Benim vefatımdan sonra, benim emaneten elimde bulunan Risale-i Nur sermayesi hem mu’cizatlı Kur’an’ımızı tabettirmek için Eskişehir’de muhafaza edilen sermaye, o Kur’an’ın tevafukla ve fotoğrafla tabına ait. (*[1]) Yanımızdaki sermaye ise Risale-i Nur’un sermayesidir. O sermaye Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükür olsun ki yetmiş küsur sene evvel o zamanın âdetine muhalif olarak kendim fakirliğimle beraber onların tayinlerini verdiğime bir ihsan ve lütf-u Rabbanî olarak o zamandan elli altmış sene sonra Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn o örfî âdete muhalif kaidemi manevî ve geniş Medresetü’z-Zehranın hâlis ve nafakasını temin edemeyen ve zamanını Risale-i Nur’a sarf eden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlahî neticesi olarak şimdi yanımızdaki sermaye onların tayinleridir ve tayinlerine sarf edilecek ve kaç senedir benim yaptığım gibi benim manevî evlatlarım, benim vereselerim aynen öyle yapmak vasiyet ediyorum.

İnşâallah tam Risale-i Nur intişara başlasa o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risale-i Nur’a vakfeden şakirdlerden çok ziyade fedakâr talebelere kâfi gelecek ve manevî Medresetü’z-Zehra ve medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak. Benim bedelime bu hakikate, bu hale manevî evlatlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nur’a kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyorum. Risale-i Nur itibarıyla bana hiç ihtiyaç kalmadığı için âlem-i berzaha gitmek benim için medar-ı sürurdur. Siz mahzun olmayınız. Belki beni tebrik ediniz ki zahmetten rahmete gidiyorum.

Çok hasta

Said Nursî

Evet biz, Üstadımızın bu vasiyetine şahidiz.

Emirdağlı Çalışkan, Mustafa Acet, Safranbolulu Hüsnü, Ermenekli Zübeyr, Çoğollu Bayram

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, muhterem kardeşimiz Tahsin Bey!

Leyle-i Kadrinizi tebrik eder, muvaffakıyetler dileriz. Üstadımız size hususi selâm ediyor. Dedi ki:

Tahsin’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat yirmi büyük mecmua kadar fayda verdi, fütuhat yaptı. Şimdi bir parça ilişmelerine kat’iyen merak etmesin. Nazar-ı dikkati celbettiği için büyük bir ilanname hükmüne geçti. Şimdiye kadar nasıl ki yirmi senedir yirmi büyük mecmua perde altında intişar etmesiyle çok büyük fütuhata medar oldu. Tarihçe-i Hayat’ın da perde altında intişarı inşâallah aynı neticeyi verecek.

Sâniyen: Madem Cenab-ı Hak, sizi Ankara’da Risale-i Nur’un başkumandanı olarak ihsan etmiş; Risale-i Nur’un, Kur’an’ın kırk vech-i i’cazından bir vechi olan nazmını beyan eden İşaratü’l-İ’caz tefsirinin neşri de size müyesser oldu. O vech-i nazım yedi kısımdır. Bir kısmı tevafukattır. Tevafukatın bir nev’i de lafza-i Celal’de görülen zahir tevafukattır.

İşte mu’cizatlı Kur’an’ımız bu tevafukatı gösteriyor. İnşâallah bu mu’cizatlı Kur’an’ın neşri ve tabı da size nasib olacak. Evvelce Üstadımız on bin lira size göndermişti. Şimdi de Kur’an’ın âyetlerine tam muvafık olarak altı bin altı yüz altmış altı lirayı ki bu para, talebelerin iki senelik tayinatından fazla kalan paradır. Bunda bir sırr-ı azîm var, aynı altın para gibi mübarektir. Başkasına sarf etmemek lâzımdır. Size bazı Kur’an’ın cüzleri ile birlikte gönderiyoruz ve pek çok selâm ediyoruz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşleriniz Tahirî, Zübeyr, Ceylan, Sungur

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyet’e ciddi taraftar Dâhiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyet’in kahramanı olan Adnan Bey’e ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikati söylemektir ki:

Hem Demokrat’a ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için Ayasofya’yı muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Ben ise bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.

Hem Risale-i Nur, Kur’an’ın kanun-u esasîsiyle bütün Anadolu ve vilayat-ı şarkiyede asayişi temin eden Risale-i Nur’un beş yüz bin nüshası komünistliği susturduğu gibi asayişi temin ettiğine bir delili budur ki:

On küsur sene evvel Afyon Müddeiumumîsi “Altı yüz bin fedakâr talebesi var. Beş yüz bin nüsha Risale-i Nur’dan neşretmiş, belki asayişe zarar gelir.” dedi.

Ona karşı Said demiş ki: Madem altı yüz bin fedakâr talebesi var. Bu on beş senedir bana bu kadar zulüm ediliyor. Bir tek vukuatı hiçbir zabıta ve mahkeme gösteremedi.

Hem dedim: Ey müddeiumumî! Eğer bin müddeiumumî, bin emniyet müdürü kadar asayişin teminine Risale-i Nur hizmet etmemiş ise Allah beni kahretsin. Siz de bana ne ceza verirseniz verin dedim. O, bu sözüme karşı hiçbir çare bulamadı.

Yalnız bir iki sene sonra Nur’un bir küçük talebesi Risale-i Nur’a zarar gelecek zannıyla kendini intihar edecekti ki tabettiği bir küçük risaleye zarar gelmesin. Sonra Üstadı onu men’etti ve küçücük bir hâdise oldu ve ikisi de barıştırıldı.

Halbuki bir Üstadın on tane fedakâr talebesi bulunsa (hattâ biri selâm etmiş tokat vurulmuş, biri elini öpmüş tahkir edilmiş) hiçbir fedakârı, asayişe ilişmemek için sükût etmişler. Said’den işitmişler ki: Benim yüz ruhum olsa asayişe feda ediyorum. Onun içinوَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى kanun-u esasîsiyle; beş cani yüzünden doksan masuma zarar gelmemek, bir cani yüzünden on masum çoluk çocuk, peder ve validelerine zulüm etmemek için Risale-i Nur iman hizmetiyle beraber asayişi tamamıyla temin edip herkesin kalbinde fenalığa karşı bir yasakçı bırakıyor. Ben de bin ruhum olsa Kur’an’ın bu kanun-u esasîsine feda ettiğimi Tarihçe-i Hayat ispat ediyor ve meydandadır. Ve mahkemeler de kabul etmişler.

Hattâ tezahüre bir riyakârlık, bir hodfüruşluk, bir enaniyet manasını verip halklarla görüşmeyi de terk ettiği ve rahmet-i İlahiyenin ihsanı ile sesi de kesilmiş ki dostlarla görüşmeye mecbur olmasın ve hatırları da kırılmasın.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Gayet şiddetli hasta Üstadımıza mühim, resmî bir zattan bir mektup geldi. Diyor ki: Tarihçe-i Hayat’ın neşrolunmaması için eski partinin mühim adamları, büyük bir taviz ile eski partinin bazı memurlarını bu hataya sevk etmişler…

Üstadımız da dedi ki: Bu Tarihçe-i Hayat’ın en mühim kısmı üç defa Sebilürreşad tarafından, dört defa da otuz kırk seneden beri hem eski harf hem yeni harf ile neşredilmiş ve içindeki müdafaat parçaları da müteaddid mahkemelerin huzurunda okunmuş ve resmen de neşredilmiş. Yeni olarak, Medine-i Münevvere gibi hariç yerlerden bir iki âlim zatın, izah ve teşekkür nevinden birkaç hakikatli mektupları var. Onun için mahkemelerin resmen bunlara ilişecek hiçbir ciheti yok.

Sâniyen: Risale-i Nur, kırk elli senede bütün ehl-i siyasetin tazyikatı altında tek başına âlem-i İslâm’da hârika bir tarzda neşrolduğu halde, şimdi milyonlar nâşirleri varken değil eski bir parti, dünya toplansa ona karşı bir set çekemez, mümkün değil. Belki bir ilanname hükmüne geçer. Onun için Nur talebeleri müteessir olmasınlar.

Sâlisen: Hem eski partinin bana karşı zulümlerini helâl ettiğim hem Kur’an’ın bir kanun-u esasiyesi olan وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى yani birisinin hatası ile başkası, partisi, akrabası mes’ul olmaz, olamaz diye hem Anadolu hem Vilayet-i Şarkiye’de Risale-i Nur’la neşredildiği sebebiyle, asayişe tam kuvvetli bir tarzda hizmet edilmiş. Demek bir manevî zabıta hükmünde herkesin kalbinde bir yasakçı bırakıyor. Bu noktaya binaen Risale-i Nur, eski partinin dört beş hatasını yüz derece ziyadeleştirmeye manidir. Yüzde beş adamın hatasını, doksan beşe de verip yirmi otuz derece ziyadeleştirmemiş. Onun için umum o partinin ekserisi, iktidar partisi kadar Risale-i Nur’a minnettar olmak lâzımdır. Çünkü bu dersi, bu kanun-u esasiye-i Kur’aniyeyi Risale-i Nur ders vermeseydi o beş adamın hatası binler adamı da hatakâr yapardı.

Râbian: Kat’iyen tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur hariçten hücum eden küfr-ü mutlaka karşı bu milleti ve âlem-i İslâmiyet’i muhafaza edecek Kur’an-ı Hakîm’in mu’cize-i maneviyesinden bir derstir ki dinsiz feylesoflardan hiçbirisi ona karşı mukabele çaresi bulamadılar. Kat’iyen haber aldık ki: Hariçte bazı yerde bir milyon gençler “Müsalemet-i umumiyeyi temin edecek Risale-i Nur’dur.” demişler. Sulh-u umumî taraftarı Almanya ve Amerika gibi bazı ecnebilerin de Risale-i Nur’u tercümeye başladığını haber aldık.

Hâmisen: Eğer resmî adamlar bazı yeni kanunlara yanlış manalar verip bir iki satırına ilişseler benim bedelime deyiniz ki: “Bir adamın hatası ile yirmi bin komşusu cezalandırılır mı, hapsedilir mi? Dünyada böyle hükmeden hiçbir kanun var mı?” İşte her sahifesi yirmi satır olan beş yüz sahifelik bir kitabın bir satırında bir adama şiddetli tokat vurmuşsa: Evvela, isim muayyen değil, orada mes’uliyet yok. Şayet olsa da sansür gibi o satır silinir. O kitabı müsadere etmek, on bin adamı hapse sokmak gibi kâinatta işitilmemiş bir kanunsuzluk, bir zulüm olduğu gibi; öteki yirmi bin satırlar şimdiye kadar yirmi bin adamın imanını kuvvetlendirdiği cihetle yirmi bin hasene ve iyilik olduğundan elbette o hatayı ve seyyieyi affettirir.

Ben şiddetli hasta olmasaydım daha konuşacaktım. Siz hizmetkârlarım tashih ve ıslah edersiniz. Hattâ münasip görseniz, manen polislerin bir vazifesini gören Risale-i Nur’un asayiş hizmetinde polislere büyük bir kuvvet olan derslerine polisler herkesten ziyade taraftar olmak lâzım gelirken, şimdi resmen taharri memuru suretinde polislik aleyhinde olan bu hizmeti polislere vermeye ruhum razı değil. Onlara umumen hakkımı helâl ettiğimi söylersiniz.

Sâdisen: Şiddetli bir teessüfle Leyle-i Mi’rac vaktinde mi’rac-ı şerif, şuhur-u selâse hürmetine vesile beklerken, Tarihçe-i Hayat hasebiyle taharri hâdisesi şiddetli bir keder verdi. “Sadaka belayı def’eder.” mealindeki hadîs-i sahihin hükmüyle, Risale-i Nur Anadolu için belaları def’eder bir sadaka hükmüne geçtiği; ona beraetler ve serbestiyetler verildiği zaman belaların def’edilmesi, ona hücum edildiği zaman belaların gelmesi yüz hâdisesi var ki bazen zelzele ve fırtınalarla kaydedildiği gibi bu defa da hayatımda görmediğim tahte’s-sıfır on sekiz dereceye yakın bir soğuk, taarruz ve taharrinin aynı vaktinde geldi.

Üstadımız şiddetli hastalığından fazla konuşamadı. Hasta halinde hizmetkârına dedi: Merak etmemeleri için bera-yı malûmat bazı dostlara ve bazı resmî zatlara gönderirsiniz.

Şiddetli hasta Üstadımızın hizmetkârı

Evet, hizmetkârımın yazdığı doğrudur.

Said Nursî

***

(Müddeiumumîler hakkında Üstadımızın garib bir halet-i ruhiyesini beyan etmek zamanı geldi.)

Bana dedi ki:

Otuz kırk sene bu tazyikatımda, hukukullah manasında olan hukuk-u âmme namındaki vazifelerle muvazzaf olan savcılar ekser hapislerimde, nefyimde şiddetlerini gördüğüm halde onlara karşı bir hiddet, bir küsmek bana gelmiyordu.

Sonra görüyordum: Onların zahirî şiddetine sebep olan kusurları kendilerinde görmüyordum. Fakat çok defa bir zaman sonra, kader-i İlahînin başka kusuratıma binaen şefkat tokadının öyle savcıların eliyle geldiğini gördüm. Kader adalet yaptığı için o şefkat tokadını ruh ve kalbimle kabul ettim. Zahirî sebebe binaen savcıların şiddetini helâl ediyorum.

Şimdi Cenab-ı Hakk’a şükür, o müddeiumumîlerin bir kısmı, vazifeleri olan hukuk-u umumiyenin müdafaası hukukullah nevinden olduğu cihetle, bana karşı şiddet değil, bilakis hakiki adalet noktasında, umum İslâmiyet’e ve belki insaniyete de menfaati olan Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesi cihetiyle şiddeti bırakıp kader-i İlahînin şefkat tokadına bakar gibi zahirî tazip, hakikaten yardım hükmüne geçtiği için ben de bu sırr-ı azîm münasebetiyle, bütün böyle müddeiumumîlere karşı bir dostluk ve dua etmek vaziyetini aldım. Zahiren bana karşı şiddet-i hüküm görünen hâlât, o hizmet-i imaniyeye bir ilanname hükmüne geçti.

Ben de şimdi onlara, hukuk-u âmmenin hukukullah hükmüne geçtiğini bilenlere, umumen selâm ve dua ediyorum. Bana olan şiddetlerini umumen helâl ediyorum.

Said Nursî

Üstadımızın sizlere yazdığı ayn-ı hakikat olan bu mektubunu arz ediyorum.

Talebesi Sungur

***

Bedîüzzaman Said Nursî’nin Gazetelere Bir Mektubu

Bize ait meseleleri yazan gazetelere hitaben yazdığım bu yazıyı neşretseler bugünlerde olan aleyhimdeki isnadlarını helâl edeceğim. Şiddetli hastalığıma binaen bu kısacık mektubumu o gazeteler neşretsinler ki bizi düşünen kardeşlerim kederlenmesin.

Evvela: Bugünlerde olan meseleler için merak etmeyiniz. Hakkımızda tecelli eden, inayet ve rahmet-i İlahiye ile bu büyük bir hayırdır. Hem hasta olduğumdan konuşmaya ve görüşmeye de tahammül edemiyorum. Şimdi Risale-i Nur’un dâhil ve hariçteki fevkalâde intişarı ve geniş fütuhatı ile düşmanlar da dost olmuşlar. Herkesin konuşmak istemesine mukabil, inayet-i İlahiye ile sesim de kısılmış ki daha Risale-i Nur bana ihtiyaç bırakmadığından görüşüp konuşamıyorum.

Beni altı vilayetten davet etmeleri üzerine giderken önümüze gelen ve Risale-i Nur’un ve mesleğimin hakikatini anlayan dost memurlar, Emirdağı’nda istirahat etmemi ve şimdilik Emirdağı’nda kalmamı hükûmetin rica ettiğini bildirdiler. Zaten görüşmeye ve konuşmaya tahammül edemediğimden hakkımdaki bu dostane teklif ve vaziyet bir inayet oldu ki beni davet eden çok vilayetlerdeki hakiki kardeşlerimin hatırları kırılmasın. Hem bazı vilayetlere gidip diğer vilayetlere gidemediğimden ileri gelen vaziyetimle, yüz binlerle hakiki fedakâr talebelerim gücenmesinler.

Sâniyen: Benim bu seyahatlerimde kat’iyen siyasetle alâkamın olmadığına bir delil; kırk seneden beri siyaseti terk ettiğimden, yalnız ve yalnız Kur’an’ın bu zamana tam muvafık bir tefsiri olan Risale-i Nur küfr-ü mutlakı kırdığı için anarşistliğe ve tahribatçı cereyanlara karşı set çektiği gibi Kur’an’ın Risale-i Nur’a verdiği dersinde bir kanun-u esasî olan وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى sırrı ile “Asayişe ilişmek, beş cani yüzünden doksan masuma zulüm etmektir.” diye olan uhrevî hizmetimiz; vatan, millet ve asayişe de büyük bir faydası olması ciheti ile beni tecessüs eden veyahut da zahmet veren polis ve inzibatları da helâl ediyorum. Onları asayişin mücahid muhafızları diye kardeş gibi mesrurane kabul ettim.

Hattâ beni Ankara’dan çevirmelerini de kabul ettiğim gibi hakkımda bir inayet-i İlahiyeye vesile olmaları cihetiyle Allah’a şükrettim. Ve kemal-i ferahla Ankara’dan döndüm.

Sâlisen: Her yerde Risale-i Nur’un intişarı ve okunması ve pek fazla müştakları bulunması dolayısıyla benimle görüşmek ve konuşmak ve davet etmek arzu ediyorlardı. Bu vaziyette, yirmi vilayete gitmemin zarureti vardı. Ancak Risale-i Nur’un tabedildiği yerler olan Ankara, İstanbul ve Konya’ya gittim.

Beni Emirdağı’na çeviren dostlara şunu derim ki: Hakkımdaki bu muamele bir inayet ve rahmet-i İlahiyeye vesile oldu. Sıkılmıyorum. Yalnız benim yirmi sene kaldığım Isparta vilayetinde iki senelik kira ettiğim bir evim ve orada bazı eşyalarım var. Oranın havası da bir parça hastalığıma yarıyor. Hükûmetin müsaadeleriyle bir ay Emirdağı’nda, bir ay da kiraladığım Isparta’daki evimde bulunmak arzu ediyorum.

Said Nursî

***

Umum Nur talebelerine Üstad Bedîüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir

Aziz kardeşlerim!

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Mesela, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sabit olmuş. Mesela, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikati için bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis (as) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet, mesela seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim bir müddeiumumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى düsturu ile ki: “Bir cani yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk çocuğu mes’ul olamaz.” İşte bunun içindir ki bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dâhildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki âlem-i İslâm’da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir.

Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir, muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’an’dan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakiki talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.

Bir mesele daha var, o da çok ehemmiyetlidir: Hükm-ü Kur’an’a göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin icabatından olarak hâcat-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcat-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, zaruret var diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler: “Biz şimdi mecburuz. اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبٖيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesiyle Avrupa’nın bazı usûllerini, medeniyetin icablarını taklide mecburuz.” dediler.

Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret sû-i ihtiyardan gelse kat’iyen doğru değildir, haramı helâl etmez. Sû-i ihtiyardan gelmezse yani zaruret haram yoluyla olmamış ise zararı yok. Mesela, bir adam sû-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünkü sû-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çocuk, cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dâhilinde değildir.”

İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Sû-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise mutlak zaruret olmadığı ve sû-i ihtiyardan geldiği için haramı helâl etmeye sebep olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iye ile sû-i ihtiyardan neş’et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlahîde ise daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.

Bununla beraber zamanın ilcaatı ile zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “Zaruret var.” zannıyla hareket eden o bîçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dâhilde sarf etmiyoruz. Bîçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde; şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.

Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakitte onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.

Risale-i Nur’un neşri her tarafta kanaat-i tamme verdi ki Demokratlar dine taraftardırlar. Şimdi bir risaleye ilişmek; vatan, millet maslahatına tamamen zıttır.

Bir mahrem risale vardı ki o mahrem risalenin neşrini men’etmiştim. “Öldükten sonra neşrolunsun.” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tetkik ettiler; sonra beraet verdiler. Mahkeme-i Temyiz, o beraeti tasdik etti. Ben de bunu dâhilde asayişi temin için ve yüzde doksan beş masuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Said, meşveretle neşredebilir.” dedim.

Üçüncü Mesele: Şimdi küfr-ü mutlak, öyle cehennem-i manevî neşrine çalışıyor ki kâinatta hiçbir kâfir ona yanaşmamak lâzım geliyor. Kur’an’ın “Rahmeten li’l-âlemîn” olduğunun bir sırrı budur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir; âhirete iman, Allah’a iman ihtimalini vermesiyle de bütün dinsizlere ve bütün âleme ve nev-i beşere rahmet olmasına bir nükte, bir işarettir ki o manevî cehennemden dünyada da onları bir derece kurtarmış.

Halbuki şimdi fen ve felsefenin dalalet kısmı; yani Kur’an’la barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’an’a muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmaya başlandığı için şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşamaz.” hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak olduğu zaman, hakikat-i halde yaşanmaz.

Onun için Kur’an-ı Hakîm, bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi olarak Risale-i Nur şakirdlerine bu dersi vermiş ki küfr-ü mutlaka, anarşistliğe karşı set çeksin. Hem çekmiş. Evet, Çin’i hem yarı Avrupa’yı ve Balkanları istila eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur’an-ı Hakîm’in bu dersidir ki o hücuma karşı set çekmiş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.

Demek bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip ya Hristiyan ve Yahudi hususan Bolşevik gibi olmak… Çünkü bir İsevî, Müslüman olsa İsa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Bir Musevî, Müslüman olsa Musa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın zincirinden çıksa dinini bıraksa daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir halet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.

Onun için Cenab-ı Hakk’a şükür Kur’an-ı Hakîm’in işarat-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu’cize-i Kur’aniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve on altı sene evvel altı yüz bin adamın imanını kurtardığı gibi şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş.

Demek Risale-i Nur; beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi İslâm’ın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arab’ı birleştirmeye, bu Kur’an’ın kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.

Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur’an’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünkü ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuz bin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara hem şahsın idam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da idam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azabı çeker. Demek, o cehennem azabını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünkü her bir insan akrabasının saadetiyle mesud, azabıyla muazzeb olduğu gibi; Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azaplar geliyor.

İşte bu zamanda, bu dünyada bu manevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var: O da Kur’an-ı Hakîm’dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır.

Şimdi Allah’a şükrediyoruz ki siyasî partiler içinde bir parti, bir parça bunu hissetti ki o eserlerin neşrine mani olmadı; hakaik-i imaniyenin dünyada bir cennet-i maneviyeyi ehl-i imana kazandırdığını ispat eden Risale-i Nur’a mümanaat etmedi, neşrine müsaadekâr davrandı; nâşirlerine de tazyikattan vazgeçti.

Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan –bazen men’olduğum gibi– men’edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ehvenü’ş-şer deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünkü dâhilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehvenü’ş-şer olarak bakınız. Daha a’zamü’ş-şerden kurtulmak için onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.

Hem dâhildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.

Mesela, bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azaplarına mukabil, o bîçarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya hakları yoktur.

Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamları ile bizi, yetmiş kişiyi, mahkûm etmek için sû-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mana vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi en ziyade hücuma maruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müddeiumumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: “Bu, müddeiumumînin kızıdır.” O masumun hatırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler; o Risale-i Nur’un, o mu’cize-i maneviyenin intişarına, ilanına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılab etti.

Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var: O da benlik, enaniyet, hodfüruşluk, hayatını güzelce medeniyet fanteziyesiyle geçirmek iştihası, tiryakilik gibi hastalıklardır.

Risale-i Nur’un Kur’an’dan aldığı dersin en birinci esası: Benlik, enaniyet, hodfüruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlas-ı hakiki ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, o a’zamî ihlası kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nur’un bîçare bir şakirdinin düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için rahmet-i İlahiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar, isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.

“Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu: “Madem milyonlar kadar arkadaşların var, neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: Madem mesleğimiz a’zamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek a’zamî ihlasın iktizasıdır. Mesela, harp içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’an-ı Hakîm’in tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine “Defteri çıkar!” diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’an’ın bir harfinin bir nüktesini, düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş; ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.

O kardeşimize sorduk: “Bu acib ihlası nereden ders almışsın?”

Demiş: İki noktadan:

Birisi: Âlem-i İslâmiyet’in en acib harbi olan Bedir Harbi’nde namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için düşmanın hücumu ile beraber mücahidlerin yarısı silahını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rekat sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm) bir hadîs-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hâdise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı Mutlak’ın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak biz de ruh u canımızla ittiba ediyoruz.

İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali radıyallahu anh Celcelutiye’nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum manası hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuruyla namazdaki huzuruna mani olunmamak için bir muhafız ifriti dergâh-ı İlahîden niyaz etmiş.

İşte bu bîçare, ömrü bu zamanda hodfüruşluk içinde yuvarlanan bîçare kardeşiniz de hem Sebeb-i Hilkat-i Âlem’den hem Kahraman-ı İslâm’dan bu iki küçük nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’an’ın esrarına ehemmiyet vermekle, harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek Kur’an’ın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş.

Said Nursî

***

[1] * On bin liradır.

Emirdağ Lâhikası – II s.210-229

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, vefadar, fedakâr kardeşlerim!

Evvelen: Bütün ruh u canımla fevkalâde nurani hizmet-i imaniyenizi tebrik ederim.

Sâniyen: Ankara’da dindar Ahrarların kongresinde beni Diyanet Riyaseti dairesinde bir vazife ile tavzif etmeyi hararetle istemelerine ve Medresetü’z-Zehranın Nur talebelerini, bu meselede bana kabul ettirmekte vasıta yapmalarına karşı derim:

O toplantıda bu teklifi yapan mebuslara ve dindar arkadaşlarına çok teşekkür ve çok selâm ve muvaffakıyetlerine çok dua ederiz. Fakat ben ziyade zayıf ve şiddetli hasta ve ihtiyar ve kabir kapısında ve perişan olduğumdan, o kudsî vazifeyi yapmaya iktidarım olmamasından benim yerimde Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi, benim bedelime Nur şakirdlerinin has ve hâlis ve İslâmiyet’in hakiki fedakârlarının şahsiyet-i maneviyesi, o kudsî vazifeyi şimdiye kadar gayr-ı resmî perde altında yaptıkları gibi inşâallah resmî bir surette dahi yapabilecekler. Onlara havale ederiz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Duanıza muhtaç kardeşiniz Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

İmanın dünyada dahi bir nevi cennet lezzetini benim hayatımda temin ettiğine dair

Ben dokuz yaşından beri şefkatli validemi görmediğimden sohbetinde bulunamadım. O hürmetli muhabbetten mahrum kaldığım ve üç hemşiremi de on beş yaşımdan sonra göremediğim, Allah rahmet etsin validemle beraber berzah âlemlerine gittikleri için dünyanın çok zevkli, lezzetli olan uhuvvetkârane sohbetlerinden, merhamet ve hürmetten mahrum kaldığımdan ve üç kardeşimden iki kardeşimi elli seneden beri görmediğimden –Allah onlara rahmet etsin– öyle kıymettar, dindar, âlim iki kardeşimin sohbetinden, hürmetkârane muhabbet, merhametkârane şefkatteki sürurdan mahrum kaldığımdan bu dünyada Risale-i Nur’un imanda cennet çekirdeği bulunduğunu gösterdiği gibi bugün dört fedakâr hizmetimde bulunan manevî evlatlarımla bir seyahat ettiğim zaman, imandaki cennet çekirdeğinin bir zerreciği kat’iyen ruhuma ihtar edildi.

Ömrümde mücerred kaldığımdan dünyada çocuklarım olmamasından, çocuklara karşı şefkatkârane zevklerinden, memnuniyetlerinden de mahrum kaldığım ile beraber bu noksaniyeti hissetmiyordum. Bugün bu dört yarama mukabil, Cenab-ı Hak gayet zevkli bir manayı ihsan etti. Üç cihetle tedavi etti:

Birincisi: Risale-i Nur’da beyan edilen hadîs-i şerifteki عَلَيْكُمْ بِدٖينِ الْعَجَائِزِ sırrıyla, ihtiyar kadınların Risale-i Nur cihetinde hârika istifadeleri ve zevk-i ruhanîleri merhume validemin merhametkârane hususi şefkatinden gelen lezzete mukabil küllî ve umumî bir surette binler valideleri rahmet-i İlahiye bana ihsan ettiği gibi üç merhume hemşirelerimin şefkatkârane, kardeşane sevinç ve sürurlarına bedel, yüz binler genç hanımları bana hemşire nevinde Risale-i Nur cihetiyle verip duaları ile ve Nurlarla alâkadarlıkları ile hemşirelerim yüzünden kaybettiğim üç fayda yerine binler faide-i manevî ve sürur-u ruhî ihsan etmiş. Bu ikinci kısmın hakikat olduğuna çok delil ve emareleri var, kardeşlerim biliyorlar.

Hem merhum kardeşimin vefatıyla fedakârane dünyadaki maddî manevî muavenetlerinden ve muhabbet ve şefkatlerinden mahrumiyetime bedel, rahmet-i İlahiye o hususi iki üç kardeş yerine yüz binler hakiki kardeş gibi hakiki şefkat, muavenet ve yardım eden, hattâ değil yalnız dünya hayatını belki hayat-ı uhreviye sermayesini de Risale-i Nur’un hizmetinde bana yardım etmek için fedai kardeşleri ihsan etmiş.

Dünyada evlatlarım olmadığından gayet zevkli olan çocuklara şefkat meziyetinden mahrumiyetime bedel, bir iki çocuk şefkatine bedel yüz binlerle masumları ki ileride Risale-i Nur’la beslenmeleri cihetiyle, bu hususi, cüz’î üç şefkatkârane vaziyeti yüz binlere çevirdi. Buna dair çok emareleri var. Hattâ bana hizmet edenler biliyorlar ki peder ve validesinden çok ziyade bir şefkat, bir hürmet, bir bağlılık masum çocukların bana karşı Bolvadin’de ve Emirdağı’ndaki ekser yollarda göstermeleri; bu cüz’î, şahsî, hususi zevki, lezzeti, şefkatkârane hürmeti binler küllî ve umumî bir surete çevirdiğine çok misalleri var.

Mübarek bir kısım zîruhlarda hiss-i kable’l-vuku olduğu gibi masum çocukların bir hiss-i kable’l-vuku ile Risale-i Nur’un onlara dünyevî, uhrevî bir babalıkla terbiye ve muhafaza etmesini ruhları hissetmiş ki Nur’un hizmetkârına babalarından ve validelerinden daha şiddetli bir hürmet gösteriyorlar. Hattâ benim hiç görmediğim, tanımadığım üç yaşındaki bir kız çocuğu yalın ayak dikenlere basarak, koşarak geldi. Hattâ pek çok dostlarım Bolvadin’de bulunduğu için otomobil ile çok hızlı gittiğimiz halde kurtulamıyoruz. Hattâ her yerde hiç beni işitip görmedikleri halde, peder ve validesine gösterdikleri alâkayı göstermeleri benim hakkımda; nefsim, hevesim cismanî cihetinde dahi imanda bir cennet çekirdeği var olduğunu gördüm.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Üstadımızı ziyarete gelip de görüşemeyenlerin ve biz görüştürmeden gidenlerin hatırları kırılmamak için Üstadımızın gizli, hârika bir ahval-i ruhiyesini beyan etmeye mecbur olduk. Hattâ bugün bir parça dikkatsizlik ettiğimizden, gayet çok muhtaç olduğu hizmetimize nihayet vermek niyet ettiği halde, şimdiki yazacağımız şey hatırına geldi; bizi de affetti, helâl etti. İşte hakikat budur:

Biz de kat’iyen anladık ki: Üstadımız ekser hayatını tecerrüdle geçirdiği gibi bütün hayatında hediyeleri kabul etmemek ve mukabilsiz hediyeler onu hasta etmek gibi şimdi hürmet ve dostluk cihetiyle onunla görüşmek ona gayet ağır geliyor. Hattâ mükerreren biz de anladık: Musafaha etmek, elini öpmek, kendine tokat vurmak gibi ruhen müteessir oluyor. Ve ona bakmaktan, dikkat etmekten de şiddetle müteessir oluyor. Hattâ hizmetinde biz bulunduğumuz halde, zaruret olmadan bakamıyoruz. Bunun sır ve hikmetini kat’iyen anladık ki:

Risale-i Nur’un esas mesleği hakiki ihlas olmak cihetiyle şimdiki tezahür, sohbet etmek, fazla hürmet etmek; bu enaniyet zamanında bir nefis-perestlik, riyakârlık, tasannu alâmeti olmak cihetiyle ona şiddetle dokunuyor. Çünkü der:

Benimle görüşmek isteyen, eğer âhiret için Risale-i Nur için ise Risale-i Nur bana kat’iyen ihtiyaç bırakmamış. Milyonlar nüshası her birisi on Said kadar fayda veriyor.

Eğer dünya cihetiyle ve dünyaya ait işler için görüşmek ise o, dünyayı şiddetle terk ettiği için dünyaya dair şeyleri malayani, vakti zayi etmek olduğu için cidden sıkılır.

Eğer Risale-i Nur’un hizmetine, intişarına ait olsa bana hizmet eden hakiki fedakâr talebelerim ve manevî evlatlarım ve kardeşlerim benim bedelime görüşmeleri kâfi, bana hiç ihtiyaç yok.

Uzun yerlerden, uzak memleketlerden gelenlerle beraber başka kardeşlerimizin de hatırları kırılmasın. Çünkü on seneden beridir her sabah okuduğu ve başkaları onu tevkil ettiği evrad okumasında sevabı bağışladığı vakit der ki:

“Yâ Rabbi! Benimle görüşmek için gelip görüşmeden dönenlerin defter-i a’maline de yazılsın.” diye ruhlarına hediye ediyor.

Üstadımızın bu halini kardeşlerimize beyan ediyoruz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hizmetinde bulunan Nur talebeleri

***

(İleri gazetesinin 13 Nisan 1957 tarihli nüshasından alınmıştır)

Üstad Bedîüzzaman’ın uğurlu elleriyle yeni bir caminin temeli atıldı.

Üstad Bedîüzzaman Said Nursî 3. Eğitim Tümeni Camii’ne harç koydu. (Isparta hususi muhabirimiz bildiriyor.)

Isparta’nın geçen yıllarda teşekkül etmiş bulunan 3. Eğitim Tümeni için yaptırılmasına karar verilen caminin temeli, tertip edilen muazzam bir merasimle atılmış ve bu törene Isparta’da bulunan Risale-i Nur müellifi Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri de davet olunmuşlardır. Büyük bir alâka ile karşılanan Üstad, törenden sonra uğurlu elleriyle temele ilk harcı koymuşlar ve dualarda bulunmuşlardır.

***

Hüseyin Avni ve Tahsin Tola ile Bir Hasbihaldir

Biz Nur şakirdleri Üstadımızın hizmetinde ve mesleğinde bulunduğumuzdan siyasetlerle alâkamız yoktur. Fakat Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nur’un men’ine dair zulümleri yapmadıklarından Demokrat’ın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. Evvelki defa gibi bu defa da Nurcuların epey faydası, Demokrat lehine oldu. Üstadımıza ve Nurlara en ziyade faydası dokunan eski Adliye Vekili Hüseyin Avni ve Senirkent mebusu Tahsin Tola herkesten ziyade kazanmaları lâzım iken kazanmamaları bizi çok müteessir etti diye Üstadımıza söyledik. Bize dedi ki:

“Müteessir olmayınız. Ben de sizinle beraber olarak onları tebrik etmeliyiz. Çünkü iki sene zarfında elli sene kadar hükûmete, vatana, millete, dine, asayişe hizmet ettiklerine delil-i kat’î, kerametkârane Üstadımızın ona müracaatı olmadan Rehber’in kurtulmasını arzu ettiği aynı dakikada müsadere edilen iki yüz Rehber’in bize iadesine emir vermesiyle iki yüz bin adam Rehber’den istifade etmesiyle ona duacı olması ve Tahsin Tola’nın ehemmiyetli çalışmasıyla Sözler mecmuası resmen Ankara’da tabedilmesiyle hem asayişe hem Demokrat’a hem bu vatan ve millete yüz sene mebusluk etmek kadar faydası oldu. Şimdi bu kadar manevî, hakiki, hususan bâki ve uhrevî kâr onlara yeter. Bir iki sene memuriyet ve mebusluğa çalışmakla o bâki elmas gibi hizmetlerini, kırılacak fâni şişeye âlet yapmamak gerektir. Onun için ben onları tebrik ediyorum. Siz de onları tebrik ediniz, dua ediniz. Hattâ ben Tahsin Tola’nın tekrar mebus olmasını istedim tâ Nurlara hizmet etsin fakat onun evvelki hizmeti kâfi geliyor. Kapıyı açmış, daha ihtiyaç kalmadı.”

Nur talebelerinden

Mehmed Kaya, Hüsrev, Tahirî, Sungur, Zübeyr, Ceylan, Bayram

Hâşiye: Üstadımız dedi ki: Dünya cihetiyle mebus olmadığından ayda bir miktar banknot kaybetti. Şimdi onun hizmetiyle Sözler mecmuasının neşriyle milyonlar adamlar içinde yalnız benim hisseme mukabil bir şey lâzım olsaydı; ben –elli bin lira kadar bana fayda oldu– eğer param olsa idi, böyle azîm bir yekûn ona verecektim. Şimdi bu hakikati nazar-ı dikkate almak lâzım gelirken tekrar mebus olsaydı bu hakikat nazara alınmayacaktı. Onun için bazı dinsiz zalimlerin parmağıyla kazanmadığından müteessir olmasın.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Vasiyetnamenin Bir Zeyli

Eşref Edib’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat’ın otuzuncu sahifesindeki Said’in hususiyetlerinden altı numunesinden yedinci numunesi ki mukabelesiz hediyeyi ömründe kabul etmemek, kanaat ve iktisada istinaden, şiddet-i fakrıyla beraber altmış yetmiş sene evvelki kendi talebelerinin tayinatını da kendisi verdiği acib vaziyetin şimdiki bir misali ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye vasiyetnamenin âhirinde bunu yazmanın zamanı geldi.

Evet, şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki yasak olmayan daktilo makinesi ile intişar eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile şimdi manevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilayetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur talebelerinin tayinatına acib bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiyatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki altmış yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşâallah Risale-i Nur’un tab serbestiyeti olsa o düstur daha fazla inkişaf eder.

Medar-ı hayrettir ki o eski zamanda Evkaf’tan beş talebenin tayinatını Van’da Eski Said kabul etmiş. O az para ile bazen talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çıktığı halde kendi talebelerinin tayinatını kendisi veriyordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini bozmadı. O zaman meşhur Tahir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış yetmiş senelik düstur-u hayatının bir işaret-i gaybiye ile altmış yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğnanın bir meyvesi inayet-i İlahiye ile ihsan edildi ki o kadar mahkemeler ve yasaklar ve müsadereler ve eski harfle izin vermemekle beraber, kaç senedir dört beş vilayet vüs’atindeki manevî Medresetü’z-Zehranın fedakâr talebelerinin tayinatını Risale-i Nur kendisi hediye etti.

Halbuki o nüshaların bir kısm-ı mühimmini hediye olarak mukabelesiz etrafa ve âlem-i İslâm ve Avrupa’ya gönderdiği ve elindeki nafakasını Nur’un teksirine sarf ettiği halde, yine Nur’un nüshaları acib bir tarzda hem kendine hem o hâlis fedakârlarına kâfi gelmesi, eski zamandaki işaret-i gaybiyesinin bir güzel meyvesi ve bir hikmeti olduğuna kat’iyen kanaatim geldiğinden vasiyetnamemin âhirinde beyan ediyorum.

Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayinat içinde de konulsun tâ ki bazı insafsız insanlar “Bu Said günde beş on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?” dememek için bu hakikati izhar etmek münasip olur.

Şimdi manevî evlatlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyr, Ceylan, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nur’un kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, Tahirî, Mustafa Gül gibi zatların nezaretinde o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum.

Said Nursî

***

(Bazı gazetelerde çıkan yalanlar hakkındaki bir tekzibi bera-yı malûmat gönderiyoruz.)

Bazı muhalif gazeteler, Risale-i Nur talebelerine tekrar “Tarîkat kurmuşlar.” ittihamını yaptıklarını gördük. Bunun hakikatle hiçbir alâkası yoktur. Bu husus Risale-i Nur davasını gören on’a yakın Ağır Ceza Mahkemesinin kat’iyet kesbetmiş kararlarıyla sabittir. Hem tarîkata dair en küçük bir emareye, vaktiyle müsadere edilip sonra bilâ-kayd u şart sahiplerine iade edilen Risale-i Nur kitapları ve mektupları arasında tesadüf edilmemiştir. Bilakis Üstadımız Said Nursî’nin mektuplarında ve müdafaalarında kat’î bir lisanla beyan ettiği: “Zaman tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsız cennete giden pek çok fakat imansız cennete giden yoktur.” ifadesi mevcuddur.

Bu sarahate ve bütün mahkeme ve müddeiumumîlerin otuz seneden beri tarîkat hususunda en küçük bir delile tesadüf edememelerine mukabil, dini ortadan kaldırmak isteyen ve bugünkü İslâmî inkişafı bir türlü hazmedemeyen, dine lâkayt hattâ aleyhindeki bir güruh, hakikat-i İslâmiyet’e tarîkat namını verip kendi efkârları lehine bu vatanda bir zemin ihzar etmek peşindedirler. Elbette her defasında olduğu gibi gizli dinsizlerin entrikaları ile planları ile ihdas edilen bu vakıa, bu vatan ve milletin lehine olarak tecelli edecektir. Ve Aydın ve Nazilli mahkemeleri de adaletli seleflerine ittibaen Nur şakirdlerini tebrie edeceklerdir.

Risale-i Nur’un bütün vatan sathında ve hattâ âlem-i İslâm ve Avrupa’nın pek çok yerlerinde hüsn-ü kabule mazhar olması ve Türkleri âlem-i İslâm’la eski ittihada muvaffak edecek bir dünyevî semeresi Nur şakirdlerinin niyetlerinde olmadan netice vermesi ve hükûmetin bizzat İslâmiyet’e, dine, vicdan hürriyetine tam kıymet verip eski hükûmetin tahribatlarını tamire çalışması ve mukaddesata tecavüz edenlerin tenkili hakkında bir kanun çıkarmaya teşebbüsü gibi müsbet ve ferahlatıcı pek çok hâdisatın aynı anında o asılsız meselenin ihdası, hükûmetin ve İslâmiyet’in aleyhinde olanların mahsulü olduğunda aslâ şüphe etmiyoruz.

Yalanlarının birkaç delili de şunlardır:

Üstadımız Said Nursî için “Bir şah ve bir padişah gibi yaşamakta ve gelen yardımlarla geçinmektedir.” diye o vicdansızlar apaçık bir iftirada bulunmuşlardır. Said Nursî, amcasının çorbasını dahi içmemiş olup hayatında kimsenin minneti altında kalmayıp beş bin lira hediyeye beş para değer vermeden red ve iade eden, hayatındaki istiğna düsturunu en zalimane muameleler ve mahrumiyetler içinde kaldığı zamanlarda dahi bozmayan ve böylece izzet-i İslâmiye ve şeref-i diniyeyi muhafaza etmiş olan bir zattır.

Evet, Üstadımızın halkların hediyesini kabul etmemek düsturu, seksen senelik hayatı ile sabit olduğu ve otuz senelik müteaddid mahkemelerde dahi vesikalarla tahakkuk etmiş, dost ve düşmanın gözleri önünde zahir olmuştur. Bu bedihî hakikatin herkesçe bilindiği bir zamanda, böyle ittihamda bulunanların ne kadar dehşetli garazkâr olduklarını ehl-i vicdanın takdirlerine bırakıyoruz.

Ankara hükûmetinin adaletiyle Üstadımız Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri basılmaktadır. Hissesine düşen bir miktar kitap fiyatlarını Üstadımız, hayatını Nurlara vakfedip nafakasını çıkaramayan Nur talebelerine tayin olarak vermektedir. Kendisi de bugün artık herkesin malûmu olmuş olan a’zamî bir iktisat ve kanaatle yaşamaktadır. Ve bütün ömrü boyunca fevkalâde bir iktisat dairesinde kendini idare ettiğine, seksen senelik hayatını bir şahid-i sadık olarak gösteriyoruz.

Halkı Demokrat hükûmet aleyhine geçirmek planlarını takip eden muhtelif gazetelerin diğer bir zahir yalanları ise Nazilli’de iki mübarek adamın ramazan-ı şerif hakkındaki hasbihalini “İslâmî bir devlet kurmak” gibi siyasetvari bir tarzda tebdil edivermeleri, o sahte siyaset bezirgânlarının, çocukları dahi kandıramayacakları acemice bir iftira ve bir uydurmalarından ibarettir. Böyle yalanları yapmakla hangi maksatlarının istihsaline çabaladıkları kimsenin meçhulü değildir.

Nazilli’ye hiç gitmemiş olan, orada bir kimseyi tanımayan, kırk seneden beri ‌اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ deyip siyasetle alâkasını kesen, yalnız ve yalnız Kur’an ve iman hakikatleriyle imanı kurtarmak davasına ömrünü hasreden, bunun haricinde dünyevî şeylerle alâkadar olmayan, seksen yedi yaşında, daima yatakta olan, zehirli hastalıkların tesiratıyla ölüm nöbetleri geçirip “Kabir kapısındayım.” diyen ve sükûnet ve istirahate pek muhtaç olan Said Nursî gibi bir İslâm müellifini böyle siyasî iftiralarla mevzubahs etmek; çok vecihlerle vicdansızlıktır, müthiş bir gaddarlıktır, âdi bir yalancılık derekesine sukuttur.

Herhangi bir din âlimine, bir bahane ile peygamberlik isnadını yapmak, doğrudan doğruya İslâmiyet’e bir taarruz ve Kur’an’a bir ihanettir.

Üstadımız Said Nursî bütün ömrü müddetince sünnet-i seniyeye ittiba etmiş ve bir sünnet-i seniyeye muhalif hareket etmemek için idam cezalarını hiçe saymış ve sünnet-i seniyeyi ihya ve imanı muhafaza uğrunda yüz otuz parça eser telif etmiştir. Hunhar din düşmanlarına karşı hayatını istihkar ederek mücahede etmiş ve nihayet muvaffak ve muzaffer olmuştur. Evet, ittiba-ı sünnet-i Ahmediyeye dair yazdığı bir eseri, otuz seneden beri binlerce nüsha neşrolmuştur. Fahr-i kâinat Resul-i Ekrem (asm) efendimizin son ve hak peygamber olduğuna dair muazzam bir eseri olan Mu’cizat-ı Ahmediye kitabı da meydandadır. Hakikat-i hal böyle olduğu halde, Said Nursî’ye böyle bir ittihamı yapanların; hak ve hakikatten, insaf ve vicdandan ne kadar uzak oldukları kıyas edilsin. Bu ittihamı yapmak, şeytanların bile hatırından geçmez.

Bu hâdisenin bir sebebi şu olmak kavîdir ki: Risale-i Nur, aile hayatına büyük bir fayda verip hanımların iffet ve namus ve ismetle ve saadetle hayat geçirmelerini temin ettiğinden, kadınlar Risale-i Nur’a çoklukla rağbet göstermektedirler. Buna bir hüsn-ü misal olarak hanımların neşrolunan birkaç makalesini din düşmanları görmüşler ve Bolşeviklik hesabına birtakım uydurma bahanelerle hücuma geçmişlerdir. Fakat aslâ muvaffak olamayacaklardır. Onların maksatlarının tam aksine olarak Risale-i Nur’un neşriyatı, erkek ve kadınlar arasında hârika bir tarzda inkişaf etmektedir ve edecektir.

Hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan

Tahirî, Zübeyr, Ceylan, Bayram, Sungur, Rüşdü

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

En mühim bir mahkemede son sözüm olarak Mahkeme-i Kübraya Şekva namıyla yazılan ve Tarihçe-i Hayat’ta birkaç defa neşrolunan ve mahkemede iken Ankara makamatına, Temyiz Mahkemesine ve mahkeme reislerine gönderilen şekvanın sebebi o hâdisenin acib, garib, küçük bir numunesi bu defa aynen başıma geldiği için o Mahkeme-i Kübraya Şekva’ya bir hâşiyecik olarak beyan ediyorum:

İki gün evvel, çok müştak olduğum ve eski zamanda Anadolu medrese-i ilmiyesi hükmünde olan Konya’ya üç sebep bahanesiyle:

Biri: İki hakikatli nur kardeşim fakir halleriyle beraber büyük bir masrafa girip İzmir Mahkemesine gitmişler. Dönüşlerinde yanıma uğradılar. Ben de onları kısmen masraftan kurtarmak için hususi otomobilim ile Konya’ya kadar beraber almak…

İkincisi: On beş sene benim yanımda okumuş ve yirmi seneye yakın müftülük etmiş ve kırk seneden beri bir tek defadan başka görmediğim ve bütün kardeşlerim, akrabalarım içinde hayatta bir o kalmış olan kardeşimi ve çocuklarını ziyaret etmek ve onlarla görüşmek…

Üçüncüsü: Eski Said’in ve Yeni Said’in mühim üstadlarından olan ve onun müridleri olan Mevlevîlerin her yerde Risale-i Nur’la alâkadarlıkları cihetiyle çok alâkadar olduğum ve İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî gibi mühim bir üstadım olan Mevlana Celaleddin’i ziyaret için gitmiştim.

Hem Tarihçe-i Hayat’ta insanlarla görüşemediğime dair neşredilen yazı ki ziyaretçilerle görüşemiyorum. Nasıl ki hediyelerden men’etmek için Cenab-ı Hak hastalık verdiği gibi bu hürmetkârane ziyaret de bir nevi hediye-i maneviye olduğundan, sesim kesilip bir eser-i inayet olarak konuşmaktan menolunduğumdan kardeşimin evine dahi girmedim ki konuşmayayım.

Hiç olmazsa Konya’da iki üç gün kalmak zarurî iken mecburi olarak bir saat içinde namazımı kılıp dönmüşüm. Fakat orada bana birdenbire öyle bir vaziyet verildi ki bütün gazetelerde neşrettiler. Kırk senedir bir defadan başka görüşmediğim kardeşimin evine dahi girip görüşemediğim ve konuşamadığım halde, sanki binler adamlarla görüşmüşüm gibi muamele gördüm.

Gerçi polislerin aldıkları emre binaen o vaziyetleri cidden büyük bir sehiv idi. Fakat bu şiddetli hastalıklı halime muvafık geldiği için onlardan sıkılmadım. Bilakis helâl ettim. Allah razı olsun dedim, teşekkür ettim. Ben tebdil-i havaya çok muhtaç olduğum için yazın dağlarda, kışın da kira ettiğim ayrı ayrı menzillerde gezmeye mecbur oluyorum. Bir yerde duramıyorum. Hastalığım şiddetleniyor. Niyet ettim, tekrar ara sıra Konya gibi yerlere gideceğim. Hattâ kirasını verdiğim Emirdağı’nda iki menzilim, Eskişehir’de bir menzilim varken o manasız vaziyet beni o tebdil-i havadan, o menzilleri ziyaret etmekten men’edilmeme sebep olduğunu Konya’daki vaziyetten hissetmiştim. Ben kat’iyen kimse ile görüşemiyorum. Bunun gibi âdetim hilafına bana yapılan çok gayr-ı kanunî muameleler var.

İşte bu defaki mezkûr vaziyeti beyan eden şu ifadatım, evvelce yazılan Mahkeme-i Kübraya Şekva’ya bir zeyl olarak neşredilebilir.

Said Nursî

***

Reisicumhura ve Başvekile,

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garib ihtiyar der ki: Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvela: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dört yüz milyon İslâm’ın sulh-u umumîsine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’î bir mukaddime olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’an’ın bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Sâniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumî’de yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor.

Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde evvela başta Türk milleti, dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyet’le mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyet’le mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakiki milliyetleri İslâmiyet’tir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşâallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def’edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.

Sâlisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekat nâzırı Kur’an’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu, İslâmların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’an’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’an-ı Hakîm’den istimdad eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir Dârülfünun-u İslâmiye tasavvuru ile altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalaletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk:

Birinci Vesilesi: Risale-i Nur’dur ki uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik haletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm’ın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilalcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşâallah bir zaman da sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mu’cize-i Kur’aniyenin cilvesini âlem-i İslâm’a işittireceksiniz.

İkinci Vesilesi: Altmış beş sene evvel Camiü’l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i İslâm’ın medresesidir diye ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Camiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, mesela Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakiki, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’an’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalaha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilayat-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan hem Arabistan hem İran hem Kafkas hem Türkistan’ın ortasında Medresetü’z-Zehra manasında, Camiü’l-Ezher üslubunda bir dârülfünun hem mektep hem medrese olarak bir üniversite için tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım.

En evvel bunun kıymetini –Allah rahmet etsin– Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altın lira verdiği gibi sonra ben Eski Harb-i Umumî’deki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcud iki yüz mebustan yüz altmış üç mebusun imzası ile yüz elli bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymettar bir üniversitenin tesisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve Garplılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım mebuslar dahi onu imza ettiler.

Yalnız onlardan ikisi dediler ki: “Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.”

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın Asya’da, Şark’ta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların Garp’ta gelmelerinin delâletiyle; Asya’yı hakiki terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak Garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet’in hakaikine kat’iyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti –Allah rahmet etsin– o talebem, ben esarette iken İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksü’l-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürt’ü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran mebuslar! Şark’ta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum?

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle Garplılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını affetsin, şimdi vefat etmişler.

Râbian: Madem Reisicumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ hârika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün Şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi Orta Şark’ta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi olan bu üniversiteyi yine mesail-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması; elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı manevîdir, imansızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom bombası ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Madem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikı ile ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık, fedakâr, hâlis, muhlis kardeşlerim ve hizmet-i Kur’aniyede hakiki, ciddi, metanetli arkadaşlarım!

Size gayet ehemmiyetli bir halimi ve dehşetli bir zahmet fakat inayet-i İlahiye ile büyük bir rahmeti tazammun eden zahirî bir hastalığın manevî bir istirahat ve bir tamam-ı vazifeye bir alâmet olarak bir hastalığımı beyan ediyorum. Şekva değil, teşekkür ediyorum. Fakat sizden tahammülüm için dua istiyorum. O halet de şudur:

Ben kelimatı konuşurken birden manevî bir men’ gibi şiddetli bir hararet başlıyor. Hattâ eskiden günde bir iki defa su içerken şimdi yemeği pek az yediğim halde, yirmi otuz defa su içmeye mecbur oluyorum. Hattâ iki gün evvel pek şiddetlendi. Ben bir tesemmüm zannettim. Hattâ bir vehme binaen yanımdaki kardeşlerime ifşa ettim. Bu gayet şiddetli hastalığıma karşı sabır ve tahammül niyaz ettim. Rahmet-i İlahiyeden rica ettim, birden kalbime geldi ki:

Ekser hayatımdaki zahmetlerde bir inayet ve rahmet cilvesi bulunduğu gibi inşâallah bunda da o cilve-i rahmet var ki cinnî ve insî şeytanların ve dinsizlerin seni zehirlendirmek ve susturmaya çalışmaları, vazifenin tamam olmasına ve istirahatine rahmet-i İlahiye bir vesile oldu ki geçen sene İşaratü’l-İ’caz tefsiri ve Mesnevî-i Arabî’yi bir sene müddetle ders vermeye başlamıştım. Gizli düşmanlarım cinnî ve insî şeytanlar, beni susturmaya desaisleri ile çalıştıkları halde, rahmet-i İlahiye hem İşaratü’l-İ’caz’ın hem Mesnevî-i Arabî’nin Türkçesini ihsan ettiğinden ve Risale-i Nur da ekseriyet itibarıyla kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırakmadığından, bu tedris vazifemde bana istirahat ve tebrik nevinde bir ihsan-ı İlahî olarak bu acib hastalık benim istirahatime medar oldu.

Hem benim ruhuma geldi ki: Senin binler belki yüz binler Saidcikler, senin bedeline ders verecek ve konuşacaklar var. İhsan-ı İlahî ile Risale-i Nur, başka ilimler gibi meşakkatli derslere muhtaç değil. فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ Gavs-ı Geylanî’nin (ks) kerametkârane cümlesi, en dehşetli zaman gibi bunda da ayn-ı hakikat olduğu görüldü. Hem a’zamî ihlasın zedelenmemek için şimdi düşmanlar da dostlara inkılab ettiği bir zamanda sohbet etmek, konuşmak; bu dünyada da uhrevî hizmetlerin bir güzel ve fâni meyvelerine vesile olabilir. O vakit a’zamî ihlas ki hiçbir şeye âlet olmayacak. Hem vazife-i İlahiyeye karışmamak için kader-i İlahî hakkımdaki bu şiddetli halete aleyhimde değil, lehimde olarak fetva verdi, müsaade etti. Ben yanımdaki vasiyetnamemdeki evlat kabul ettiğim küçük evlatları tevkil ediyorum. Onlarla konuşanı, benimle konuşmuş gibi kabul ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

Üstadımızın bu hastalığı gösteriyor ki gizli dinsizler konuşturmamak için bir ilaç bulmuşlar, yedirmişler. Elhasıl Üstadımızın musafahadan, sohbetten ve konuşmaktan men’edildiğini biz de görüyoruz.

Üstadımızın hizmetinde bulunan Tahirî, Zübeyr, Ceylan, Hüsnü, Bayram

***

Bera-yı malûmat hem resmî zatlara hem dostlara mühim bir hakikati beyan ediyoruz:

Üstadımız gençliğinde ve hattâ çocukluğundan itibaren izzet-i ilmiyeyi muhafaza için şiddetle halktan istiğna ediyordu. Zekât ve sadakayı kat’iyen almadığı gibi İkinci Mektup’ta da beyan edildiği üzere hediyeyi kabul etmiyordu. Bu halin, şimdiki ihtiyarlık ve zayıflık zamanında devam edebilmesi için Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle o istiğna düsturu hastalığa inkılab etti. Yani mukabilsiz bir lokma alsa derhal hasta olur. O lokmayı yiyemiyor. Üstadımız gençliğinde bu kadar muhtaç değildi. Tek başına yaşadığı zamanlar pek az bir masraf kendisine kâfi idi. Şimdi pek çok talebelerine tayin verdiği ve birkaç hastalıkla hasta bulunduğu bir zamanda, o istiğna düsturunun muhafazası için rahmet-i İlahiye onu mukabilsiz hediyelerden hasta ediyor.

Aynen öyle de Üstadımıza hürmet dahi manevî bir hediye gibi olduğundan şiddetle nâsın hürmetinden ve elini öpmesinden kaçıyordu. Tarihçe-i Hayatı’nın ve İhtiyarlar Lem’ası’nın şehadetiyle, gençliğinde emsallerinin fevkinde olarak Siirt’in Tillo kasabasında inzivaya girmişti. Ağrı vilayetinde Şeyh Ahmed Hanî Hazretlerinin türbesine kapandı. Rusya’ya esir düştüğünde, doksan kadar esir zabit kendisinin dinî derslerini şevkle dinledikleri halde, üsera kampında Tatarların küçük hâlî bir camiinde bir yer bularak orada yalnızlığa çekildi. İstanbul’da Dârülhikmeti’l-İslâmiye azalığı gibi cazip ve şaşaalı bir hayat içinde iken Yuşa Tepesi’nde kimsesizliği tercih etti. Van’a döndüğünde pek çok eski ve yeni talebeleri arasında sürurlu bir ömrü istemeyerek Erek Dağı’ndaki bir mağaraya kapandı. En son defa, otuz senede gördüğü emsalsiz zulümlerin neticesi olarak hapishanelere gönderildiği zaman, kanunen tecrit müddeti on beş gün olmasına rağmen, yirmi ay ve hattâ bütün hapis müddetince tecrid-i mutlakta tutulduğu halde kimseye şekva etmedi.

Bütün bu haller gösteriyor ki: Üstadımızın fıtratında inziva daima hüküm sürmüştür. Fakat ihtiyarlığında pek çok yardıma, hizmete, sohbete muhtaç olduğu bir vakitte bunun devam etmesi için bir nevi hastalık haleti verilmiş. Beş dakika konuşsa şiddetli bir hararet başlıyor, sesi çıkmıyor. Hattâ Şafiî mezhebinde olduğu için namazda Fatiha’yı kendisi işitecek derecede okuması lâzım gelirken hastalık sebebiyle sesi çıkmadığından mezheb-i Hanefî’yi takliden namazlarını eda ediyor. Bu hastalığına dair, iki mühim doktorun iki raporu var. İstenilirse gösterilecektir.

Şimdi Risale-i Nur’un fevkalâde fütuhatı ve âlem-i İslâm’da dahi fevkalâde bir hüsn-ü kabule mazhar olması hengâmında, düşmanlar dahi dostlara inkılab ettiği bir zamanda Risale-i Nur’un a’zamî ihlasını (ki rıza-yı İlahîden başka dünyevî, uhrevî hiçbir rütbeye, makama âlet etmemek) muhafaza için dehşetli bir merdüm-giriz yani insanlardan tevahhuş ve sesi çıkmamak ve konuşmamak hastalığı ve elini öpmek, ona âdeta bir tokat vurmak gibi dokunmak vaziyeti, kat’iyen bize kanaat verdi ki bu, bir istihdam-ı Rabbanîdir.

Hattâ bu hakikatlerin izharına vesile olan bir şahsı da Üstadımız helâl etti.

Hâşiye: Üstadımızdan sorduk: Neden Risale-i Nur’un şaşaalı intişarı ve düşmanların dahi mağlup olup dostane vaziyet aldıkları bir zamanda insanlarla görüşmüyorsunuz?

Cevaben dedi ki: “Benim ile görüşmek isteyenler, ya muarızdır veya dosttur. Dost olsa Risale-i Nur’un yüz binler nüshası benim bedelime tam konuşuyor. Bana kat’iyen ihtiyaç bırakmamış. Görüşmek isteyen muarız olsa bu otuz sene zarfında pek çok mahkemeler ve ehl-i vukuflar tetkik ettikleri halde, ne Nur Risalelerinde ve ne de Nur talebelerinde hiçbir suç bulamamışlar. Yirmi dört mahkeme “Risale-i Nur’da suç bulamıyoruz.” dedikleri; dört mahkeme de kat’iyen umum Nur Risalelerine beraet vererek kaziye-i muhkeme haline gelen kararlarıyla bütün kitapları, mektupları sahiplerine iade etmesi, benim bedelime muarızlara tam cevap veriyor. Bana ihtiyaç kalmamış. Eğer şahsî görüşmek istenilse bütün Nur talebeleri bir cihette bu bîçare Said’in dava vekilleri olduğu gibi İstanbul’da ve Ankara’da avukatları bulunduğundan isteyenler onlarla görüşebilir.”

Şiddetli hastalığı ve çok ihtiyarlığı için zarurî işlerini gören hizmetkârları

***

Emirdağ Lâhikası – II s.190-210

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Âlem-i İslâm’da Leyle-i Kadir telakki edilen bu ramazan-ı şerifin yirmi yedinci gecesinde bir nevi tesemmüm ile şiddetli bir mide hastalığı içinde sinirlerimi ve vicdan ve kalbimi istila eder gibi bir diğer dehşetli hastalık hissettim. Bu maddî ve manevî iki dehşetli hastalık içerisinde şefkat hissi ile bütün zîhayatların elemleri hatıra geldi. Şahsî hastalığımdan daha ziyade elîm bir halet-i ruhiyeyi hissettim. Bununla beraber seksen küsur seneye varan ömrümün sonunda seksen sene manevî bir ibadeti kazandıran en son Leyle-i Kadre lâyık çalışamayacağım diye sâbık iki dehşetli hastalıktan daha şiddetli hazîn bir meyusiyet içinde âsaba gelen ve nefs-i emmarenin vazifesini gören bir elîm his beni ezdiği aynı zamanda Âyet-i Hasbiye’nin bir sırrı imdadıma yetişti. Bu üç hastalığı izale edip Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki hilaf-ı me’mul bir tarzda dayandım. Bu üç hastalığıma da böyle üç merhem sürüldü:

Maddî hastalığın –Hastalar Risalesi’nde ispat edildiği gibi– bir saat hastalık, sâbir ve mütevekkil insanlara, hiç olmazsa on saat ibadet ve Leyle-i Kadirde ise daha ziyade ibadet hükmüne geçtiği gibi; benim de bu Leyle-i Kadirdeki hastalığım, iktidarsızlığımla yapamadığım Leyle-i Kadirdeki hizmetin yerine geçmesi ile tam şifa verici bir merhem oldu.

Ve bütün zîhayatın hastalık ve elemlerinden şefkat sırrıyla bana gelen teellüm marazını birden rahîmiyet-i İlahiyenin tecellisiyle yani mahlukları yaratanın şefkat ve rahîmiyeti ve rahmeti tam kâfi olmasından onların elemlerini, onlar için bir nevi lezzete veya mükâfata çevirdiğinden, o rahmet-i İlahiyeden daha ileri şefkati sürmek manasız ve haksız olduğundan ve şefkatten gelen elemi, bir manevî sürura ve lezzete çevirdi. Yalnız merhem değil belki şifa da verdi.

Ve en son ömrümde en ziyade kıymettar manevî bir hazineyi kaybetmekteki manevî eleme karşı, Nur’un has şakirdlerinin her birisi şirket-i maneviye sırrıyla umum namına dahi dua ile ve amel-i salih ile çalıştıklarından hem El-Hüccetü’z-Zehra’da hem Nur Anahtarı’nda izah edilen teşehhüdde ve Fatiha’da bütün mevcudat ve zîhayat cemaatinin dualarına ve tevhiddeki davalarına iştirak suretiyle hususan toprak, hava, su ve nur unsurları birer dil olmasıyla topraktan çıkan bütün hayat hediyeleri ve sudan mübarekât ve tebrikat ve havadan şükür ve ibadetin temessülleri ve nur unsurundan maddî ve manevî tayyibatlar, güzellikler tarzında, teşehhüdde ve Fatiha’da kâinattaki bütün nimetlerden gelen şükürler ve hamdler ve bütün mahlukatın hususan zîhayatların küllî ibadetleri ve bütün istianeleri ve doğru yolda giden bütün ehl-i hakikate ve ehl-i imanın yolundan gidenlere manevî refakat etmekle onların dualarına ve davalarına tasdik suretinde âminlerle iştirak ederek, âmin demekle hissedar olmanın küllî sırrı o gece imdadıma geldi.

Gayet hasta, zayıf, meyus bir halde cüz’î bir hizmet edememekteki manevî elîm hastalığıma öyle bir tiryak oldu ki ben hakikaten en sağlam hallerimde ve en genç zamanlarımda, en zevkli ve lezzetli evradımda bulamadığım bir manevî süruru hissettim. Ve hadsiz şükür edip o dehşetli hastalığıma razı oldum. ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ فٖى كُلِّ زَمَانٍ‌ dedim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Üstadımız der:

“Benimle görüşmek isteyen aziz kardeşlerime beyan ediyorum ki: İnsanlarla görüşmeye zaruret olmadıkça tahammülüm kalmadığından hem şimdi tesemmümden, zafiyetten, ihtiyarlıktan ve hasta bulunmuş olmaktan dolayı fazla konuşamıyorum. Buna mukabil, kat’iyen size haber veriyorum ki: Risale-i Nur’un her bir kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır hem hakiki bir surette benimle görüşmüş olursunuz. Ben şuna karar vermiştim ki Allah için benimle görüşmek isteyenleri görüşmediklerine bedel her sabah okuduklarıma, dualarıma dâhil ediyorum ve etmekte devam edeceğim.”

Şimdi bir iki aydır Üstadımız bir hizmetkârıyla dahi konuşamıyor. Konuştuğu vakit bir hararet başlıyor. Bunun hikmetini bir ihtara binaen söyledi ki: “Risale-i Nur bana hiç ihtiyaç bırakmıyor. Konuşmaya lüzum kalmadı. Hem ben âciz şahsımla binler dostlarımdan yirmi otuz dostla konuşabilirim. Yirmi adamın hatırı için binler adamın hatırını rencide etmemek için konuşmaktan men’edildim ihtimali kavîdir. Hususi görüşmediğim için mazur görsünler.” Hattâ bayramda musafaha etmek ve ona bakmaya tahammül edemiyor. (Hâşiye[1]) Onun için hatırları kırılmasın.

***

(Dört sene evvel Üstadımız hastalığı yüzünden beni Ankara’da Risale-i Nur’un mahkemeleri ile alâkadar işlerini takip için tevkil ettiği zaman, bazı mebuslara gönderdiğimiz ilişik mektubumuzu yeniden sizlere ve muhterem mebusların nazar-ı irfanlarına takdim ediyoruz. Buna sebep, aynı meselenin devam etmesidir. Bilhassa son aylarda şark vilayetlerinde kurulması için teşebbüse geçilen yeni üniversitedir.)

Risale-i Nur’un bu otuz senelik zamanda dâhil ve hariçteki fevkalâde intişarıyla her tarafta hüsn-ü tesiri ve şark vilayetlerinde elli beş seneden beri büyük bir dârülfünunun kurulmasına çalışması, birbirini takip eden ve birbirini tamamlayan bu zamanda âlem-i İslâm’ı şiddetli alâkadar eden iki mühim meseledir. Bu iki netice-i azîme hem bu milleti, hususan şark vilayetlerini hem dört yüz milyon İslâm milletlerini hem sulh-u umumîye muhtaç Hristiyanlık dünyasını da alâkadar edip ve tesirini gösteren medar-ı iftihar iki ehemmiyetli hâdisedir. İslâm dininin ve Kur’an hakikatlerinin küllî ve umumî iki nâşiri ve ilancısıdır.

Üstadımız elli beş seneden beri a’zamî gayretle ve müteaddid vesilelerle şarkî Anadolu’da Camiü’l-Ezhere muvafık Medresetü’z-Zehra namıyla bir İslâm üniversitesinin kurulması için çalışmış ve bunun kat’î lüzumunu daima ileri sürmüştür. Reisicumhura ve Başvekile hitaben onları bu meseleden tebrik eden Üstadımızın yazısında denildiği gibi Şark Dârülfünunu âlem-i İslâm’ın bir nevi merkezinde olarak beyne’l-İslâm medar-ı iftihar bir makam kazanacaktır. O vilayetlerde medfun çok aziz ve mübarek binlerle ulema ve ârifîn, şüheda ve muhakkikîn ecdadlarımızın mazideki pek kıymetli ve kudsî hizmet-i diniyeleri, manevî, bâki hasletleri bu dârülfünunla dahi tecessüm ederek vazife-i imaniyelerini daha geniş bir sahada yapacaklardır.

Şark Üniversitesinin bir nevi programı olmaya lâyık üssü’l-esas dersi ise Kur’an-ı Hakîm’in hakaik-i imaniyesini tefsir eden ve bütün meselelerini fünun-u akliye ile ve delail-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve makulatla ders veren Risale-i Nur’dur ki yeni asrın üniversitelerinde ve mekteplerinde okutulmaya şâyandır.

Risale-i Nur, şarkî Anadolu’da yer yer kurulmuş ve yüzyıllardan beri o havalide manevî âb-ı hayat menbaları vazifesini görmüş bulunan medreselerinin ve üstadlarının bir talebesi vasıtasıyla zuhur etmiştir ki bu son münevver meyveleriyle o muhterem üstadlar, yeniden vazife başına geçip vazife-i tenviriyelerini ve hizmet-i Kur’aniyelerini bu suretle cihan-şümul bir vüs’ate inkılab ettirmelerini bütün ruhumuzla ümit ve rahmet-i İlahiyeden temenni ve niyaz ediyoruz. Bu duamıza zaman ve zeminin şerait-i hayatiyesi ve müsalemet-i umumiyenin lüzumu da “Âmin, âmin!” diyor ve diyecektir.

Evet, şarktaki ilim ve irfan faaliyetinin bir semeresi ve netice-i külliyesi olan Risale-i Nur, Şark Dârülfünununun İslâmiyet noktasında bir programı olması hasebiyle İslâmiyet’e, bu millete ve âlem-i İslâm’a hizmete çalışanları şiddetle alâkadar etmektedir. Ve şimdi Amerika’da ve Avrupa’da, Nur Risalelerini istemeleri ve oralarda intişarı, bu müddeamızın fevkalâde ehemmiyetini gösterir.

Mustafa Sungur

***

Yazıları beş vecihle iftira ve yalan olduğunu gördüğüm bir gazeteyi bana okudular. Böyle iftiraların hem Isparta’ya hem neşredenlere büyük zararı var.

Birinci Yalan: Nur Risalelerini okuyanlara mürid ve tarîkat diye beni tarîkat dersi vermekle ittiham ediyor.

Halbuki beni tanıyanlar biliyorlar ki: Mahkemelerde de sabit olduğu gibi; ben tarîkat dersi değil, imanın, Kur’an’ın hakikatlerini ders veriyorum. Dersimi dinleyenlere Nur talebesi denir. Mesleğimiz tarîkat değil, imanın hakikatleridir.

İkinci Yalanı: İftira eden gazete başka bir gazeteyi kendine teşrik etmekle bazı yanlış tabirler karıştırmasıyla diyor ki: “Eğirdir gençleri Said ve müridleriyle mücadeleye başladılar.”

Kat’iyen bunun aslı olmadığını bütün Isparta ve Eğirdir gençleri biliyorlar. Hattâ Isparta ve Eğirdir gençleri bunu işittikleri vakit hiddetle protesto ediyorlar. Yalnız Ankara’da bulunan Eğirdirli genç olmayan bir adam, otuz sene evvel benimle görüşmesini az tenkitkârane yazmış. Buna “Gençler mücadeleye başladılar.” namını vermek ne kadar zahir bir yalandır. Halbuki kim olursa olsun bütün gençlere karşı daima kardeş nazarıyla bakıyorum. Bana yahut talebelerime karşı Isparta ve Eğirdir’de hiçbir gencin mücadelesini işitmemişim.

Üçüncü İftirası: O iftira eden gazete başka birisinin diliyle diyor ki: “Said ve müridleri gizli siyaset çeviriyorlar. Emniyeti bozmak tarzında nizamatı değiştirmeye çalışıyorlar.”

Bunun yalan olduğuna yirmi sekiz senede beş mahkeme beraet vermesiyle gösteriyor ki siyasetle hiçbir alâkam yok. Ve hiçbir emare bulunmaması bunun ne kadar iftira olduğunu gösteriyor. Hattâ otuz beş seneden beri siyasetten çekildiğimi bütün dostlarım biliyorlar. Bu hakikat mahkemeler tarafından da sabit olmuştur.

Dördüncü İftirası: Said Nursî bazı kadınlara şeytandır, demiş.

Bu iftiranın aslı: “Eskiden büyük şehirlerde açık saçık, çıplaklık derecesinde hususan yarım çıplak Hristiyan kızları şeytan kumandasında ahlâk-ı İslâmiyeye zarar veriyorlar.” İşte böyle birkaç tane açık gezenler hakkındaki bir sözü başka surete çevirip mutlak kadınlara teşmil ederek tabiri çirkinleştirip istimal etmesi, pek çirkin ve zahir bir iftiradır. Kadınlarla Muhavere namındaki risalemde, kadınlara büyük bir hürmet ve ehemmiyet ve kıymet verdiğimi hattâ şefkat cihetinde erkeklerden pek ileri olduklarından Risale-i Nur’un mühim bir esası şefkat olduğundan, bu mübarek hemşirelerimi “Muhterem Hemşirelerim” namıyla yâd ediyorum. Onların samimiyet ve ihlaslarını ziyade görüyorum.

Beşinci Hakaretkârane İftirası: Gerilemek ve irtica, yani İslâmiyet ahkâmına, ahlâkına dönmek manasıyla “mel’un fikir” tabiri kullanması; küre-i arzı titretecek kâfirane bir iftira olduğu gibi yalnız Ispartalılara ve Nur talebelerine değil belki âlem-i İslâm’a karşı bir ihanettir.

Çok hasta ve çok ihtiyar Said Nursî

***

(Üstadımızın köylerde dolaştığına dair çıkarılan uydurma habere karşı bir cevaptır, mûcib-i merak hiçbir şey yoktur.)

Üstadımız Said Nursî’nin iki seneden beri misafir bulunduğu Isparta Emniyetine bir maruzatımızdır.

1– Üstadımız Said Nursî otuz seneden beri bu Anadolu memleketinde gezdiği bütün vilayet ve kazalarda kendisini zabıtanın bir misafiri olarak telakki etmiş ve zabıta efradı daima dostane ve himayetkârane muamele göstermiştir. Kur’an’ın hakiki ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u Isparta’da otuz sene evvel telife başlayan Üstadımız hakaik-i imaniyeye gayet tesirli bir surette hizmet etmekle tamamen âhirete müteveccih olan bu hizmetinin dünyevî bir faydası olarak, iman sebebiyle kalplerde fenalığa karşı daimî bir yasakçı bırakmıştır. Onun neticesidir ki asayişin teminine vesile olmuştur.

Evet Üstadımız, adalet-i hakikiyeyi ifade eden وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى yani “Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz.” âyet-i Kur’aniyesi ve “Bir masumun hakkı yüz şerir için dahi feda edilemez.” gibi düstur-u Kur’aniye gereğince, yüzde on zalimler yüzünden doksan masumlara zarar vermek, hakiki adalete, evamir-i Kur’aniyeye tamamen zıttır diye her tarafta neşretmiş ve kendisine zulüm yapılmasına karşı, millet-i İslâmiyenin selâmeti için “Ben, değil dünya hayatımı belki âhiret hayatımı da feda ediyorum.” demiş ve demektedir.

Risale-i Nur’un hakaik-i imaniye dersleriyle ve bütün mahkemelerde beraeti netice veren müdafaalarındaki Kur’anî hakikatlerle hayat-ı içtimaiyenin uhrevî ve dünyevî saadetine rehber olan hakaiki ders veren ve dolayısıyla asayişin muhafazasına ve emniyet-i umumiyenin teminine en büyük bir vesile Üstadımız olduğu, hayat-ı içtimaiyenin saadetiyle alâkadar hamiyet-perver zatların tasdikiyle sabittir. Otuz seneden beri müteaddid tetkikler ve mahkemelerin beraet kararları vermesiyle ve şimdi de tamamen serbest bulunmasıyla ve eserleri büyük bir vüs’atle her tarafta, Anadolu’da ve âlem-i İslâm’ın merkezlerinde ve garp memleketlerinin bazılarında yayılarak takdir ve tebriklere mazhar olmasıyla, en ince esrarına kadar büyük bir dikkat ve ehemmiyetle her hali tetkik edilen Üstadımızın mûcib-i mes’uliyet hiçbir hali gösterilememiştir.

Bir tarafta komünizm gibi din, ahlâk ve an’ane aleyhinde olup pek müthiş bir tahribatla yarı Avrupa’yı, Çin’i istila eden; umum dünyaya karşı müfsid, yırtıcı rejim-i küfrîsine mukabil, milletler devletler mabeyninde tedbir aldıran ve bununla beraber haricî, gizli ifsad komiteleri de bu vatan aleyhinde müthiş bir herc ü merce çalıştıkları bir zamanda; biz otuz senelik pek hâlis ve tesirli geniş bir hizmeti ibraz ederek ve Üstadımız Said Nursî’nin eserleri olan Risale-i Nur nüshalarından yüz binlerinin intişarıyla ve yüz binleri geçen okuyucularının hüsn-ü halini göstererek ve zabıtaca Nur talebelerinden asayiş aleyhinde bir tekinin gösterilmemesini şahit tutarak deriz ve kat’iyen sabittir ki Risale-i Nur o tahribatçı cereyanı durduran Kur’anî ve imanî bir settir. İnsaflı zabıta ehli de bu tahakkuk etmiş hakikate şehadet ediyorlar.

İman hizmetinin manevî, uhrevî faydalarından kat’-ı nazar; dünyevî, millete ait mühim bir faydasını vaktiyle Üstadımız şu suretle ifade etmiştir ki zaman bunun ne kadar doğru olduğunu göstermiştir.

O zaman demiş: Şimdi bu memleketin, bu vatan ve milletin saadet-i hayatiye ve ebediyesi noktasında iki müthiş cereyan var:

Birisi: Şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı manevî istilasına karşı, Kur’an’ın hakikatleri ve imanın nurlarıyla mukabele etmektir. Çünkü o dinsizlik cereyanı, manevî tahribat nevinden olduğundan karşısında bir manevî mukabele olmalıdır. Hakaik-i Kur’aniyenin lemaatı olan Risale-i Nur, manevî tamirci bir atom bombası olarak bu dalalet cereyanına mukabele edebilir ve etmiştir.

İkincisi: Bin seneden beri İslâmiyet’in kahraman bir ordusu ve bayraktarı olan Türk milletine âlem-i İslâm’ın adâvetini izale etmek, Türkler yine eskisi gibi İslâmiyet’in kahramanıdırlar kanaatini verdirmektir. Bu suretle dört yüz milyon hakiki kardeşleri bu millete kazandırmakla saadet-i hayatiyesine en ehemmiyetli bir hizmeti îfa eylemektir ki Risale-i Nur iman hakikatlerini bu vatanda neşrederek bu azîm faydayı fiilen göstermiştir.

Risale-i Nur’un bir talebesi evvelce elinde Nur Risaleleriyle ve oradan çıkardığı mev’izelerle şark hudut bölgesinde Rusların o zamanda o havalideki propagandalarını durdurmuştu. Bu suretle bir tek talebe bir ordu kadar vatana, millete ve asayişe hizmet etmiştir. Risale-i Nur’un gaye ve maksadı tamamen uhrevî ve rıza-yı İlahî dairesinde imana hizmet etmek olduğundan netice verdiği sair dünyevî iyilikler, dolayısıyla hayat-ı içtimaiyeye ait bir faydasıdır.

2– Otuz kırk seneden beri inzivada tecrit, hastalık ve hapis gibi sebeplerle zaruret olmadıkça insanlarla görüşmeye tahammülü olmadığı için hariçten gelen dostlarını daima hatırlarını kırarak onları geri çevirmesi ve akşamdan ertesi gününün sabahına kadar hizmetçileri dahi yanına kabul etmemesi öyle bir hakikattir ki bu kadar zahir ve gözle görünen bu hakikat karşısında başka bir söz söylemeye lüzum yoktur.

Üstadımız Said Nursî’nin eskiden beri bir fıtrî seciyesidir ki inziva ve insanlarla zaruret olmadıkça görüşmemek bir düstur-u hayatı olmuştur. Hattâ hayatta kalan tek bir kardeşini dahi yakın bir şehirde iken otuz seneden beri görmediği halde görüşmek için yanına çağırmamıştır. Hem hizmetçileri de akşamdan ertesi gün sabaha kadar şiddetli bir zaruret olmadıkça odasına girememektedirler. Şiddetli hastalığı ve görüşmeye tahammülü olmaması sebebiyle, hariçten gelen çok dostlarının hatırlarını incitip görüşmeden geri çeviriyor.

Üstadımızla otuz seneden beri alâkadar olup dostane vaziyet gösteren zabıtaya asayiş noktasında Risale-i Nur’la pek ehemmiyetli hârika hizmeti sabit olan Üstadımızın bütün hali mahkemelerce medar-ı tetkik olmakla hiçbir hali zabıtaca gizli kalmadığından, bazı gizli din düşmanlarının onun hakkındaki uydurmalarıyla otuz senelik bir müşahedeye dayanan müsbet kanaati bozmamak, hukuk-u umumiyeyi temine çalışanların vazifeleri iktizasıdır.

3– Üstadımız hastadır, hattâ cumaya dahi çıkamamaktadır. Ara sıra hava almaya pek ziyade muhtaç oluyor. Bu sebepten pek nadir olarak kendine mahsus bir odası bulunan ve otuz sene evvel on sene ikamet ettiği Barla köyüne gider, bir müddet kalır gelir. Bazen de burada yaz mevsiminde insanların bulunmadığı, şehrin haricindeki mahallere giderek iki üç saat teneffüs eder gelir. İhtiyarlığı, hastalığı dolayısıyla yayan yürüyememekte olduğundan ve halkın hürmetkâr vaziyetiyle rahatsız etmemesi için bu basit gidip gelmeyi otomobil ile yapar. Bunun haricinde hiçbir köye, meskûn hiçbir mahalle, hattâ otuz senelik dostları bulunan yerlere dahi mezkûr sebeplerle gitmiyor.

İşte hal ve vaziyet bundan ibarettir. Hakikat-i hal de budur.

Hizmetinde bulunan Tahirî, Zübeyr

(Hâşiye: Çok yerlerde neşredilen ve müddeînin huzursuzluk ittihamının ademini gösteren ve Ankara Emniyet Umum Müdürlüğüne verilen bir hakikattir.)

Nur Talebeleri Asayişçidirler

Asayişi muhafaza ettiklerinin delil-i kat’îsi şudur: Altı vilayetin altı zabıta dairesi, altı yüz bin talebelerin yirmi sekiz sene zarfında haksız muamelelere maruz kaldıkları halde hiçbir vukuatlarını kaydedememeleri; hattâ Afyon Savcısının asayiş ittihamına mukabil, Üstadımız demiş: “Bu yirmi sekiz senede bir tek vukuatı gösterebilir misiniz? Madem gösteremediniz, nasıl bu ittihamı ileri sürüyorsunuz? Yalnız küçük bir talebenin, başka bir meseleden küçük bir vukuatından başka ve altı yüz bin talebeden hiçbir vukuatları olmadığı kat’î ispat eder ki asayişi Nur talebeleri muhafaza ediyorlar.” diye Afyon’da savcıya demiş ve susturmuştur.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz kardeşlerim!

Bu defa motorlu kayık içinde Eğirdir’den Barla’ya giderken denizin dehşetli emsalsiz fırtınası Leyle-i Kadirdeki dehşetli hastalık gibi zahmet noktasını kaldırıp büyük bir rahmete vesile olduğunu sizlere müjde veriyorum.

Altı arkadaş ile beraber şehit olmak, yedi ihtimalden altı ihtimal ile deniz bize geniş bir kabir olmak için zemin hazırlandı. Fakat o hal altında mükerrer tecrübelerle yağmurun Risale-i Nur’la alâkadarlığı ve şimdi çok zamandır yağmura şiddetli ihtiyaç olduğu bu zamanda, Risale-i Nur’un gizli düşmanlarının tehlikesinden ve geniş planından kurtulmasına bir işaret olarak o dehşetli haletimiz bir sadaka-i makbule hükmüne geçtiği remziyle, o rahmet-i İlahîden gelen emr-i Rahmanîyi imtisalindeki iştiyak ile yağmurun bir annesi olan bu deniz, o rahmete dair emr-i İlahîyi gayet heyecanla ve iştiyak ile acelelik ile getirmek için bir şefkat tokadı nevinden Nur talebeleri olan bizim başımızı tokat ile yüzümüzü ve gözümüzü yağmurla okşadı. Biz bu haleti zahiren hiddet, manen şefkatkârane okşamak nevinde gördük.

Ben daha fırtına ve yağmur başlamadan evvel hiss-i kable’l-vuku ile hazine-i rahmete bir anahtar olacak dehşetli ve heyecanlı bir musibet hissettiğimden mütemadiyen Cevşen’i ve Şah-ı Nakşibend’in virdini okuyordum. Denizin o dehşeti içinde kemal-i şevk ile o mübarek denizi kabir olarak kabul ediyordum. Böyle kaza ile vefat eden şehit hükmünde olduğu gibi şehit de veli hükmünde olmasından altı arkadaşıma acımadım. Yalnız içinde bulunan çocuğa bir parça acıdım. O kayığın makinesi bozulduğu ve yelkeni de rüzgâr onun aksiyle geldiği için fayda vermediğini ve denizin mevcleri de pek büyük; evvela kayığa ve zahiren bize hücum etmesiyle beraber kayığın içine girmediği için kemal-i sabır ve şükürle karşıladık ve salimen sahile çıktık. ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ dedik.

Said Nursî

***

Üstadımız diyor ki:

Ben elli altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuvvetimle iman hizmetindeki ihlasın neticesi olan asayişi muhafaza ile bir cani yüzünden on masumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi hattâ lüzum olsa hayatımı feda etmekle her bir tazyikata, manasız, lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül ettim. İşte benim otuz kırk senedir bu hizmet-i imaniye için benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp bir bardak suda fırtına çıkarıp beni taciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin bir neticesi olan asayiş için sabır ve tahammül ettim. Bir misali:

Beş mahkeme huzurunda hiç benim kıyafetime ilişilmediği halde ve mütemadiyen gezdiğim halde ve hattâ İstanbul’da mahkememde yüz yirmi polis bulunduğu halde, aynı kıyafetime ilişmediler ve iki ay İstanbul’da yaya gezdiğim halde mümanaat etmediler ve ilişmeye hiç kimsenin hakkı yok. Çünkü hem münzevi hem de camiye gitmiyor ve çarşıda kalabalık yerlerde gezmiyor, yalnız otomobili ile çıkıyor. İnsanlarla zaruret olmadan konuşmayan… Yalnız teneffüs için dağlar başında ve hâlî yerlerde geziyor. Şimdi ehl-i dünyanın hiçbir hakkı yoktur ki vaziyetime, halime ilişsinler.

Bir seyahat münasebetiyle ve otomobili içinde İstanbul’a en mühim bir mesele-i imaniye için gitmesinden, şimdi İstanbul’un bazı resmî adamları yirmi cihette kanunsuz bir tarzda kanun namına Üstadımızı bir bardak suda fırtına koparmak nevinden milyonlar fedakâr talebeleri bulunan bir zata, sinek kanadı kadar bir ehemmiyeti olmayan bir mesele için resmî adamları yanına göndermek olan yüz cihette ehemmiyetsiz, manasız ve bir habbeyi yüz kubbe yapmak gibi bu şeye karşı Üstadımız diyor: “Madem iman hizmetinde ihlas-ı etemle, anarşiliği durdurmakla, asayişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerektir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum. Onları da helâl ediyorum.”

Üstadımızın bu defa İstanbul’a gitmesi münasebetiyle İstanbul Müddeiumumîliğince ifadesinin alınması için yanına gelen iki memura Üstadımız dedi: “Ben daha evvel bu mesele için mahkemede ifade vermiştim ve mahkeme tahkikat yapmış, neticede beraet vermiş. Başka diyeceğim yok.” diyerek Samsun Mahkemesine giden ve İstanbul Mahkemesinde okuduğu ifadatını tekrar söyledi. Hem eskiden aldığı birkaç rapor var ki hastalığı dolayısıyla başını sarmaya mecburdur ve şiddetli nezleden ve hastalıklardan dolayı istirahate ve tebdil-i havaya ihtiyacı vardır. Daimî bir yerde kalması sıhhatine münafîdir. Daha evvel lüzum da olmadığı için bu raporları göstermeye tenezzül etmiyordu, lüzum görmüyordu.

Hizmetinde bulunan Nur talebeleri

Tahirî, Zübeyr, Sungur, Hüsnü, Bayram

***

Üstadımızın Vasiyetnamesi

Hem benim şahsımın hem Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek hususan nafakasını çıkaramayanlara vermek lâzımdır.

Şimdiye kadar birkaç senedir tayinatları verilen Nur talebeleri, haslara malûm olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de tam muhafaza etsinler.

Evet, bu vasiyetnameyi tasdik ediyorum.

Said Nursî

Vasiyetnamenin Hâşiyesidir

Üstadımız âhir ömründe insanların sohbetinden men’edildiği cihetle anladı ki bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki a’zamî ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda, şan şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından a’zamî ihlas ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur’daki a’zamî ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir manevî sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.

Said Nursî

***

Menderes’in Konya Nutkuna Dair Açıklaması

Başvekil, sözlerinin maksatlı olarak tefsirlere tabi tutulduğunu söylüyor. (Hususi muhabirimizden.)

Ankara: Başvekil Adnan Menderes Konya’da söylemiş olduğu nutuk dolayısıyla yapılan neşriyat üzerine Zafer gazetesinin sorduğu bir suali şu şekilde cevaplandırmıştır:

Konya’da Hükûmet Meydanı’nda büyük bir kütle halinde toplanmış bulunan çok muhterem Konyalı vatandaşlarıma karşı söylediğim nutkun laiklik telakkimiz hakkındaki kısmını sû-i niyet sahibi kalemlerde nasıl tefsire tabi tutulduğunu, ben de esefle müşahede ettim. Bunlardan bir kısım sözlerimin kardeşi kardeşe kırdıracak bir mahiyette olduğunu, bir kısmı sağ politikacılara meydan açtığını ve mukaddesatçılık yasağını ortadan kaldırdığını ve netice itibarıyla Türk inkılablarının büyük esaslarından birini zedelediğini ifade etmişlerdir.

Bütün bu yazılarda dikkatime çarpan cihet, Konya’daki sözlerimin takip olunan maksatlara ve elde edilmek istenilen neticelere göre tahrif edilmiş olmasıdır. Meselenin iyice anlaşılması için evvela Konya’daki sözlerimi bir kere daha ve o günkü Anadolu Ajansında neşredildiği gibi tekrar etmek isterim. O gün aynen şöyle demiştim:

Şimdi size laiklik telakkimizden de bahsetmek istiyorum. Laiklik bir taraftan din ile siyasetin birbirinden ayrılması, diğer taraftan ise vicdan hürriyeti manasına gelir. Din ile siyasetin kat’î surette birbirinden ayrılması esasında en küçük tereddüde dahi tahammülümüz yoktur.

Vicdan hürriyeti bahsine gelince: Türk milleti Müslüman’dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır. Halbuki mekteplerde din dersi olmayınca evladına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar, bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu dinini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrum edilmemek icab eder. Böyle mahrumiyet ve imkânsızlık, vicdan hürriyetine uygundur denilmez. Bu itibarla orta mekteplerimize din dersleri koymak, yerinde bir tedbir olacaktır.

Dinsiz bir cemiyetin, bir milletin pâyidar olabileceğine inanmıyoruz. En ileri milletlerin dahi din ile siyaset ve dünya işlerini birbirinden ayırdıktan sonra ne derece dinlerine bağlı kaldıklarını biliyoruz. Bugünkü seviye ile asil milletimize taassup isnadı reva görülemez. Milletimiz dinine sımsıkı bağlı olduğu kadar, umumiyetle dini en temiz duygularla benimsemektedir. İslâmlık, milletimizin vicdanında en musaffâ seviyesini bulmuştur. Müslümanlığı ve onun esaslarını, farîzalarını ve kaidelerini kifayetle telkin edip öğretecek öğretmenlerimizin yetiştirilmesine ayrıca gayret sarf edilecektir. Gelecek sene lise derecesinde ilk mezunlarını verecek olan Konya İmam Hatip Mektebinin ileri seviyede din tahsili veren bir tedris müessesesi haline getirilmesi ve bu müesseselerin benzerlerinin yurtta fazlalaştırılması uygun olacaktır, demiştir.

“Konya nutkumun bu kısmını muhterem Türk efkârı karşısında öylece tekrar ettikten sonra şunu ehemmiyetle tebarüz ettirmek isterim ki: Beyanatım, herhangi bir iltibasa mahal vermeyecek kadar açıktır. Yapılacak tefsirlerde, ileri sürülecek mütalaalarda bu açık metne sadık kalmak esastır. Hiç kimse benim söylediğim sözleri tahrif hakkına sahip olmadığı gibi hiçbir zaman aklımdan geçmeyen maksadı ve niyetleri bana atfetmeye, kimsenin hakkı olmamak lâzım gelir.”

Hâşiye: Başvekilin Konya’daki ehemmiyetli nutku için umum Nur talebeleri ve mektepli masum çocuklar namına bir tebrik yazacaktım. Şimdi kalbime geldi: Risale-i Nur’un serbestiyetine dair müdafaatlarımızın ve ehemmiyetli bir avukatımızın ehl-i vukufa cevabının arkasında o nutku, Risale-i Nur’un serbestiyetine dair bir sebep ve senet göstermekle Anadolu’daki Müslümanları ve Nur’un bütün talebelerini ona bir manevî kuvvet ve duacı yapmak, ezan-ı Muhammedînin ilanı onlara nasıl bir manevî kuvvet hükmüne geçti; bu nutukla Risale-i Nur’un serbestiyeti dahi ona bir manevî kuvvet hükmüne geçmesi için ona tebrik yerine, dava vekilimizin haklı müdafaasında bir hâşiye yaptık. (*)

Rehber’in müsaderesine bahaneleri reddeden avukat Mihri’nin müdafaatı gibi Konya’da Başvekilin bu nutku da o bahaneleri reddeden bir hakikattir.

(*) Bu müdafaa, Eşref Edib’in neşrettiği küçük Tarihçe-i Hayattadır.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Üstadımız Said Nursî diyor ki:

Madem Isparta benim hakiki bir memleketimdir. Ben ruh u canımla bu hakiki memleketime ve insanlarına hayır kazandırmak istiyorum. Şimdi çok mühim olan hayır da şudur:

Afyon nasıl ki bütün Risale-i Nur Külliyatı’nı iade etmekle âlem-i İslâm ve hattâ âlem-i insaniyette çok büyük bir hayra vesile oldu ve sekiz seneden beri olan hatayı hiçe indirip affettirdi. Bu mübarek Isparta dahi âlem-i İslâm nazarında Mısır Camiü’l-Ezheri ve eski Şam-ı Şerif mübarekiyetine mazhar olduğundan, elbette Risale-i Nur’u sahiplerine iade etmekle hasıl olacak çok büyük şeref noktasında Afyon’dan geri kalmayacak. Belki yirmi derece ileri gidecek. Isparta’nın âdil adliyesi, vatan-perver demokratı ve dindar halkı bu hayr-ı azîmi memleketlerine kazandırmak ve Afyon’un mazhar olduğu şereften yüz derece ziyade bir şerefi kendilerine temin etmek için bu mübarek Isparta’nın mahsulü olan Nur Risalelerinin iadesine çalışsınlar. Nasıl ki Isparta’nın bir mebusu olan Tahsin Tola, Ankara ve Afyon’un Risale-i Nur iadesinde yüz adam kadar fayda verip bu hayr-ı azîmin yarısını Ispartalılara kazandırdı.

Hizmetinde bulunan Nur Talebeleri

***

Üstadımız izzet-i ilmiyeyi muhafaza için eski zamandan beri en büyük reislere tezellül etmedi. Hem halkların hediyesini kabul etmiyordu. Şimdi ise Üstadımız hem zayıf olduğu halde, ehl-i ilme bir mahzuru olmayan hediyeyi ise hastalıkla alamıyor. Hattâ biz hizmetkârlarından dahi en küçük bir şeyi mukabelesiz yiyemiyor. Yese hasta oluyor. Bu haleti, hiçbir şeye âlet olmayan Risale-i Nur’daki a’zamî ihlasın muhafazası için bir hastalık suretini aldı. Ve hastalıkla bu kaidesini bozmaktan men’ediliyor itikadındayız.

Hattâ Risale-i Nur’un her tarafta neşir ve intişarının büyük bir bayramı münasebetiyle, ehl-i ilme lâzım olan musafaha ve sohbet etmekten ve bu mübarek bayramda da en has talebeleri ve kardeşleriyle musafaha ve sohbetten ve ona bakmaktan da şiddetle sıkılıp a’zamî ihlasın muhafazası için bir hastalık haleti alarak men’edildiği ona ihtar edildi.

Hattâ bizler gördük ki bu mübarek bayramda şiddetli hastalığı için talebelerine dedi: “Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.”

Biz de Üstadımızdan sorduk:

Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men’ediyorsunuz?

Cevaben Üstadımız dedi ki: Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi enaniyet ve benliğin verdiği gafletle; heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki a’zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta hem garpta hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.

Dünyada beni sohbetten men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek, dedi.

Hizmetinde bulunan talebeleri

***

Üstadımızın Afyon Mahkeme Heyetine Gönderdiği Yazının Suretidir

Bugün sizi tebrik ve size teşekkür için Afyon’a geldim. Çoktan beri kitaplarımızın zayi olmaması için ziyade muhafaza ettiğinize teşekkür ederim. Ve şimdi Ankara’ya göndereceğinizden sizi tebrik ederim. On sene evvel hususi olarak birisinin birisine yazdığı ve bazen de benim namımla yazılıp imzam bulunmayan ve neşrolmayan hususi mektuplar evvelce mahkemenizce tetkik edilip medar-ı mes’uliyet bir şey bulunmadığından nazar-ı itibara alınmadı. Hem mürur-u zamana uğramış ve neşredilmemiş ve af kanunları görmüş, malûmatım olmamış ve Risale-i Nur kitaplarıyla alâkası olmayan mektupları, yeniden nazar-ı dikkate almak hem ehl-i adaleti hem ehl-i vukufu lüzumsuz meşgul edeceğinden böyle işgal etmemesi ve işimizin tehire uğramaması için mezkûr hususi mektuplarım o mübarek kitaplara takılmaması adaletinizden temenni ediyoruz.

Bu mübarek adliye iki defa o kitapların beraetle iadesine karar verdiği halde, bazı esbaba binaen mahpus kalmış aynı kitapları bazen tamamını, bazen ele geçirilen kısmını beş mahkemenin iade ettiklerini ve beş emniyet dairesi de sahiplerine teslim ettiklerini size haber veriyoruz. İnşâallah adaletiniz ve hüsn-ü niyetiniz bu defa da iadesine vesile olacak.

Hasta Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Sayın Adnan Menderes,

Otuz beş seneden beri siyaseti terk eden Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri, şimdi Kur’an ve İslâmiyet ve vatan hesabına bütün kuvvetiyle ve talebeleriyle, dersleriyle Demokrat Partinin iktidarda kalmasını muhafazaya çalıştığına, biz Demokrat Parti mensupları ve Nur talebeleri kat’î kanaatimiz gelmiştir.

Üstadımızdan, ne için Demokrat Partiyi muhafazaya çalıştığını sorduk, cevaben:

Eğer Demokrat Parti düşse ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihatçıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesi’yle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, on beş senede yaptığı icraatının kısm-ı a’zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek. Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için Demokrat Partiyi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum, dedi.

Milletçilere gelince:

Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa (Hâşiye[2]) Demokrat Partiye yardım ettiği gibi muhalif ve muarız olmayarak iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise birden hakiki Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türk’tür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman Hürriyetin başında olduğu gibi bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakiki Türkleri ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcud ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise dehşetli, tehlikeli olduğundan Kur’an ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum, dedi.

Sayın Adnan Menderes,

Bütün gayesi vatan ve milletin selâmeti uğruna çalışan ve ders veren Üstadımız Bedîüzzaman gibi mübarek ve muhterem bir zatın Demokrat Partiye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, iktidar partisi yapıyormuşçasına çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımızı Demokrat Partiden soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatimiz gelmiş.

Sizin gibi “Dinin icablarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez.” diyen bir Başvekilden vatan, millet, İslâmiyet adına partimize maddî ve manevî büyük yardımları dokunan bu mübarek Üstadımızın kitaplarının ve kendisinin tamamen serbest bırakılarak bir daha rahatsız edilmemesinin teminini saygı ve hürmetlerimizle rica ediyoruz.

Demokratlar azalarından Nur talebeleri:

Mustafa, Nuri, Nuri, Hamza, Süleyman, Hasan, Seydî, Receb, İbrahim, Faruk, Muzaffer, Tahir, Sadık, Mehmed

***

Demokratlara Büyük Bir Hakikati İhtar

Şimdi Kur’an, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var:

Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan yüzde otuz kırk adama zarar verebilir.

İkincisi: Eskiden beri müstemlekatların, Türklerle alâkalarını kesmek için Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için ifsad komitesi namında bir komite. Bu da yüzde on-yirmi adamı bozabilir.

Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hristiyanlara benzemek ve bir nevi Purutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler heyetidir. Bu cereyan yüzde belki binde birisini, Kur’an ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir.

Biz Kur’an hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’an hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki:

Demokratlar, evvelki iki müthiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım Garplılaşmak ve Garplılara tam benzemek mesleğini takip edenler ise üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar. Madem o cereyanın yüzde ancak birisini belki binden birisini Purutlar ve Hristiyan gibi yapmaya çevirebilirler. Çünkü İngiliz iki yüz sene zarfında tahakküm ettiği iki yüz milyon İslâm’dan iki yüz adamı Purutluğa çevirememiş ve çeviremez.

Hem hiçbir tarihte bir İslâm, Hristiyan olduğunu ve kanaatle başka bir dini İslâmiyet’e tercih etmiş olduğu işitilmediğinden, iktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de madem o Demokrat Partisi, meslek itibarıyla öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def’etmesinde mecburi vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyet’e büyük bir faydası dokunabilir.

Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden ikaz edip “Aman çabuk hakikat-i İslâmiyeye yapışınız!” ihtar ediyoruz ki vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur’aniyeye dayanmak ve bütün âlem-i İslâm’ı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile dört yüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddi çalışan muazzam bir devleti kendine hakiki dost yapmak, iman ve İslâmiyet’le olabilir.

Biz bütün Nurcular ve Kur’an hizmetkârları, onlara hem haber veriyoruz hem İslâmiyet’e hizmette muvaffakıyetlerine dua ediyoruz. Hem de rica ediyoruz ki: Bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâm’da pek büyük faydası ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u, müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler ve selâmeti bulsunlar.

Said Nursî

***

Medar-ı ibret ve hayret ve şükrandır ki:

Yirmi dokuz senedir, elli seneden beri benimle muarız gizli düşman komiteler bütün desiseleriyle aleyhimde adliyeyi, hükûmeti sevk etmeye çalışırken ve her desiseye baş vururken yüz otuz kitabımı, binler mektuplarımı tetkik ve taharri için adliyenin nazarını celbetmiş. O adliyeler beşi kat’î beraet ve umum kitapları suç yok diye iadeye karar vermeleri ve geçen Malatya Hâdisesi münasebetiyle yine gizli düşmanlarımız hükûmetin ve adliyenin nazar-ı dikkatini bizlere çevirmeye çalıştıkları halde, yirmi üç mahkeme demişler ki: “Suç bulamıyoruz.” (Hâşiye[3]).

Acaba benim gibi dünya ehli ile münasebeti pek az ve Risale-i Nur gibi hakikati hiçbir şeye feda etmeyen, yüz otuz kitabında bu kadar aleyhimizde bahane arayanlar varken hiçbir suç bulunmaması ve yalnız Eskişehir’in bir tek mesele olan tesettürden başka o da cevap verildikten sonra kanaat-i vicdaniyeye çevrilmesi; halbuki Nur talebeleri gibi takvaya taraftar olanlardan bir tek adamın on mektubunda on günde onu mes’ul edecek bazı maddeler bulunur. Bu kadar hadsiz bir derecede kesretli bir şeyde medar-ı mes’uliyet adliyeler gösterememesi iki şeyden hâlî değil:

Ya kat’iyen bir inayet ve hıfz-ı İlahiyedir ki bu cihette merhametini, rahîmiyetini Nur talebeleri, Kur’an hizmetkârları hakkında gösteriyor ki bize temas eden bütün adliyeleri böyle hârika bir adalete ve hiçbir cihette haksızlık yapmamaya ve böyle aleyhimizde binler esbab varken o hakikat-i kudsiye-i Kur’aniyenin bir hizmetine yardım etmişler. Biz de bütün ruh u canımızla onlara teşekkür ederiz.

Eski zaman adliyelerinin önünde padişahlar, fukaralarla diz çöküp muhakeme olması ve Hazret-i Ömer (ra) adaleti zamanında âdi bir Hristiyanla; Hazret-i Ali (ra) âdi bir Yahudi ile muhakeme olması ile gösterilen, adliyedeki haktan başka hiçbir şeye âlet olmadığını gösteren adliyelik adaletinin bu sırr-ı azîmine bizimle alâkadar olan bu adliyeler –bize temas eden cihette– mazhar olmuşlar. Onun içindir ki yirmi sekiz senedir bu kadar işkenceler, hapisler, tazyikatlar gördüğüm halde, hiçbir adliye adamlarına, bu sırr-ı azîme binaen değil küsmek ve beddua, bilakis kalben bir minnettarlık, bir nevi teşekkür, bir tebrik var.

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Şimdi hem Ankara hem İstanbul hem Samsun hem Antalya Risale-i Nur’un neşrine başladığı cihetle, gizli din düşmanı komiteler o neşriyata karşı bir evham vermemek için şimdilik has dostları da kabul etmemeye mecbur oldu tâ Sözler’in tabı tamam oluncaya kadar.

[2] Hâşiye: İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise millet de birdir. Din bir ise yine millet birdir.

[3] Hâşiye: Denizli’de bütün Risale-i Nur eczaları iade edilmesi ve İstanbul’da ve Ankara’da ele geçen bütün risaleleri iade etmeleri ve Tarsus-Mersin’de ellerine geçen umum risaleleri iade etmeleri ve dört ay Ankara bütün risaleleri tetkik ile iadesine ve beraetine karar vermeleri ve o beraet ve iadeyi Temyiz dört defa tasdik etmesi ve en ziyade uğraşan Afyon, dört sene sonra iki defa beraet ve iadesine karar vermesi gösteriyor ki adliyeler tamamıyla hakiki adaletle iş görmüşler ki yeni şeylerin ehemmiyeti kalmıyor.

Emirdağ Lâhikası – II s.171-189

Bağdat’ta çıkan, ehemmiyetli, siyasî bir ceride olan “Eddifa” gazetesinin muharriri İsa Abdülkadir diyor ki:

Nur talebelerinin mürşidi olan Bedîüzzaman Said Nursî hakkında “Eddifa” gazetesini okuyanlar benden soruyorlar: “Türkiye’deki Nur talebelerinden ve Üstadları olan Said Nursî’den bize malûmat ver.” diyorlar. Ben de bunlar hakkında kısa bir cevap vereceğim. Çünkü Üstadın, Nur’un ve Nur talebelerinin Araplarda hakkı olduğu için Araplar onlardan ciddi bahsetsinler. Zira İslâmiyet’in madde-i esasiyesi olan Araplar, Risale-i Nur’dan ziyadesiyle fayda görmeye başlamışlar.

Bu Nur talebeleri Risale-i Nur’la hem Türkiye’de hem bilâd-ı Arap’ta komünistliğe karşı muhkem bir set tesis ediyorlar.

Risale-i Nur ise öyle geniş bir mikyas ile intişar ediyor ki değil yalnız Türkiye’de ve bilâd-ı İslâmiyede, hattâ ecnebilerde de iştiyakla istenilir oluyor. Ve Nur’un talebelerinin şevklerini hiçbir şey kıramıyor. İşte Nur talebeleriyle Nur Risaleleri ve onların bu büyük hizmet-i Kur’aniyeleri Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki mübarek âlem-i İslâm’daki hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyeyi takdir ve tahsinle karşılıyor. Bütün Irak ahali-i müslimesi ki Arap, Türk, Kürt, İran, bu İslâmî hizmeti ve kudsî mücahedeyi kemal-i ferah ile karşılıyorlar. Ve Türkiye’deki Türk kardeşlerimiz, Garb’ın yanlış tesiratlarına karşı bunlarla mukavemet gösteriyorlar kanaatindedirler.

İsa Abdülkadir

***

Risale-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyet’e büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için o surî konuşmak yerine bu mektup, benim bedelime konuşsun diye yazdım.

Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet’in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum:

Birincisi: İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi: وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyet-i kerîmesinin hakikatidir ki birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Halbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik taraftarlığı ile bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir caninin cinayeti yüzünden, taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adâveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bi’l-misile mecbur ediliyor. Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar, burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp masumları himaye için canilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-u esasîden geliyor:

Mesela, bir hanede veya bir gemide bir masum ile on cani bulunsa hakiki adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasîsi ile o masumu kurtarıp tehlikeye atmamak için gemiye ve haneye ilişmemek lâzım tâ ki masum çıkıncaya kadar.

İşte bu kanun-u esasî-i Kur’anî hükmünce, asayiş ve emniyet-i dâhiliyeye ilişmek, on cani yüzünden doksan masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahînin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakiki dindarların başa geçmesine yol açmış. Kur’an-ı Hakîm’in bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.

İslâmiyet’in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadîs-i şeriftir:

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidane bir tahakküm ve mütekebbirane bir mertebe tarzına getirdiğinden abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi adalet adalet olmaz, esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki hak olabilsin belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

Şimdi Adnan Menderes gibi “İslâmiyet’in ve dinin icablarını yerine getireceğiz.” diyene ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebilerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir:

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak bir cani yüzünden kırk masumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

İkinci hücum da: İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp –evvelkisi gibi– bir cani yüzünden yüz masumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla hem hürriyetperver dindar Demokratlara hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara hem hükûmet aleyhine hem bîçare Türkler aleyhine hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakiki kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acib tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

Mesela, İslâmiyet milliyeti ile dört yüz milyon hakiki kardeşin her gün اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنٖينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ dua-yı umumîsiyle manevî yardım görmek yerine, ırkçılık dört yüz milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana hem hükûmete hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakiki Türk değillerdir. Necip Türkler böyle hatadan çekinirler.

Bu iki taife her şeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsâr ile tahakkuk ediyor. Bu acib tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı; kırk sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi bulunan hakikat-i Kur’aniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine o cazibedar hakikatle beraber nokta-i istinad yapmak, o mezkûr muarızlarınıza ve hem dâhil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çare-i yegânedir. Yoksa o insafsız dâhilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi size de yükleyecekler. Hem size hem vatana hem millete telafi edilmeyecek bir tehlike olur.

Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.

Üçüncüsü: İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu hadîs-i şerifin اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا hakikatidir. Yani hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dâhildeki adâveti unutmak ve tam tesanüd etmektir. Hattâ en bedevî taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup hariçteki düşman def’oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki:

Benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir salih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük salih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuz beş seneden beri siyaseti terk ettim.

Hem şimdi birisi hem ramazan-ı şerife hem şeair-i İslâmiyeye hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit, muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki küfre rıza küfür olduğu gibi; dalalete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalalettir. Bu acib halin sırrını gördüm ki kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mazur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha cani görmek ve göstermek istiyorlar.

İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir sû-i kasd hükmündedir.

Daha yazacaktım fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.

Said Nursî

***

Adnan Menderes’e gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan içtimaî hayatımıza ait bir hakikatin hâşiyesini tekrar takdim ediyoruz

Hâşiye: Eskilerin lüzumsuz, keyfî kanunları ve sû-i istimalleri neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî Meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm’ın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Ezan-ı Muhammedînin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve hâlen İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar ilan etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zalimane kabahatleri onlara yüklenmez fikrindeyim.

Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki saat baktım ve bunu yazdım.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Samsun Mahkemesinden Sorgu ve Savcının Büyük Cihad’da intişar eden bir şekvama dair beni Samsun Ağır Ceza Mahkemesine vermelerine dair bir davetiye geldi. Bana okudular. İçinde yalnız dört nokta nazar-ı ehemmiyete alınabilir gördüm:

Birincisi: Büyük Cihad’ın müdür-ü mes’ulü mahkemede müddeiumumîye demiş ki: “Said Nursî o makaleyi bana göndermiş. Ben de neşrettim.”

Bu meselenin hakikati şudur: Ben hasta iken Emirdağı’ndaki kardeşlerim yanıma geldiler. Emirdağı’nda başıma gelen zalimane hâdiseye dair konuştuk. Hem hastalıklı hem hiddetli hem Ankara’ya şekva suretinde bir şeyler söylemiştim. Yanımdaki hizmetçim kaleme aldı. Nur talebelerinin tensibiyle Ankara’daki bir iki Nur talebesine gönderip tâ bazı dindar mebuslara göstersinler. Bu hastalığımda bana sıkıntı verilmesin. Hem gönderilmiş. Bazı mebuslar da görmüş. Ve bilmediğimiz bir zatın hoşuna giderek Büyük Cihad müdürüne göndermiş. Ben kasem ederim ki o zamandan şimdiye kadar bilmiyorum ki kim göndermiş. Fakat neşrolduktan sonra bir nüsha buraya gelmiş. Yeni harfleri bilmediğim için bana birisi okudu. Ben memnun oldum. Allah razı olsun neşredenlere dedim. Gerçi otuz beş seneden beri siyaseti terk etmişim. Fakat Büyük Cihad gibi hâlisane dine hizmet eden o cerideye ve onun sahip ve muharrirlerine din namına minnettar oldum ve Allah razı olsun dedim. Haberim olmadan ve para da vermeden daima bana o mübarek gazete gönderiliyordu.

İkinci Nokta: Benim Samsun’daki Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilmekliğime dairdir. Bu noktada bunu kat’iyen beyan ediyorum ki Samsun havalisinde hususan Büyük Cihad dairesine mensup, mübarek âhiret kardeşlerim ve Nur talebelerini ziyaretle görmek için oraya gitmek isterdim. Fakat doktorların raporlarıyla kat’î iktidarsızlığım o dereceye gelmiş ki beş dakikalık karşımdaki, bu meselenin başlangıcı ve esası olan mahkemeye, bir buçuk senedir bana haber verdikleri halde gidemiyorum. Mecburiyetle müddeiumumî ve hâkim vazifesini gören sorgu hâkimi yanıma geldiler. Medar-ı sual ve cevap Büyük Cihad gazetesini de getirdiler. Gazetenin bazı sözleri benim sözlerim içine karıştırılmış. Ben de onlara cevaplarını vermiştim. Eğer faraza Ağır Ceza bu ehemmiyetsiz meseleye ehemmiyet verse benim mahkememi Eskişehir’e nakline müsaade etsin ki orada sıhhiye heyetinden iki aylık raporlu zehir hastalığı ile şiddetli hasta bulunduğumdan bizzat bulunabilirim. Yoksa imkânı yoktur.

Üçüncü Nokta: Savcı ve Sorgu Hâkimi 163’üncü maddeye dayanıp Said Nursî’yi dini siyasete âlet ve asayişe zararlı propaganda diye itham ediyorlar. Bu noktanın hakikatini yirmi dokuz senedir beş altı mahkeme ve beş altı vilayetin zabıtaları ve 133 parça kitaplarımı ve binlerce umum mektuplarımı elde ettikleri halde ve dinsiz komitelerin tahriki ile safdil bazı memurları aldatmalarıyla kat’iyen iki meseleden başka medar-ı mes’uliyet bulmadıklarına delil:

İki sene bütün mektuplarım ve kitaplarım Denizli Ağır Ceza Mahkemesiyle Ankara Ağır Ceza Mahkemesi ve Mahkeme-i Temyiz de müttefikan hem benim beraetime hem bütün kitapların iadesine karar vermeleri ve beş altı vilayette yalnız tesettüre dair bir âyetin tefsiri bahanesiyle bir tek mahkeme hafifçe ceza vermek istedi. Kat’î ve kuvvetli cevabıma karşı mecburiyetle meseleyi kanaat-i vicdaniyeye çevirdiler. Demek onlar da medar-ı mes’uliyet bulamadılar. Bu noktayı izah için Afyon Mahkeme Reisine gönderdiğim istidayı size de bera-yı malûmat gönderiyorum.

Elhasıl: Aynı nakarat beş altı mahkemede tekrar edilmiş ve medar-ı mes’uliyet bulamamışlar. Şimdi Samsun Savcısı ve Sorgusu yirmi sekiz seneki nakaratı aynen tekrar ediyorlar: “Şahsî nüfuz temin için propaganda yapıp dini siyasete âlet ediyor.” Beş mahkemede dört yüz sahife kadar olan cerh edilmemiş müdafaatıma, benim bedelime havale ediyorum. Beni konuşturmaktan ise ona baksınlar.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Samsun’dan gelen tebliğnameye karşı kısaca cevabımı Samsun Heyet-i Hâkimesine takdim ediyorum:

Birincisi: Ben makalemi kendim göndermemişim. Bütün buradaki dostlarım biliyorlar.

İkincisi: Benim gizli düşmanlarımın sû-i kasdıyla zehir tesemmümü ile şiddetli hastalığımdan yanımdaki camiye on defada ancak bir defa gidebiliyorum. Bu Samsun Mahkemesini yakınımızdaki Eskişehir’e naklini kanunen talep ediyorum.

***

Gayet Ehemmiyetli Bir Hâdise, Bir İstida ve Bir Şekvadır

Pakistan’da çıkan “Essıddık” namındaki mühim bir mecmua elimize geçti. Baktık ki elli sahifelik o mecmuanın yarısına yakın kısmı Risale-i Nur’un bazı makaleleridir. Ve bilhassa başında Risale-i Nur’dan Yirmi İkinci Mektup’un Birinci Mebhas’ını gayet ehemmiyetle ve takdir ile âlem-i İslâm’a اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ âyetine bir davetname hükmünde yazdığını gördük. Şimdi o Arabî mecmuanın tercüme ettiği risalenin aslı olan Türkçesini efkâr-ı âmmeye, hususan bu hükûmet-i İslâmiyenin reislerine ve mebuslarına bir sene evvel verildiği gibi yine bera-yı malûmat takdim etmek için iki üç sebep var:

Birincisi: Risale-i Nur’dan Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında yazılan kat’î yüzer işaratın ve emaratın delâletiyle ve çok hâdiselerin o delâleti tasdiki ile sabit olmuş ki:

Risale-i Nur, manevî tahribata ve anarşilik ve Bolşevizm, tabiiyyun ve maddiyyunluğa ve şükûk ve şübehata ve küfr-ü mutlaka karşı bir sedd-i Kur’anî hizmetini bihakkın îfa etmesiyle bu vatanı bu tehlikeli dünya fırtınası içinde muhafazaya bir vesile olduğu ve bir sadaka-i makbule hükmüne geçip İkinci Harb-i Umumî’nin belasına ve başka memleketlerde vuku bulan belaların bu memlekete girmesine mümanaatla manevî bir siper teşkil ettiği bedahetle aşikâr olmuştur. Bu müddeayı Risale-i Nur’a nazar eden en muannid feylesoflar da tasdik etmeye mecbur kalmışlardır.

İşte o Risale-i Nur beş yüz bin talebesiyle ve altı yüz bin nüshasıyla herkesin kalbinde iman dersiyle bir yasakçı bırakıp asayişi temin etmekle وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى yani birinin günahıyla başkası mes’ul olamaz diye olan Kur’an’ın bir kanun-u esasîsini tatbike çalışmasıyla ve milyonlarla okuyanlar içinde hiçbirisi onu okumaktan zarar görmemesiyle bu zamanda bir mu’cize-i Kur’aniye ve bu vatan ve millet için bir vesile-i def’-i bela olduğu ispat edildiği halde ve yirmi beş seneden beri gizli, ifsadcı, anarşi hesabına çalışan komiteler desiseleriyle mahkemeleri aleyhine sevk edip çalıştıkları ve beş vilayette beş büyük mahkeme Risale-i Nur’un eczalarını inceden inceye tetkik edip medar-ı mes’uliyet bir tek nokta bulamayıp beraet verdikleri ve sonra da yirmi yerde yirmi adliye ayrıca alâkadar olup mûcib-i mes’uliyet bir cihet olmadığından suç yok, diye karar verdikleri ve Afyon Mahkemesi de iki defa iadesine karar verdiği halde risalelerin iadesini ve tamam intişarını iktiza eden kanunî, hukukî esbab-ı mûcibe mevcud iken, beş seneden beri gizli komitelerin aldatmaları ve desiseleriyle ve bahanelerle Afyon Mahkemesinde beş senedir o mübarek risalelerin sahiplerine teslimi tehir edilmektedir.

Halbuki büyük emniyet dairelerince, zabıtaca sabit olduğu gibi; yüz binler Nur talebelerinde ve yüz binler Nur nüshalarında hiçbir zarar, bir vukuat görülmemesi, kaydedilmemesi gösteriyor ki Risale-i Nur asayişin temel taşına hizmet eden bir sadaka-i makbule hükmündedir. Maddî ve manevî tehlikelerden bu memleketi muhafazaya vesile olduğu tahakkuk eden bir hakikat-i Kur’aniyedir.

Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir parçası olan ve binler gençleri vatan, millet ve asayişin menfaatine terbiye eden Gençlik Rehberi’nin mahkemesi dolayısıyla Üstadımız hasta halinde iki defa İstanbul’a mahkemeye gidip yüz yirmi polisin kalabalığı dağıtmaya çalıştığı o mahkemede Gençlik Rehberi’nin hem müellifine hem nâşirine ittifakla beraet ve ayrıca Rehber’in de içinde bulunduğu umum risalelere beş mahkeme beraet vermişken; on beş günde teslimi lâzım gelen Gençlik Rehberi’nin on beş aydan beri teslim edilmemesi ile Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemeleri beş ayda beraet ve iadesine karar verdikleri halde, Afyon Mahkemesi beş sene teslimi tehir etmesiyle ve Diyarbakır havalisine, vilayat-ı şarkiyeye iman, din ve asayiş noktasında yüz vaiz kadar menfaati bulunan bir zatın kendi parasıyla aldığı hususi Nur nüshalarını –haklarında beş mahkemenin beraet kararı olmasına rağmen– müsadere edip vatana, millete faydalı hizmetine mani olmasıyla o sadaka-i makbule hükmündeki vesile-i def’-i bela bu suretle gizlendiğinden, bir buçuk milyar lira zarara vesile olan bu bela fırsat buldu, geldi denilebilir.

Eğer beş mahkemenin ve İstanbul’un verdiği beraet neticesiyle o Gençlik Rehberi intişar etseydi, onun dersiyle intibaha gelen ve gelecek olan Müslüman gençler elbette başkalarının veyahut ihtilalcilerin ifsadına meydan vermeyerek bir buçuk milyar lira zarardan bu milleti kurtarmaya sa’y ü gayret edecek idiler. Bir buçuk milyar liralık bu lekenin zuhuruna meydan vermeyecektiler.

Evet Üstadımız, Eski Harb-i Umumî’de Rusya’daki esaretinde anlamış ki manevî tahribat ile gençleri ifsad eden tehlike memleketimize de gelecek diye telaş edip bütün kuvvetiyle o vakitten beri tahribat-ı maneviyeye bir siper olmak için Gençlik Rehberi gibi çok eserler yazdı. Kur’an-ı Hakîm’in derslerini neşretti. Lillahi’l-hamd pek çok gençleri kurtarmaya vesile oldu… Şimdi ehl-i siyaset madem müsalemet-i umumiyeyi ve ittihad-ı milleti istiyor; çabuk, Pakistan’ın dahi ehemmiyetle nazara alıp ve Essıddık mecmuasında neşrettiği risalenin intişarına müsaade etsin.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Kur’an-ı Hakîm’in bir kanun-u esasîsi olan وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى sırrıyla; birisinin hatasıyla başkası, hattâ kardeşi de olsa mes’ul olamaz. Şimdi yüz otuz risalede bir tek risalenin yüz sahifesinde bir sahife muannid insafsızların nazarında hata bile olsa o yüz bin sahife olan yüz otuz kitabı mes’ul edecek dünyada bir kanun var mı? Halbuki bu otuz sene zarfında beş mahkeme aynı kitaplara beraet vermişler. Hem Malatya Meselesi münasebetiyle yirmi mahkeme de alâkadar olmuştular. O yirmi mahkeme bir suç bulamıyoruz dedikleri halde ve altı yüz bin nüshası dâhilde ve hariçte intişar ettiği halde hiç kimseye zarar vermemesi ve Avrupa’da en yüksek mektep içinde Nur’un dershanesi diye ayırdıkları yerde Hristiyanlar dahi onları okuması ve âlem-i İslâm’da gayet takdir ile intişar etmesi, hattâ Pakistan’da çıkan Essıddık mecmuasının Risale-i Nur’un bir risalesini neşredip Diyanet Riyasetine göndermesi ve bu kadar intişarıyla beraber hiçbir âlim ona itiraz etmemesi gibi hakikatler gösteriyor ki elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakiki bir vazifesidir.

Diyanet Dairesi, Meşihat-ı İslâmiye gibi yalnız Türkiye’nin din muallimi değil belki umum âlem-i İslâm’a Meşihat-ı İslâmiye yerine alâkası, nezareti, münasebeti var. Âlem-i İslâm o Diyanet Dairesine karşı tam hüsn-ü zan etmek, sû-i tevehhüm etmemek, hususan bu zamanda ziyade lüzumu var. Hem de Türkiye ile ittifak etmeyen İslâmî hükûmetlerde o mübarek daireye karşı sû-i tevehhüm gelmemesine büyük bir vesilesi olan ve âlem-i İslâm’ın her tarafında belki Avrupa’da takdire mazhar olmuş Risale-i Nur, o Diyanet Dairesini hem şerefini muhafaza ediyor hem âlem-i İslâm’a karşı o dairenin bir eseri olarak intişarı gayet lâzım ve zarurî olduğunu, bu noktayı ehl-i vukuf tam nazara alsınlar. Onun için bîçare Said Nursî ve Nur talebelerinden yüz derece ziyade Diyanet Riyaseti azaları, hocaları alâkadar olmak lâzım. Tâ ki Risale-i Nur dinsizlerin taarruzlarına karşı muhafaza ve himaye edilsin. Mükerrer beraetler verildiği halde intişarına mani olan desisecileri susturmak lâzım…

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Ankara’da bir kardeşimizden Asâ-yı Musa ve Gençlik Rehberi’ni bahane ederek umum Nur risalelerini almak için gelmişler. O kardeşimiz Ağır Ceza Mahkemesinin Asâ-yı Musa hakkındaki beraet kararını gösterince Asâ-yı Musa’yı almaktan vazgeçmişler. Buldukları ve götürmek üzere gözlerinin önüne koydukları on kadar Gençlik Rehberi’nin de üzerine kendileri farkında olmayarak bazı kitaplar koymuşlar. Giderken Gençlik Rehberi’ni de ne kadar aramışlarsa da bulamamışlar. Bu suretle Gençlik Rehberi kendi kerametiyle kendini muhafaza etmiş. Asâ-yı Musa ve Gençlik Rehberi hariç, birer tane aldıkları mecmua ve risaleleri de emniyetten tekrar iade etmişler.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Heyet-i Vekile’ye ve Tevfik İleri’ye,

Arz ediyoruz ki: Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi: Ben hasta olmasaydım ben de o mesele için vilayat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh-u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum. Hem elli beş seneden beri, Medresetü’z-Zehra namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbekir’de, biri de Bitlis’te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için Hürriyet’ten evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı.

Sonra İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî dârülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara hem Sultan Reşad’a dedim ki:

“Şark böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâm’ın merkezi hükmündedir.” O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan Harbi çıktı, o medrese yeri istila edildi. Ben de dedim ki: “Öyle ise o yirmi bin altın lirayı Şark Dârülfünununa veriniz.” Kabul ettiler.

Ben de Van’a gittim. Ve bin lira ile Van Gölü kenarında Artemit’te temelini attıktan sonra Harb-i Umumî çıktı. Tekrar geri kaldı.

Esaretten kurtulduktan sonra İstanbul’a geldim. Hareket-i Milliye’ye hizmetimden dolayı Ankara’ya çağırdılar. Ben de gittim. Sonra dedim: “Bütün hayatımda bu dârülfünunu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar yirmi bin altın lirayı verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.” Onlar yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Ben dedim: “Bunu mebuslar imza etmelidirler.”

Bazı mebuslar dediler: “Yalnız sen medrese usûlü ile sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi Garplılara benzemek lâzım.”

Dedim: O vilayat-ı şarkiye âlem-i İslâm’ın bir nevi merkezi hükmünde, fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiya Şark’ta ve ekser hükema Garp’ta gelmesi gösteriyor ki Şark’ın terakkiyatı din ile kaimdir (Hâşiye[1]). Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da Şark’ta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakiki kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde mecburuz.

Şimdi ben zehir hastalığı ile ziyade rahatsız vaziyette ve çok ihtiyarlık sebebiyle elli beş senelik bir gaye-i hayatımı görüp takip etmekten mahrum kaldığım gibi Ankara’ya gidip Şark terakkiyatının anahtarı olan bu müesseseye çalışanları ruh u canımla tebrik etmekten dahi mahrum kalıyorum.

Yalnız otuz beş sene evvel Ebuzziya Matbaasında tabedilen Münazarat ve Saykalü’l-İslâmiye namındaki eserim elbette Maarif Vekilinin nazarından kaçmamış. Benim bedelime o eser konuşsun. Ben hayatımdan ümidim kesilmiş gibiyim. Fakat o azîm üniversitenin temelleri ve esasatı ve manevî bir programı ve muazzam bir tedrisatı nevinden Risale-i Nur’un yüz elli risalesini kendime tevkil ediyorum. Bu vatan ve milletin istikbalinin fedakâr genç üniversite talebelerine ve Maarif Dairesine arz edip bu meselede muvaffakıyete mazhar olan Tevfik İleri’nin bu bîçare Said’e bedel Risale-i Nur’a himayetkârane sahip çıkmasını rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Çok hasta, çok ihtiyar, garib, tecrit içinde Said Nursî

***

Doğu Üniversitesi Hakkında Tahrifçi Bir Gazeteye Cevaptır

Muhalif bir partinin şiddetli ve tenkitçi tarafından bir mensubu, yani Ulus’un 1.4.1954 tarihli nüshasında yazılan Atatürk Üniversitesi hakkındaki makaleye cevap hükmünde o üniversitenin hakikatini beyan ediyoruz. Şöyle ki:

Şimdi Atatürk Üniversitesi namı verilen bu dârülfünunun küşadına Üstadımız Said Nursî 50 seneden beri büyük bir gayretle çalışmıştır. Üstadımız İttihatçılara muhalif olduğu halde onlar ve Sultan Reşad bu dârülfünunun inşası için 19 bin altın tahsis etmiş, Van’da Üstadımız temellerini atmıştı. Fakat Harb-i Umumî’nin vukuuyla geri kalmıştı.

Sonra devr-i cumhuriyetin iptidasında Üstadımız Said Nursî’nin Ankara’da Meclis-i Mebusana istenilmesiyle Üstadımız tekrar teşebbüse geçmişti. Orada Üstadımız o zamanın idaresine tam muhalif ve siyaseti bütün bütün terk ettiği ve bazı cihetle de muhalif olduğunu ve dünyanıza karışmayacağım dediği ve hattâ Mustafa Kemal’e “Namaz kılmayan haindir.” dediği ve onun teklif ettiği büyük servet, maaş, Şark Vaiz-i Umumîliği gibi büyük tekliflerini kabul etmediği halde, Şark Dârülfünununun tesisi için 150 bin banknotun 200 mebustan 163 mebusun imzası ve Mustafa Kemal’in tasdikiyle verilmesine karar verilmişti. Demek ki şarkın en mühim meselesi, o zaman o üniversiteydi. Şimdi yirmi derece daha ziyade ihtiyaç var. Nihayet yine Üstadımızın maddî ve manevî gayret ve teşvikleri neticesiyle yapılmasına bu hükûmet-i İslâmiye zamanında karar verildi.

Bu Şark Üniversitesinin o cihan-şümul kıymet ve ehemmiyetini bir bahr-i ummandan bir katre takdim eder misillü iki üç nokta olarak arz ederiz:

Birincisi: Bu dârülfünun hem İran hem Arabistan hem Mısır ve Afganistan hem Pakistan ve Türkistan ve Anadolu’nun merkezinde bir kalp hükmündedir. Ve hem bir Camiü’l-Ezher, bir Medresetü’z-Zehradır.

İkincisi: Şimdi umum beşerde sulh-u umumî için yani beşerin ifsad edilmemesi için çareler aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükûmet-i İslâmiye musalahat-ı umumiye ve hükûmetin selâmeti için Yugoslavya’ya tâ İspanya’ya kadar onları okşayarak dostluk kurmaya çalışıyor.

İşte bunların çare-i yegânesinin bir delili olarak gösteriyoruz ki tesis edilecek Şark Dârülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün feylesoflara meydan okuyan ve resmî ulemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraet kazanan Risale-i Nur’un bu vatan ve millete temin ettiği asayiş ve emniyettir ki İslâm memleketlerinde hususan Fas’ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku bulan dâhilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir.

İşte nasıl ki bu vatan ve millette Risale-i Nur –emniyet ve asayişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbab bulunmasına rağmen– asayişi temin etmesi gösteriyor ki o Doğu Üniversitesinin tesisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünkü şimdi tahribat manevî olduğu için ona mukabil tamirci manevî bir atom bombası lâzımdır.

İşte bu zamanda tahribatın manevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci manevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat’î bir delil olarak üniversitenin mebde ve çekirdeği olan Risale-i Nur’un bu otuz sene içerisinde Avrupa’dan gelen dehşetli dalalet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir set teşkil etmesidir. O manevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve manevî bir atom bombası olmuş.

Üçüncüsü: Evet, Şark Üniversitesi bir merkez olarak âlem-i İslâm’ı ve tâ bütün Asya’yı alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyette olduğundan altmış milyon değil, altmış milyar da masraf yapılsa elyaktır.

Yeni Ulus gazetesi muhalif olduğu için bu meseleyi perde ederek yeni iktidarın bazı büyük memurlarından bu meseleye çalışanlara bir nevi irtica süsünü vermek istiyor. Halbuki bu mesele en yüksek terakki ve sulh-u umumînin medarıdır. Bu müessese bu hükûmet-i İslâmiyeye, bazı şeair-i İslâmiyeden Arabî ezan-ı Muhammedî ve din dersleri gibi pek çok kuvvet verecek. Belki bu hükûmetin istikbalinde tarihlerde kemal-i takdir ve tahsinle yâd edilmesine en parlak bir vesile olacaktır.

Bu meselenin ihyasıyla hasıl olan nur ve feyiz, Demokrat hükûmetin en büyük ve cihan-değer bir hizmeti olarak ebede kadar misli görülmemiş bir parlaklıkla lemean edecektir ve beynelmilel bir itibarı temin edecektir.

Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur talebeleri

***

Mahkememizin tehiriyle işlerin Ankara Mahkemesine havale edilmesinde çok hayır var. Şimdi hem Isparta Mahkemesi hem Van’da Molla Hamid’in ve Diyarbekir’de Mehmed Kaya’nın kitaplarının iadesi ve Afyon, hepsi Ankara’ya bakıyor. Ankara’da olacak hayırlı bir netice ile inşâallah her tarafta birden işlerimiz halledilmiş olacak. Hem böyle bir vakitte Nurlardaki hakaik-i imaniyeye, hususan Ankara’da nazarların çevrilmesi lâzımmış. İnşâallah bu meselemizin oraya gönderilmesi, mühim bir intibaha vesile olacak.

Kardeşiniz Zübeyr

***

Üstadın Ziyaretçilere Dair Bir Mektubu

Umum dostlarıma, hususan ziyaretçilere dair bir özrümü beyan etmeye mecbur oldum:

Ekser hayatım inzivada geçtiği gibi otuz kırk senedir tarassud ve taarruza maruz kaldığımdan, zaruretsiz sohbet etmekten çekinip tevahhuş ediyorum. Hem eskiden beri maddî ve manevî hediyeler bana ağır geliyordu. Hem şimdi ziyaretçiler, dostlar çoğalmış hem manevî mukabele lâzım gelmiş. Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi manevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha için zahmet edip gelmek ziyareti dahi ehemmiyetli bir hediye-i maneviyedir. Ona mukabele edemiyorum. Hem de ucuz değil, manen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete lâyık görmüyorum. Manen mukabele de edemiyorum. Onun için şimdilik aynen maddî hediye gibi bir ihsan olarak bana manevî hediye gibi olan sohbetten zaruret olmadan men’edildim. Bazı beni hasta eder. Maddî hediyenin tam mukabilini vermediğim vakit beni hasta ettiği gibi. Onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz.

Risale-i Nur’u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek; âhiret, iman, Kur’an hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için dünya hesabına görüşmek manasızdır. Âhiret, iman, Kur’an için ise Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış. Hususan Tarihçe-i Hayat’taki mektuplar. Hattâ hizmetimdeki has kardeşlerimle de zaruret olmadan görüşemiyorum. Yalnız bazı Risale-i Nur’un fütuhatına ve neşriyatına ait bazı kimseler için görüşmek istesem, o zaman görüşmek caiz olabilir ve bana sıkıntı vermez.

Bu noktayı bilmeyen ziyarete gelenlere haber veriyorum ki birkaç senedir ceridelerle ilan etmişim ki benimle görüşmek isteyenleri hususan uzak yerden gelerek görüşmeden gidenleri, hususi dualarıma dâhil ediyorum. Her sabah da dua ediyorum. Onun için de gücenmesinler…

Said Nursî

***

Çok muhterem kardeşimiz Salih,

Üstadımız sana ve iki dindar ve hakiki milletvekillerine çok selâm ve dua eder, sana ve onlara “Bin bârekellah” der.

Üstadımız diyor ki:

Ben çok zaman evvel bekliyordum ki Urfa tarafında Nurlara karşı kuvvetli eller sahip olmaya çıksın. Çünkü orası hem Anadolu’nun hem Arabistan’ın hem Kürdistan’ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse o üç memlekette intişarına vesile olur. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrediyorum ki Seyyid Salih gibi gençliğin bir kahramanı ve o havalinin çok kıymettar ve hamiyetkâr ve dindar iki milletvekili Nurlara sahip çıkmaya başladılar. Ben de kendi paramla aldığım ve zehir hastalığının fazla rahatsızlığı içinde tashih ettiğim bana mahsus bir kısım mecmualarımı onlara gönderiyorum. Çok yerlerden ve çok mühim zatlar tarafından istedikleri halde, ben Urfa’yı her yere tercih ediyorum. İnşâallah bir kısım daha onlara göndereceğim.

Seyyid Salih ve hamiyetkâr milletvekilleri orada inşâallah Kur’an ve imana tam hizmet edecek ve orayı Isparta’daki Medresetü’z-Zehra ve Mısır’daki Camiü’l-Ezherin küçük bir numunesi haline getirmeye vesile olmaya ve Şam ve Bağdat’taki medrese-i İslâmiyenin bir numunesini açmaya yol açmalarını rahmet-i İlahiyeden ümit ediyoruz.

Hem madem Risale-i Nur’un mesleği hıllettir. Ve Urfa ise İbrahim Halilullah’ın bir menzilidir. İnşâallah hıllet-i İbrahimiye parlayacaktır. Hem ihtimal-i kavîdir ki bu dehşetli semli hastalıktan kurtulsam, gelecek kışta Urfa’ya gitmeyi cidden arzu ediyorum.

Üstadımızın sözü bitti. Biz de tekrar selâm ve arz-ı hürmet ederiz.

Risale-i Nur hizmetinde bulunan kardeşiniz Ziya ve Mehmed

Bütün Urfa halkına, çoluk ve çocuğuna ve mezarda yatanlarına her sabah dua ediyorum. Ve bütün Urfalılara selâm ediyorum. Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir. Ben çok hastayım. Onlar da bana dua etsinler.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Hattâ o zamandan evvel Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: “Salih bir Türk elbette fâsık kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır.”

Sonra aynı talebe tâli’sizliğinden sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben dört sene sonra onun ile görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: “Ben şimdi Râfızî bir Kürt’ü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.” Ben de “Eyvah!” dedim. “Sen ne kadar bozulmuşsun.” Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatli hamiyetine çevirdim.

Sonra Meclis-i Mebusandaki bana muhalefet eden mebuslara dedim: “O talebenin evvelki hali Türk milletine ne kadar lüzumu var ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek farz-ı muhal olarak siz başka yerde dünyayı dine tercih edip siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de herhalde şark vilayetlerinde din tedrisatına a’zamî ehemmiyet vermek lâzım.” O vakit bana muhalif mebuslar da çıkıp o lâyihamı yüz altmış üç mebus imza ettiler. Bu kadar imzayı taşıyan bir istidayı, elbette yirmi yedi sene istibdad-ı mutlak onu bozamamış.

Emirdağ Lâhikası – II s.149-170

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bir zat, uzunca bir mektup yeni hurufla bana yazmış, kendisinin kim olduğunu bildirmemiş. Üç noktada şüphe edip bir nevi itiraz gibi yanlış mana verdiği için güya bizi ikaz ediyor. Meşrebimiz münakaşa ve münazara olmadığından ve kusurumuzu hakiki olarak gösterenlerden memnun olduğumuzdan, bu meçhul zatın mektubunda üç esasın hakikatini gösterip yanlışını tashih etmek istedim:

Birinci Esas: Risale-i Nur’un üstadı ve me’hazi ve Said’in de çok zamandan beri bir virdi olan bazı âyetler, bir hizb-i Kur’anî suretinde bir kısım talebelerin arzularıyla kaleme alınmış. Sonra da tabedilmiş. Ve dört beş mahkemenin de gösterdiği ehl-i vukuf ulemaları ve hattâ Diyanet Riyaseti dairesi ve İstanbul’un fetva dairesindeki Tetkik-i Kütüb-ü Diniye Heyetinden hiçbir âlim ve ehl-i vukuf ulemaları itiraz etmemişler. Belki takdir edip tahsin etmişler. Çünkü başta sahabeler ve matbu Mecmuatü’l-Ahzab’da bulunan Hazret-i Üsame (radıyallahu anh) hizb-i Kur’anîsi ki her bir günde bir kısmını okumakla taksim edilmiştir. Ve aynı kitapta ve Mecmuatü’l-Ahzab’ın aynı cildinde İmam-ı Gazalî’nin (radıyallahu anh) bir hizb-i Kur’anîsi ve çok ehl-i velayetin kendi meşreplerine muvafık bazı sureleri ve âyetleri bir hizb-i mahsus-u Kur’anî yaptıkları meydandadır.

On sene evvel şehiden vefat eden merhum Hâfız Ali gibi Nur’un kahramanlarından, benim hususi virdimi ve Risale-i Nur’un üstadları ve menbaları olan mühim âyetleri cem’etmek istediler. Sonra onlara gönderdim. Onlar da tabettirdiler. Çünkü herkes her vakit bütün Kur’an’ı okumaya vakit bulamıyor. Fakat böyle bir hizb-i Kur’anî eline geçse her vakit istifade edebilir fikriyle hem sevapları çok ziyade olan âyetler ve sureler, içinde yazılmış.

Zaten Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cizesi şudur ki ehl-i hakikatten ve kemalâttan her bir meslek sahibi, meşrebine muvafık, Kur’an’da bir Kur’an’ını, bir hizb-i mahsusunu, bir üstadını bulur. Güya tek bir Kur’an’da binler Kur’an var.

Bu mu’cizenin sırrı şudur ki: Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinin ve kelâmlarının münasebetleri yalnız beraber olanlara değil belki pek çok âyetlere ve kelâmlara ve kelimelere münasebeti var, bakıyor. İşaratü’l-İ’caz tefsir-i Nuriyede bu sır bir derece gösterilmiş. Demek başka kelâmlara benzemez. Her bir âyet, binler âyetlere bakar birer yüzü ve gözü var. Bu vaziyet-i Kur’aniye çok hakaike medardırlar. Ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikatin her bir kısmı kendi mesleğine göre, o küllî Kur’an içinde bir mahsus hizbleri var.

İşte Risale-i Nur’un Hizb-i Kur’anî’si de o neviden birisidir. Bunu böyle neşretmek için evliyadan olan merhum Hâfız Ali bunun tabını acele etmek istedi. Çünkü tamam Kur’an’ın Risale-i Nur’un keşfiyatıyla hattında bir nevi mu’cize-i tevafukiye bulunmasından onu tabedip bastırmak için bu hizb-i Kur’anîyi bir mukaddimesi, bir müjdecisi olarak bastırdılar. Evet, şimdiki Hüsrev’in kalemiyle yazılan ve pek hârika olan ve tevafuk cihetinde mu’cizatlı olan Kur’an’ımızın on beş seneden beri tabına çalışıyoruz. Ve fakat ekser Nurcular fakirü’l-hal olduğundan ve fotoğrafla tabı lâzım geldiğinden ve yirmi beş bin banknot masraf lâzım olmasından Hizb-i Kur’an’ımız mukaddime olarak daha evvel, bu mu’cizeli Kur’an’ımızın bir müjdecisi olarak tabedildi.

İşte bu mu’cizeli Kur’an’ımızı hem Diyanet Riyaseti tetkik etmiş, çok beğenmiş hem İstanbul’daki fetva dairesindeki tetkik-i mesahif uleması gayet güzel görmüş. Gayet güzelce tetkik edip musahhah olarak bize iade etmiş. İnşâallah yakında bu Kur’an’ımız basılarak bir hediye-i Nuriye olarak âlem-i İslâm’a neşredilecektir.

O kendini bildirmeyen zatın şüphe ettiği ikinci mesele:

Pek çok Nurcuların haddimden yüz derece ziyade hüsn-ü zanlarıyla benden zannettiği medar-ı iftihar sıfatları, yüz defa onların hatırlarını kırıp reddetmişim. Fakat yirmi sekiz sene siyasetçiler, Risale-i Nur’un sırf imanî ve uhrevî mesleğini şimdiki medenileşmek fikirlerine müsait görmediklerinden yirmi sekiz senedir hapislerle, mahkemelerle, tarassudlarla, asılsız isnadlarla Nurcuları ürkütmekle ve beni çürütmek cihetiyle Risale-i Nur’u neşrettirmemek için emsalsiz bir vaziyete düşmüştüm. Yarım ümmi ve ittiham altında ve Nur şakirdlerini bütün bütün kaçırmamak için bana karşı medhi, şahsımdan reddedip medhiniz Nurlara ait olabilir. Ve gördüğünüz meziyetler benim değil Risale-i Nur’undur. O da Kur’an-ı Hakîm’in bir hakikatinin bir tefsiridir. Ve her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi bu acib ve komitecilik ve şahs-ı manevî-i dalaletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı manevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da hârika olsa şahs-ı manevîye karşı mağlup olmak kabildir. Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan o sıfatlar, hâşâ benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi benim hayatım Risale-i Nur’a bir nevi çekirdek olabilir. Kur’an’ın feyziyle Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla o çekirdekten Risale-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlahî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet Kur’an-ı Hakîm’in manası ve hakikatli tefsiri olan Risale-i Nur’a aittir.

Kendini bildirmeyen zatın üçüncü şüphesi: Büyük Cihad’ın ve Sebilürreşad’ın neşrettiği gibi ben ilan etmişim ki dine, imana hizmeti ve Risale-i Nur’u değil dünya siyasetine, belki kemalât-ı maneviye ve makamat-ı âliyeye âlet edemediğim gibi; herkesin hoş gördüğü saadet-i uhreviye ve cehennemden kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlahî ve rıza-yı İlahîden başka hiçbir şeye âlet etmemek, bu zamanda Nur’un hakiki kuvveti olan sırr-ı ihlas-ı hakikiyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki: Sıddık-ı Ekber’in (ra) dediği olan “Mü’minler cehenneme gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum cehennemde büyüsün ki onların yerine azap çeksin.” diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için iman ile cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için cehenneme girmeyi kabul ederim, demişim. Zaten ibadet, cennete girmek ve cehennemden kurtulmak için kılınmaz; bozulur. Belki rıza-yı İlahî ve emr-i Rabbanî için yapılır.

Yine Hizb-i Kur’an’ımızın bahsine döneriz:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın büyük bir kumandanı olan Hazret-i Üsame (radıyallahu anh) bir gün “hamd”e ait, bir gün “istiğfar”a ait âyetler, bir gün “tesbih”e ait, bir gün “tevekkül”e, bir gün de “selâm” lafzına, bir gün de “tevhid” ve “Lâ ilahe illâ hû”ya ait, bir gün de “Rab” kelimesine ait bütün Kur’an’dan müteferrik surelerden bir hizb-i Kur’anî çıkarmış, kendine bir vird eylemiş. Demek, böyle hizblere izn-i Peygamberî (asm) var.

Hem bizim hizb-i Kur’an’ımız iman hakikatlerine dair âyetleri, hususan sureler başlarındaki âyetleri cem’ettiğinden başlarında بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ yazılmış. Bu hizb, tamam Kur’an’ı okumaya büyük bir şevk verir. Noksaniyet vermez. Hem yirmi günde okunacak arzu edilen bazı imanî âyetler bir iki günde bu hizbde okunduğundan, bir zaman bütün surelerin başında bir kısım âyetleriyle beraber, Risale-i Nur’un esasları olan bazı âyât-ı imaniyeyi kendime vird eylemiştim. Sonra bir hizb suretine girdi.

O meçhul zat, izzet-i ilmiyeyi firavuncuklara karşı muhafazamı bir enaniyet tevehhüm etmiş. Nur talebelerinin hakkımda hüsn-ü zanlarını bütün bütün kırmadığımı bir benlik tahayyül etmiş. Ve iman hakikatlerine dair beyanatıma talebelerin tam itimat ve kanaatlerini temin etmek fikriyle, ehl-i velayetin ve bazı âyâtın kat’î kanaat ettiğim bine yakın emarat ve işaretlerinin izharına mecbur olduğum için bir kısmını has kardeşlerime beyan etmemi bir nevi hodfüruşluk zannetmiş.

Evet, bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imana ve Risale-i Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tedafü vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek, büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlâk-ı rezile olur. Onlara karşı izzet-i diniyeyi ve şerafet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için kahramancasına bir sebat bir kuvve-i maneviyeyi göstermek, acaba hiçbir vecihle hodfüruşluk olur mu? Hiçbir şöhret-perestlik ve enaniyet olur mu ki o zat öyle tevehhüm etmiş.

Hem Risale-i Nur’a muhtaç ve imanını kuvvetlendirmek ve kurtarmak için Nurları arayanlara karşı ki onda üçü veya dördü şahsıma bakmayıp Nur’daki kat’î hüccetlerle iktifa ettiği gibi beş altı tane hüccetlerin kıymetini bilmediği için benim şahsıma bakar. Acaba bizi kandırdı mı, yoksa hakikat mi söylüyor? diye şahsıma karşı hüsn-ü zanlarını kırmamaya mecbur olduğumdan, şahsımın gizli fenalıklarına perde çekmek bir enaniyet olur mu? وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْسٖٓى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ اِلَّا مَا رَحِمَ رَبّٖى âyet-i kerîmesinin sırrıyla nefs-i emmareme itimat edemem. Nefis kusursuz olmaz. Fakat şimdi bu zamanda ejderhalar, ifritler hükmünde dinsizlik komitelerinin hücumları ve tahribatları zamanında müdafaamda, bende görünen o sinek kanadı kadar kusurları görmek, o hücum edenlere bir yardım hükmüne geçmektir. Ve on adet muhtaçlardan beş altı bîçareyi Nur’un ilaçlarından mahrum etmektir.

Bu nokta için ben kendi kuvvetime, meziyetime hiç itimat etmeyerek, yalnız hakikat-i Kur’aniye ve onun tefsiri olan hakaik-i imaniyedeki kuvvete istinaden dünyaya ilan ediyorum ki: Bütün dinsizler toplansalar ben onlara karşı çekinmeyerek meydan okuyorum. Ve başımı eğmiyorum ve izzet-i ilmiyeyi kırmıyorum. Eğer bu, bir benlik ise o hiçbir cihetle bana ait değil ve benlik olamaz. Salabet-i imaniye olur.

Zaten ben nasıl tabiatı, icad itibarıyla inkâr ediyorum ve Risale-i Nur bunu kat’î ispat etmiş. Öyle de beşeri gurura, enaniyete, firavunluğa sevk eden iktidarı da tabiat gibi inkâr ediyorum. Yalnız beşerin duası, bir fiilî dua nevinde samimi bir ihtiyaç ile cüz’î kesbi, bir makbul dua hükmüne geçer. Onu da Cenab-ı Hak kabul eder, keşfiyat namındaki beşere lâzım olan hârikaları ihsan eder diye kat’î delillerle ilm-i usûlü’d-dinin uleması, kader ve cüz-i ihtiyarî bahsinde ispat ettikleri gibi; ben de aynelyakîn derecesinde kat’î kanaatle feyz-i Kur’anî ile Risale-i Nur’un hüccetleriyle evvela kendi nefsimde, sonra herkesteki benlik ve iktidarın, icad ve ihsan ve tevfik-i İlahînin yalnız bir perdesi olduklarını kat’î bildiğim için Nurlara ve kardeşlerime ilan etmişim ki:

Ben bir çekirdektim, çürüdüm. Acz ve ihtiyaç ve samimi istemek ve fiilî dua etmek neticesinde Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn, Risale-i Nur’u o çekirdekten halk edip ihsan etmiş. Nur’un mektubatındaki bütün medar-ı medih fıkralar, o nurani ağaca aittir. Benim hissem kat’iyen hiçbir cihette fahir olamaz. Belki yalnız ve yalnız şükürdür. Öyle ise kâinat adedince “Eşşükrülillah, Elhamdülillah.”

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelen: Çok emarelerle ve bazı hâdiselerle kat’iyen tahakkuk etmiş ki Nur’un has talebelerinden bazılarının bir zayıf damarını bulup hizmet-i Nuriyeden vazgeçirmek veya zayıflaştırmak için Nur’un ve Nur talebelerinin düşmanlarının çok planları var. Medar-ı ibret bir iki numuneyi beyan ediyoruz.

Birinci Numunesi: Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhanî bir meşrep ile meşgul edip hizmet-i imaniyeye karşı zayıflaştırmak için bazı şahıslar ispirtizma denilen ölülerle muhabere namı altında cinnîlerle muhabere etmek gibi hattâ bazı büyük evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi eski zamanda kâhinlik denilen, şimdi de medyumluk namı verilen bu mesele ile bazı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar.

Halbuki bu mesele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i imana çok zararları olabilir ve çok sû-i istimalata menşe olmakla beraber içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünkü doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mihenk, bir mikyas olmadığından ervah-ı habîse ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesile ile hem onun ile meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyet’e zarar vermek ihtimali var. Çünkü maneviyat namına hakaik-i İslâmiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervah-ı habîse iken kendilerini, ervah-ı tayyibe zannettirip belki kendilerine bazı büyük veliler namını verip İslâmiyet’in esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikati tağyir edip safdilleri tam aldatabilirler.

Mesela nasıl ki güneş, bir küçük cam parçasında ziyasıyla, hararetiyle, şekliyle görünüyor. Fakat o küçücük camın içindeki güneşin o küçücük timsali, kendi namına eğer konuşsa ve dese: Benim ziyam dünyayı istila ediyor, benim hararetim her şeyi ısıtıyor ve küre-i arzdan bir milyon defadan daha büyüğüm dese ne derece hilaf-ı hakikat olduğu anlaşılır.

Aynen bu misal gibi: Bir peygamber, güneş gibi hakiki makamında iken o ispirtizmanın veyahut medyumluğun cam parçası hükmündeki istidadına göre bir cilvesinin tezahürü, o hakikat namına konuşamaz. Eğer konuşsa yüz derece muhalif olur. İspirtizmanın veya medyumluğun o mazhardaki cüz’î cilvesi, vahyin mazharı olan o manevî güneşin kudsî mahiyetine hiçbir cihetle kıyas olamaz. Çünkü esfel-i safilîndeki bir cam parçası, manen a’lâ-yı illiyyînde olan o manevî güneşin hakikatini yanına getiremez. Getirmeye çalışmak da hürmetsizlikten başka bir şey değildir. Ancak onun makamına karib olmak için Celaleddin-i Süyûtî ve bir kısım evliyalar gibi seyr ü sülûk ile terakki ederek o manevî güneşin sohbetine mazhar olunur. Fakat böyle terakki, Risale-i Nur’un ispat ettiği gibi Peygamber’in velayetiyle bir nevi sohbeti, kendi derecelerine göre ve kendi istidatları derecesinde olur.

Fakat nübüvvet hakikati, velayetten ne derece yüksek ise ispirtizma vasıtasıyla veyahut terakkiyat-ı ruhiye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi hiçbir cihette hakiki Peygamberle muhabereye yetişemeyeceğinden yeni ahkâm-ı şer’iyeye medar-ı ahkâm olamaz.

Evet, dinden gelmeyen belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah da hem hilaf-ı hakikat hem hilaf-ı edep bir harekettir. Çünkü a’lâ-yı illiyyînde ve kudsî makamlarda olanları esfel-i safilîn hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek, tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Âdeta bir padişahı, kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edep ve hürmet ve istifade odur ki Celaleddin-i Süyûtî, Celaleddin-i Rumî ve İmam-ı Rabbanî gibi zatların seyr ü sülûk-u ruhanîleri gibi seyr ü sülûk ile yükselerek o kudsî zatlara yanaşmak ve istifade etmektir.

Rüya-yı sadıkada ervah-ı habîse ve şeytan, peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i ervahta, ervah-ı habîse belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp sünnet-i seniyeye ve ahkâm-ı şer’iyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve sünnet-i seniyeye muhalif ise tam delildir ki o konuşan ervah-ı tayyibe değildir, mü’min ve Müslüman cinnî de değildir, ervah-ı habîsedir. Bu şekilde taklit ediyor.

Sâniyen: Şimdi Nur talebeleri böyle meselelerde derse muhtaç değildirler. Risale-i Nur, her şeyin hakikatini beyan etmiş. Başka izahata ihtiyaç bırakmamış. Risale-i Nur onlara kâfidir. Fakat Nur talebesi olmayanların aynı muhaberede, ahkâm-ı şeriat ve sünnet-i seniye esasatına muhalif telkinatı dinlememeleri lâzım ve elzemdir. Yoksa büyük hata olur.

Bir İhtar: Bu mektuptaki ruhlarla muhabere meselesine karşı edilen şiddetli tenkit; ecnebiden, fen ve felsefeden ve manyetizma ve ispirtizmadan gelen ve manevî bir şekli giyen bir meşrebe karşıdır. Yoksa İslâmiyet’ten ve tasavvuf ve ehl-i tarîkattan gelen ve bir derece ruhlarla muhabereye benzeyen ve nâ-ehillerin girmesiyle bir derece sû-i istimal edilen ve pek az olan bir kısım sofilerin sofiliğine karşı değildir. Gerçi onlarda da bir cihette bazılara zarar olabilir. Fakat öteki gibi hiçbir cihette aldatıcı değil ve İslâmiyet’e hiçbir cihette zarar niyeti yok. Hem o ecnebiden gelen meşrep ise hem tarîkat ve hem İslâmiyet aleyhinde olduğu gibi o sofilerin mesleğini de sukut ettirmeye çalışıyor ve âdileştiriyor. Ehl-i tasavvufun zayıf ve tam sünneti yerine getirmeyen kısmı dikkat etsinler, kendilerini onlara benzetmesinler.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Mahkeme Reisine,

Pek çok uzun ve mazlumane macera-yı hayatıma dair şu gayet kısa ifademi dinlemenizi rica ediyorum. Yirmi sekiz sene emsalsiz ihanetlerin, tarassudların, hapislerin ileri sürdükleri sebeplerinden:

Birincisi: Beni rejimin aleyhindedir diye ittiham etmişler. Buna cevaben deriz ki:

Her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mes’ul olamaz. Çünkü dininde en mutaassıp ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyeti altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfrî rejimlerini Kur’an ile reddettikleri ve kabul etmedikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara, o cihette ilişmemiştir. Hem bu millette ve bu hükûmet-i İslâmiye içinde eskiden beri bulunan Yahudiler ve Nasraniler, bu milletin dinine ve kudsî rejimlerine muhalif ve zıt ve muteriz oldukları halde hiçbir zaman mahkeme kanunlarıyla onlara, o cihette ilişmemiştir.

Hem Hazret-i Ömer (ra) hilafeti zamanında bir âdi Hristiyan ile mahkemede beraber muhakeme olmuşlar. Halbuki o âdi Hristiyan, Müslümanların hem mukaddes rejimlerine hem dinlerine hem kanunlarına muhalif iken o mahkemede onun o hali nazara alınmaması gösteriyor ki mahkeme hiçbir cereyana âlet olamaz, hiçbir tarafgirlik içine giremez ki Halife-i Rûy-i Zemin, âdi bir kâfirle muhakeme olmuşlar.

İşte ben de yüzer âyât-ı Kur’aniyeye istinaden Kur’an’ın kudsî kanunlarının yerine, medeniyetin bozuk kısmından anarşilik hesabına ve bir nevi Bolşeviklik namına istibdad-ı mutlak manasında, cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme âlet olabilen muvakkat bir rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir. Hem muhalefet, hiçbir hükûmette bir suç sayılmıyor.

İkincisi: Asayişi bozmak, emniyeti ihlâl etmek ihtimali bahanesiyle otuz sene cezayı bana çektirdiler. Buna cevaben deriz ki:

Mahkemenin tahkikatıyla hem beş yüz bin fedakâr Nur talebeleri bulunduğu halde hem yirmi sekiz sene zarfında bu kadar zalimane ihanetlere maruz olduğumuz halde; Nurcularla alâkadar olan altı vilayet, altı mahkeme hiçbir vukuatı kaydedememeleri, gösterememeleri ispat ediyor ki: Nurcular, asayişin muhafızlarıdırlar. İman dersiyle herkesin kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar. Asayişi muhafaza ediyorlar. Ve üç vilayetin insaflı zabıtaları bunu tasdik etmişler.

Üçüncüsü: Dini siyasete âlet yapmak istiyor diye beni suçlu yapıyorlar. Sebilürreşad’ın 116’ncı sayısındaki “Hakikat Konuşuyor” namındaki makalem buna kat’î bir cevaptır. O makalenin kısaca hülâsası şudur:

Elcevap: Bütün dünyasını hattâ lüzum olsa kendi şahsî âhiretini, dine feda etmeye bütün hayatı şehadet eden ve otuz beş seneden beri siyaseti terk eden ve beş mahkeme bu meseleye dair kat’î delil bulamadığı halde seksen yaşını geçmiş, kabir kapısında hem dünyada hiçbir şeye mâlik olmayan bir adam hakkında, dini siyasete âlet yapıyor diyenler, yerden göğe kadar haksızdırlar, insafsızdırlar. Hem bu iftiralarıyla beraber, o adam hakkında güya asayişi ve emniyeti ihlâl etmek istiyor, diyorlar. Halbuki o adamın Kur’an-ı Hakîm’den aldığı hakikat dersi ve talebelerine verdiği ders şudur:

Bir hanede veya bir gemide bir tek masum, on cani bulunsa adalet-i Kur’aniye o masumun hakkına zarar vermemek için o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men’ettiği halde, dokuz masumu bir tek cani yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan; dâhilî asayişi ihlâl suretinde yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlahiye ve hakikat-i Kur’aniye ile şiddetle men’edildiği için biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur’anî itibarıyla, asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz.

Bu üç dört madde ile bizi ittiham edenler ve lüzumsuz, mahkemeleri bizimle meşgul eden gizli düşmanlarımız, şüphe yoktur ki onlar ya siyaseti dinsizliğe âlet etmek istiyorlar veya komünist perdesi altında bu mübarek vatanda, bilerek veya bilmeyerek anarşiliği yerleştirmek istiyorlar. Çünkü bir Müslüman İslâmiyet dairesinden çıksa mürted ve anarşist olur, hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer. Çünkü anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insaniyet seciyelerini canavar hayvanların seciyesine çevirir. Âhir zamanda gelecek Ye’cüc ve Me’cüc’ün komitesi, anarşistler olduğuna Kur’an işaret ediyor.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

Evvela: Kur’an’ın nakş-ı hurufundaki bir nevi mu’cizesini gözlere dahi gösterecek bir tarzda yazdırılan ve bu zamanda izhar edilen mu’cizeli ve yaldızlı Kur’an’ımız evvelce tab için Almanya’ya gönderilmiş ve İstanbul’da da gayret edilmişse de üç renk üzerine tabedilmesi fazla bir masrafa ihtiyaç göstermesi gibi manilerden geri kalmıştı. Bu defa matbaa işlerinde fazla ilerlemiş olan İtalya’ya numune için bir cüzü gönderildi. İstanbul’da mümkün olursa tabı için tekrar teşebbüse geçildi. Ve şimdilik bir renk mürekkeble aynı tevafuku muhafaza ile tabedilmesine başka yerde başlanacak. Ondan sonra inşâallah tam yaldızlı olarak ve üç renk ile Mısır ve Almanya veya İtalya gibi bir yerde tabedilecek.

Sâniyen: Kur’an’ın Arabî bir tefsiri ve Risale-i Nur’un Arabî Mesnevî-i Şerifi olan ve Zülfikar büyüklüğünde ve altınla yazılmaya lâyık bir mecmua dahi inşâallah teksir edilecek. Bu çok hârika ve pek ehemmiyetli ve gayet mühim ve her bir bahsi birer kitap ve birer risale olacak derecede gayet îcazkâr olan ve kırk sene evvel telif edilen bu eserleri, o zamanın hakiki ve meşhur ve büyük ulema ve meşayihi de tam takdir ve tahsin etmişler. Ve o risalelerden bir tek risale hakkında “Bu bir katre değil, bir bahirdir.” diyerek fevkalâdeliğini izhar etmekle beraber tam anlamaktan da âciz olduklarını idrak etmişler.

Risale-i Nur’un bu gayet mühim iki işini müjde ederim. Muvaffak olunması için dualarınızı bekleriz. Umumunuza pek çok selâm eder, muvaffakıyetler dileriz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşleriniz Ceylan, Zübeyr

***

Bu mektup Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesinde intişar etmiştir. Müfterilerin tahrikatıyla Samsun’da muhakeme açılmasına sebep olmuştur. Muhakeme beraetle neticelenmiştir.

Âlem-i İslâm’ın halâskârı, ehl-i imanın sertâcı, Risale-i Nur’un tercümanı Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerine!

Bu defa dindar Demokratların delâletiyle Afyon Mahkemesince Risale-i Nur’un serbestiyetine, bütün risale, mektup ve mecmualarının suç mevzuu teşkil etmediğinden iadelerine karar verilmesini; senelerce evvel ilan ettiğiniz “Risale-i Nur benim değil, Kur’an’ın malıdır; Kur’an’ın feyzinden gelmiştir. Hiçbir kuvvet onu Anadolu’nun sinesinden koparıp atamayacaktır. Risale-i Nur Kur’an’a bağlıdır, Kur’an ise arş-ı a’zamla bağlanmıştır. Kimin haddi var ki onu oradan söküp atsın.” diye olan hakikatli beyanatınızın açık bir tezahürü ve bu ulvi hizmetinizin İlahî ve Kur’anî olduğunun parlak bir delili bilerek, bu beraet kararının âlem-i İslâm’ın ve bâhusus bu millet-i İslâmiyenin saadetlerinin başlangıcı olması itibarıyla, başta bütün varlığıyla bu zaferleri bekleyen ve Nur ailesine reis ve hakikatler deryasına kaptan tayin edilen ve zulmet-i küfürle tuğyan etmiş insanlığa hâdî ihsan olunan aziz, sevgili Üstadımız ve buna vesile olmakla ehl-i imanı kendilerine dost ve taraftar eyleyen dindar Demokratları ve âdil heyet-i hâkimeyi sonsuz minnetlerle tebrik eder ve arz ederiz ki:

Uzun senelerden beri terakki ve tealisi için çalıştığınız ve uğrunda feda-yı nefis ve can eylediğiniz hakikat-i Kur’aniyenin bugün bütün bir memleket, bir millet çapında ehl-i imanın kalplerine sürurlar getirerek fevkalâde inkişafı, hizmetine memur kılındığınız ve bilfiil muvaffak olduğunuz kudsî dava ve hizmetinizin ne kadar yüksek ve parlak olduğunu güneş gibi ispat ediyor.

Yirmi beş otuz seneden beri bütün manilere ve sıkıntılara rağmen bu kadar sabır ve metanetiniz ve Kur’an’dan kalb-i münevverinize gelen Risale-i Nur’un neşri cihetinde bu kadar hizmet ve mücahedeleriniz, istikbalin nesillerine ve İslâm’ın kahraman mücahidlerine bir numune-i iktida ve imtisal oluyor. Kur’an güneşinin sönmeyen nurları ve ebedî lem’aları olan Nur şuâlarıyla cehil ve dalalet karanlıklarını izale ederek, milyonlar kalpleri, o nurla nurlandırıp ehl-i imanı kendinize minnettar ettiniz. Bu vatan ve bu millet, bu tarih ve bu toprak, sizin bu hizmetinizi, bu fedakârlığınızı hiçbir zaman unutmayacaktır. Ebediyet âlemine göç eylediğinizde dahi sizin bu hizmetiniz bir çekirdek olup ondan fışkıran bir şecere-i âliye her tarafı kaplayacak ve o nur ağacının etrafına toplanan büyük cemaatler ve Risale-i Nur’un yükselen ebedî şuâları, o hizmetinizi ile’l-ebed ve daha parlak ve daha şaşaalı idame edecekler.

Siz, Risale-i Nur’un tercümanı haysiyetiyle ve bu iman hizmetinizin İslâm ufuklarında parlaması cihetiyle, bu asrın bir hidayet serdarısınız.

Kur’an-ı Kerîm’in on dördüncü asr-ı Muhammedîdeki aziz dellâlı ve o müthiş zamanın müthiş zulümatına karşı nur-u Kur’an’la mukabele eden büyük fedakârı ve Risale-i Nur’u yüz binler nüshalarını yüz binler talebelerinin kalemleriyle her tarafta neşredip dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka karşı bir sedd-i Kur’anî tesis eden muhteşem kahraman sevgili Üstadımız!

Âlemlere rahmetler ve saadetler getiren ve insanlığa selâmet ve teselliler bahşeden bu mukaddes hizmetinizle ehl-i imana zuhurunu müjde verip ispat ettiğiniz ve emareleri gözükmeye başlayan ve bütün kıtalara şâmil hâkimiyet-i İslâmiyenin nurlu ve büyük bayramını bütün ruhumuzla tebrik eder, Cenab-ı Hak’tan uzun ömürlerinize dualar eder, ellerinizden tazimle öperiz.

Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri

***

Kalbe İhtar Edilen İçtimaî Hayatımıza Ait Bir Hakikat

Bu vatanda şimdilik dört parti var: Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm’dır.

İttihad-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeye belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini, siyasete âlet etmeye mecbur olacağından şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.

Halk Partisi ise: Hakikaten acib ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için yirmi sekiz senelik bütün cinayatıyla başkaların cinayatı ve İttihatçıların mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatte bir hizmetkârlık olduğu halde; bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçuluk ile nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için bütün o acib cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki bir cihette manen Demokratlara galip geliyorlar.

Halbuki İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ yani memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdat mutlak keyfî olur.

Millet Partisi ise: Eğer İttihad-ı İslâm’daki esas olan İslâmiyet milliyeti ki Türkçülük onun içinde mezcolmuş bir millet olsa o, Demokratın manasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâm’ı parçalamak için içimize bu Frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz’î küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin zafiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse, ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakiki Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar hem hakiki Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar.

Çünkü İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerîme وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى dır. Yani birisinin günahıyla başkası muaheze ve mes’ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini belki de akrabasını belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakiki adalet yapılmadığı gibi şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü “Bir masumun hakkı, yüz caniye feda edilmez.” diye İslâmiyet’in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddî ve manevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlup etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet namına telaş ediyorum.

Hâşiye: Eskilerin lüzumsuz, keyfî kanunları ve sû-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî Meselesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi öyle de Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilan etmelidirler. Tâ bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zalimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.

Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve bunu yazdım.

Said Nursî

Ve bu hakikate yakînen şahit olup tasdik eden Risale-i Nur talebeleri:

Mehmed Çalışkan, Mustafa Acet, Hamza, Sadık, Halîm, Raşid, Ahmed Hüsrev, Sungur, Tahirî, Nuri vesaire…

Hâşiye: Üstad diyor ki: Bu içtimaî, siyasî mesele mücmel olarak ihtar edildi. Ve tabiratta lüzumsuz zararlı kelimeleri siz tebdil edebilirsiniz. Merkezlerden münasip gördüğünüz yerlere sû-i tesir yapmamak şartıyla gönderebilirsiniz.

***

(Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî, Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesinde neşrolup orada muhakemesi görülen bu müdafaayı İstanbul mahkemesinde okumuş ve mahkeme beraetle nihayet bulmuştur.)

Gizli düşmanlarımız bu ramazan-ı şerifte, tekrar adliyeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.

Birisi: Bütün bütün kanun hilafına olarak, beni tek başımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç silahlı jandarma ile bir başçavuş yanıma gönderdiler. “Sen başına şapka giymiyorsun!” diye zorla beni karakola getirdiler. Ben de adaleti hedef tutan bütün adliyelere söylüyorum ki:

Böyle beş vecihle kanunsuzluk edip kanun namına beş vecihle İslâm kanunlarını kıran adam, hakiki kanunsuzluk ile ittiham edilmek lâzım gelirken, onların o acib kanunsuzluğu ve bahanesiyle iki seneden beri vicdanî azap verdiklerinden elbette mahkeme-i kübra-yı haşirde bunun cezasını çekeceklerdir.

Evet, otuz beş senedir münzevi olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adamı “Sen Frenk serpuşunu giymiyorsun!” diye ittiham etmeye, dünyada hangi kanun müsaade eder? Yirmi sekiz seneden beri beş vilayet ve beş mahkeme ve beş vilayetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde, hususan bu defa İstanbul Mahkeme-i Âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde hem iki ayda yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve Mahkeme-i Temyiz “Bere yasak değil.” diye karar verdiği hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından –ki resmî bir libastır– bereyi giyenler de mes’ul olmazlar denildiği halde, hususan münzevi ve insanlar arasına girmeyen ve ramazan-ı şerifin içinde böyle hilaf-ı kanun en çirkin bir şey ile ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilaçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebi papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye eliyle tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.

Mesela, ona teklif eden demiş: “Ben, emir kuluyum.” Kaç vecihle kanunsuz, cebrî, keyfî kanunla emir olur mu ki emir kuluyum desin.

Evet Kur’an-ı Hakîm’de, Yahudi ve Nasranilere başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَ اَطٖيعُوا الرَّسُولَ وَ اُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ âyeti, ulü’l-emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itaatine zıt olmamak şartıyla, o itaatin emir kuluyum diye hareket edebilir.

Halbuki bu meselede; an’ane-i İslâmiye kanunları, hastalara şefkatle incitmemek, gariblere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’an ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde; hususan münzevi, dünyayı terk etmiş bir adama ecnebi papazlarının serpuşunu teklif etmek on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâm’ın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır.

Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garib, fakir, münzevi, sünnet-i seniyeye muhalefet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyen şek ve şüphe bırakmadı ki komünist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir sû-i kasd eseri olduğu gibi İslâmiyet’e ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar mebuslar ve Demokratlara dahi büyük bir sû-i kasddır. Dindar mebuslar dikkat etsinler. Bu dehşetli sû-i kasda karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar.

Hâşiye: Rus’un Başkumandanı kasden önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istila eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zalimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip “Namaz kılmayan haindir!” diyen ve Divan-ı Harb-i Örfînin dehşetli suallerine karşı “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım!” deyip dalkavukluk etmeyen ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-i Kur’aniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki “Sen Yahudi ve Hristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz!” denilse elbette öyle her şeyini hakikat-i Kur’aniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse cehenneme de atılsa kat’iyen yüz ruhu da olsa bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek.

Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd-i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfî cihette mukabele etmemesinin hikmeti nedir?

İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilan ediyorum ki yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan masuma zarar gelmemek için bütün kuvvetiyle dâhildeki emniyet ve asayişi muhafaza etmek için Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’an-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi sekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim.

Onun içindir ki asayişi masumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: Ben değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.

Said Nursî

***

Bağdat’ta çıkan “Eddifa” gazetesinin muharriri İsa Abdülkadir’in Arabî makalesinin tercümesi

Bağdat’ta çıkan “Eddifa” gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:

Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arap’ta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâm’a çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevap veriyorum ki:

Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle farkları var:

Birinci Fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar siyaseti dine âlet yapıyorlar tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri aslâ mevcud değil.

İhvan-ı Müslimîn ise: Memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.

İkinci Fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaya mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket, bir dershane hükmünde. Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, Üstad yerine onlara bir ders verir. Her bir risale, bir Said hükmüne geçer.

Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz (*[1]) veriyorlar ki okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.

İhvan-ı Müslimîn ise: Umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve nâibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar. Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiyatını verip alıp onlardan ders alıyorlar.

Üçüncü Fark: Nur talebeleri, aynen âlî bir medresenin ve bir üniversite dârülfünununun talebeleri gibi ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilayet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.

Dördüncü Fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki tecemmu edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.

Beşinci Fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’an okumak için elifbayı ders almakta olan çocuklardan tut tâ seksen doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek hem bir köylü, hammal adamdan tut tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden, büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur’an-ı Mecid’in hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka bir şeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.

Altıncı Fark: Hakiki ihlaslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi; bir kısmı, a’zamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’aniyede hakiki bir ihlas ve fedakârlıkla ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalalete karşı mağlup olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlasa davet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rıza-yı İlahîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbir şeye âlet etmemek için bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından çekiniyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbab sebebiyle Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. A’zamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.

İsa Abdülkadir

***

[1] * Yirmi beş sene müddetle el yazması ile Anadolu’da neşri bu şekilde olmuştur.

Emirdağ Lâhikası – II s.129-148

Ehl-i vukuf raporuna hafif bir itiraz tarzında hakikat-i hali beyan etmektir

Dinî hissiyatı siyasete âlet ediyorum diye ithamlarına karşı deriz:

Bütün hayatımı ve beni tanıyanları işhad ediyorum ki değil dini siyasete âlet, belki siyasî olduğum zamanda dahi bütün kuvvetimle siyasetleri dine âlet ve tabi yapmaya çalıştığımı, bütün tarih-i hayatım ve dostlarım şehadet ettikleri gibi; Hürriyet’in başında şeriat isteyenleri astıkları bir zamanda, Hareket Ordusunun dehşetli Divan-ı Harb-i Örfîsinde, aynı günde on beş adam asıldığı bir zamanda, Divan-ı Harb-i Örfî reisi ve azaları dediler ki: “Sen mürtecisin, şeriat istemişsin!” sözlerine mukabil demiş: “Şeriatın bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım. Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ve hilaf-ı şeriat hareket ise bütün dünya şahit olsun ki ben mürteciyim.” diyen bir adam, idama beş para ehemmiyet vermeyen ve dünyasını, her şeyini şeriata feda eden hiç mümkün müdür ki dini, şeriatı bir şeye ve bir siyasete âlet yapsın. Buna ihtimal veren sofestaî de olamaz.

Hem bir masumun hatırı, bu vatanda on zalim gaddarlara siyaset yolu ile ilişmek büyük bir hata bilen, on zalim cinayetkâr ve kendine işkence edenlere karşı mukabele etmeyen, hattâ beddua da etmeyen bir adam ve asayişe ilişmemek hayatına bir düstur yapan bir adamı, dini siyasete ve dolayısıyla asayişe dokunur manasında ittiham etmek, elbette dehşetli bir garaz ile ittiham eder. Yirmi sekiz senede emsalsiz ihanetler, işkenceler, azaplar verildiği halde mahkemelerin tahkikatı ile yüz binler fedakâr dostları varken, altı vilayetin ve altı mahkemenin tahkikatı ile bir vukuat talebesinde bulunmayan bir adam, asayişe ya vatana, siyasete zararı var diyen, elbette yerden göğe kadar haksızdır.

Zannetmesinler ki ben bu zalimane ithamlara karşı kendimi mes’uliyetten veya mahkûmiyetten kurtarmak içindir. Sizi temin ediyorum ki beni tam bilen dostlarım da tasdik ediyorlar ki bu yirmi sekiz senede ölüm, hayattan ziyade bana faydalı ve kabir, on defa bana hapisten ziyade medar-ı rahat ve hapis, on defa bu çeşit serbestiyetten daha istirahatime faydalı olduğunu kat’iyen kanaatim var. Eğer bazı dostlarım mahzun olmasaydı ben daimî hapiste kalacaktım.

Eğer şer’an intihar caiz olsaydı elbette Rus’un Başkumandanının ve İstanbul’u işgal eden İtilafçıların Başkumandanlarının kendini idam etmek vaziyetlerine ve divan-ı riyasette elli mebusun huzurunda ilk Reisicumhurun şiddetli hiddetine karşı tezellüle tenezzül etmeyen bir adam, elbette pek çok defa bir âdi jandarma ve gardiyanın ve âdi bir memurun tahkirkârane ihanetleri ve iftiraları ve tazipleri ve ağır tacizlerini gören adama, elbette ölüm yüz defa hayattan daha ziyade ona hoş gelir.

Madem Rehber’i bahane edip böyle hiç hatır ve hayale gelmeyen bir evham ile ittiham ediliyorum. Ben ve kardeşlerim Rehber’in hakikatiyle hem imanımızı hem ahlâkımızı tehlikeden kurtardığımız için deriz ki:

Rehber on beş sene evvel telif edilmiş, üç defa tab ile binler nüshası ve el yazısı ile on binler nüshası bu vatanda iştiyak ile okunmak suretinde intişar ettiği halde; yüz bin adam okuyucu hiç kimseden muvafık, muhalif, dindar, dinsizden hiçbirisi dememiş “Ondan zarar gördük.” veya “Vatan ve millete zararı var.” işitmedik. Öyle bir zarar olsaydı, bu ehemmiyetli bir mesele olduğu için intişar edecekti. Halbuki bundan yüz bine yakın şahit gösteririz ki “Biz ondan imanımızı kurtardık, seciye-i milliyemizi onunla düzelttik, istifade ettik.” diye yüz bin şahidi bu davamıza lüzum olsa göstereceğiz.

Acaba bir adamın on hasenesi olsa bir küçük yanlışı nazara alınmadığı halde, böyle yüz bin hasene ve fayda sahibi bir eserin vehmî, asılsız bir kusur tevehhümüyle medar-ı mes’uliyet olabilir mi? Hiç, dünyada hayat-ı içtimaiyeye temas eden hiçbir kanun böyle bir hale suç diyebilir mi?

O eseri tetkik eden ulûm-u İslâmiye ve diniyeye mâlik olmayan ehl-i vukufun suç unsuru diye gösterdikleri:

Birincisi: “Laikliğe aykırıdır, dini siyasete âlet ediyor.”

Halbuki müellifi otuz beş seneden beri siyaseti terk edip bir gazeteyi okumamış ve şakirdlerine de “Siyasetle meşgul olmayınız.” daima demesi, bu suç unsurunu tamamıyla keser.

İkincisi: “Dinî tedrisata taraftar olmak bir suç gösterilmiş.”

Buna karşı deriz: Dünyada buna suç diyen hiçbir ehl-i iman bulunmaz. Hususan hapisteki olanlar içindeki bîçarelere teselli suretinde ders vermiş. Tedrisata taraftarlığını o zaman söylemiş. Bu ise o cümleyi de bütün bütün manasız olduğunu gösterir. Hattâ hapisteki üç yüz adamın az bir zamanda Risale-i Nur’la ıslah olması, cinayetlerden tövbe ederek ve bütün onlar namaz kılmaları, alâkadar memurların nazar-ı dikkatlerini celbetmiş. O memurların bir kısmı demişler: “On beş sene hapiste kalmasının faydası kadar, on beş hafta Risale-i Nur fayda vermiş.” Bunu hapisteki Rehber’i yazana söylemişler.

Müellifi de demiş: Yüz otuz kitaptan ibaret olan Risale-i Nur ve onun küçük bir parçası olan Rehber’i, tamamıyla olmasa da okuyan adam, elbette on beş sene hapisteki cezadan, medresede ders okumak kadar istifade eder, ıslah-ı hal eder, fenalıklardan tövbe eder.

Acaba böyle bir temenni, bir teşvik ve beni hapse sokanlar da tasdik ettikleri halde, suç olabilir mi?

Üçüncüsü: “Tesettür ve terbiye-i İslâmiye taraftarıdır.” diye suç göstermiş.

Bu ise hem Eskişehir hem Denizli hem Afyon’da hem Afyon’un Mahkemesinin kararnamesinde de neşredildiği gibi; on beş sene evvel Eskişehir’de tesettür taraftarlığım için Mahkeme bana ilişmiş. Ben de hem Mahkemeye hem Mahkeme-i Temyize bu cevabı vermişim:

Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların kudsî bir düstur-u hayat-ı içtimaîsi ve üç yüz elli bin tefsirin manalarının ittifaklarına iktidaen ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdadlarımızın itikadlarına ittibaen tesettür hakkındaki bir âyet-i kerîmeyi tefsir eden bir adamı ittiham eden, elbette zemin yüzünde adalet varsa bu ittihamı şiddetle reddeder ve o ittihama göre hüküm verilse nakz ve reddedecek.

Bu âyet-i kerîmenin tesettür emri kadınlara büyük bir merhamet olduğunu ve kadınları sefaletten kurtardığını, Risale-i Nur kat’î ispat ettiği gibi Sebilürreşad’ın 115’inci sayısındaki: “Ehl-i iman âhiret hemşirelerime” unvanı olan bir makalem ispat eder.

Dördüncüsü: “Şahsî nüfuz temin etmek” bir suç unsuru gösterilmiş. Sebebi de “Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi namına konuşuyorum.” demesi ve “Kalbe ihtar edildi.”, “Hatırıma geldi.”, “Kalbime geldi.”, “Risale-i Nur hem mektep hem medrese hem tekke faydasını veriyormuş.” Ehl-i vukuf bu cümleyi medar-ı ittiham etmiş.

Cevaben deriz: Bir adam kabir kapısında seksenden geçmiş, kırk seneden beri kendisini inzivaya alıştırmış, yirmi sekiz seneden beri tecrid-i mutlak ve hapis ve nefiy içinde bütün bütün dünyadan küsmüş, otuz beş sene gazeteleri okumamış, dinlememiş. Mukabelesiz, ömründe hediye kabul etmemiş. En yakın akrabasından hattâ kardeşinden hiç mukabelesiz bir şey kabul etmemiş, hürmetten, teveccüh-ü nâstan kaçmak için halklarla görüşmemek için zaruret olmadan kendine düstur yapmış. Ve bütün dostların medihlerini kendi şahsına almayarak ya Nurcuların heyetine ya Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsine havale etmiş. Ve dermiş: “Ben lâyık değilim. Haddim de değil. Ben bir hizmetkârım, çekirdek gibi çürüdüm gittim. Risale-i Nur ise Kur’an-ı Hakîm’in tefsiridir, manasıdır.”

Hemen herkesin dediği gibi, hatırıma geldi yahut fikrime geldi yahut fikrime ihtar edildi gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabîlinden demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mana ilham da olsa; hayvanattan tut tâ melaikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.

Beşincisi: “Müellif cazibedar bir fitnenin esiri olmak ihtimali olan bir nesli, Risale-i Nur’dan meded umanlara verdiği cevaplarla kurtaracağına kanidir.”

Ehl-i vukuf bu cümleyi de medar-ı ittiham etmişler. Yüz bin şahitle ispat edilen ve meydana gelen zahir bir hakikati kanaat ettim, demesini medar-ı suç yapmak, ne derece manasız olduğunu dikkat eden anlar.

Altıncısı: “Siyasiyyun, içtimaiyyun, ahlâkiyyunların kulakları çınlasın!” demesini bir suç mevzuu göstermişler.

Halbuki gençleri tehlikelerden kurtarmak için kısa ve rahat bir çareyi keşfettiğini siyasiyyun, ahlâkiyyun da bunu terviç etsinler manasında demiş: “Kulakları çınlasın!” Buna suç diyen, insaniyet itibarıyla çok suçlu olmak gerektir.

Yedincisi: “Fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidadkâr bir şahs-ı manevînin mevcud olduğunu ve bu manevî şahsın hayaline göründüğünü söylemekte fakat kim olduğunu bildirmemektedir.”

Ehl-i vukuf medar-ı ittiham etmişler. Acaba dünyada insî ve cinnî şeytanlar hiç boş dururlar mı? Onların daima fenalıkları yapmak ve yaptırmakla meşgul olduklarından, bu vukufsuz ehl-i vukuf hiç bilmemişler mi ki manasız ilişiyorlar. Madem manevî demiş, madem kim olduğunu bildirmemiş, dünyada hiçbir mahkeme böyle manevî bir adama, yani bir şeytana hakaret ettin diye seni mahkemeye vereceğiz diyen, elbette sözüne zerre miktar ehemmiyet verilmez bir hezeyan hükmündedir.

Sekizincisi: “Doğrudan doğruya Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden süzülen ve çıkan ve tevellüd eden Risale-i Nur esaslarına dayandığı, müellif tarafından mükerreren ve musırrane beyan ve iddia edilmekte ve böylece propaganda dinî delillere, telkinlere istinad ettiğini söylemekle suç unsuru gösterilmektedir.”

Bunu bütün Risale-i Nur’u okuyanların tasdikiyle hususan meşhur Mısır, Şam, Bağdat, Pakistan ve Diyanet Riyasetinin dairesinin uleması tasdik ile Risale-i Nur doğrudan doğruya hakiki bir tefsir-i Kur’anîdir ve Kur’an’ın malı ve lemaatıdır, dedikleri halde bu cümleyi medar-ı suç yapanlardan mahkeme-i kübra-i haşirde bu hatasının sebebi sorulacak.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ

Hasta Said Nursî

***

1952’de İstanbul’da görülen Gençlik Rehberi mahkemesine, ehl-i vukufa cevaben verilen itiraznamedir

Birinci Ağır Ceza Mahkemesine,

Risale-i Nur eczalarından Gençlik Rehberi’nin tabı ve intişarı münasebetiyle müellifi Bedîüzzaman Said Nursî’nin mahkemeye verildiğini ve Gençlik Rehberi’nin mahiyetini tetkik için bilirkişi namıyla hakikatleri tamamen tahrif ederek dinsiz ve İslâmiyet düşmanları mahiyetinde mütalaa edip suç mevzuu çıkaran ehl-i vukufun raporunu okuduk.

Yüz otuz parçadan müteşekkil iman, ilim ve fazilet hazinesi hükmündeki Risale-i Nur Külliyatı’ndan bu Gençlik Rehberi bir cüzü olması ve Risale-i Nur’daki yüksek hakikatlere ruh u canlarıyla bağlanarak o eserler hazinesini bu milletin maddî manevî hayatında bir saadet rehberi olduğunu ispat edip bildiğimizden, Rehber’in aleyhindeki o bilirkişi isnadlarını red ve ehl-i vukufun vukufsuzluklarını bütün kuvvetimizle yüzlerine çarparak ilan ve ispat ediyoruz. Ve mahkeme heyetine arz ediyoruz ki:

Verilen ehl-i vukuf raporu; vatan ve milletin hayatına, tarihine, an’anesine, mukaddesatına, kanununa tamamen yabancı, halihazır kanunlara iftira eden, hükûmeti tahkir eden, bin yıllık bu milletin tarihini tezyif ile bütün bir milletin ecdadını tahkir eden ve bugün bu vatanda yaşayan yirmi milyon kardeşlerimizin maneviyatına taarruz eden bir sû-i kasdın örneğidir. Mahkeme-i adalet bunu nazar-ı itibara alması gayr-ı mümkündür.

İşte biz de bilirkişi ismini alıp bu sû-i kasd vesikasını imza edenlere soruyoruz: Bu millet hâşâ dinsiz midir? Bu millet yüzyıllar boyunca dinden ve imandan hâşâ mahrum bir vaziyette en sefih millet midir? Bu millet ve bu milletin parlak tarihini altınla yaldızlayan bir ecdad, bütün hayatlarında dünyaya sefahet ve dalalet dağıtan küfür yolu üzerinde mi yürümüşler?

İstanbul’u fetih ile dünya hayatında yeni bir devir açan, şarka garba Kur’an’ın bayraktarlığı vazifesiyle nur-u hidayet, ilim ve fazilet saçan, Avrupa’ya hakiki medeniyeti ders veren ve İslâmî medeniyetin ziyasıyla beşeriyeti aydınlatan ve koskoca bir tarih, onların kahramanlığıyla dolu olan Yıldırımlar, Fatihler, Selimler ve Süleymanlar ve onların mensup olduğu bir millet, yazdığının tamamen aksine olarak; maneviyatı sönmüş, dinden haberi yok, İslâmiyet’i neşreden başka millet, o kumandanlar başka bir milletin tarihinde, tarih yalan söylüyor, Türkler İslâmiyet’in kahramanı olarak Kur’an’ın bayraktarlığını bütün milletler üstünde bir şeref tacı olarak taşıdıkları yalandır, öyle mi?

Veyahut bu millet, hakikat-i İslâmiyeden aldığı bir ders ile kadınlarını ve kızlarını âdab-ı Kur’aniye ziynetiyle ziynetlendirip kadınlığın haysiyet ve şerefini muhafaza ederek onların âdi ve kıymetsiz olmalarına mani olduğu, yalan! Uzun asırlarda İslâm-Türk kahramanları namıyla maruf olmuş ve ahlâk ve namusun, haysiyet ve şerefin kemaline yetişmiş bildiğimiz ve iftihar ettiğimiz ecdadımız, annelerimiz, bizim iftiharımızın aksine olarak emr-i Kur’an’a ittiba etmemişler, güzelliğin hakikatini terbiye-i İslâmiye dairesinde âdab-ı Kur’aniye ziynetiyle ziynetlenmek değil, vücudlarını çıplak olarak teşhir etmekte bilmişler, öyle mi?

Ey ehl-i insaf ve ey tarihiyle, mukaddesatıyla, kahraman ve mübarek ecdadıyla iftihar eden nesl-i hazır! Geliniz, görünüz. Tarihinizi ve İslâmiyet’inizi tahkir eden bir sû-i kasd vesikasını yazan ve imza edenlere; hayatınızın hayatı, ruhunuzun ruhu bildiğiniz İslâmiyet’iniz namına ve kâinatı on dört asır ışıklandıran ve kudsî ve İlahî düsturlarıyla bin seneden beri milyonlar ecdadınızı nurlandıran ve ebedî saadete sevk eden Kur’an’ınız namına ve o düstur-u Kur’an’a ittiba eden yüzer milyon ecdadınız namına, ahlâk-ı hasene ve namus muhafazası yolunda İslâmî terbiyenin ziyasıyla nurlanan ve terbiye alan ve kadınlığın hakiki manasını ve hakiki güzelliğini yaşayışlarıyla ve giyinişleriyle ve hayatlarıyla gösteren annelerinizin ve ninelerinizin ve hemşirelerinizin namına o müfterilere, o tezyif ve tahkir savuranlara teessüfünüzü, tekdirinizi ve reddinizi bildiriniz.

İşte o müfteriler; yaşı sekseni bulmuş, zehirlerden şiddetli hasta, dinî hizmetinden dolayı ömrü hapishanelerde çürütülmüş bir İslâm kahramanınız; şimdi bütün münevverlerin ve çok ediblerin ve terbiyecilerin, vatan ve millet-perverlerin şikayet ettikleri ahlâksızlığın ve fuhuş tehlikesinden muhafaza için gençlere iyi ahlâk, yüksek namus, iman ve fazilet dersi veren, vatana millete bir uzv-u nâfi’ haline gelmelerini temin eden, adalet ve asayiş lehinde en birinci kuvvet olarak memleket ve milletin saadetine hizmet eden Gençlik Rehberi adlı eserinin müsaderesine ve müellif-i muhtereminin mahkûmiyetine sebep olmak için diyorlar:

Bedîüzzaman tesettür taraftarıdır. Kadınların yarı çıplak, açık dolaşmalarına, İslâmiyet’e karşı muharebede şeytan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte; kadınların bugünkü içtimaî hayatta açık bacak ve yarım çıplak giyinmelerini günah saymakta, Bedîüzzaman halihazır bu açık, yarım çıplak giyinişleri evlenmelere mani olup fuhşa teşvik edici mahiyetinde görmektedir. Ve yine Bedîüzzaman’a göre, kadını güzelleştiren şey ve kadının hakiki ve daimî güzelliği içtimaî hayatta yer alan süslenmek, vücudlarını teşhir etmek olmayıp terbiye-i İslâmiye dairesinde âdab-ı Kur’aniye ziynetidir. Bedîüzzaman dinî tedrisat taraftarıdır. Risale-i Nur adı verdiği dinî tedrisat sayesinde mahkûmların on beş haftada ıslah olacaklarını (ki Denizli ve Afyon hapishaneleri; adliyenin, gardiyan ve müdürlerin şehadetiyle sabittir) söylemektedir. Bedîüzzaman, cazibedar bir fitneye esir olan gençlerin din hakikatleriyle ve Nur’un imanî dersleriyle kurtulacaklarına kanidir. İşte bu fikirleriyle suçludur. Kanunen mahkûm edilmesi lâzımdır diyorlar.

İşte bunlar güya ehl-i vukuf namında, memleket gençliğine adalet ve hak ve hürriyet derslerini verecek profesörler veya hukuk doçentleridir.

İşte ey adalet-i hakikiyenin mümessilleri sıfatıyla hukuk-u umumiyeyi ve haysiyet-i milliyeyi muhafaza eden hâkimler! Gençlik Rehberi’nin imanî dersleri ve ahlâkî telkinleri, bu ehl-i vukuf raporundaki gibi bir suç mevzuu olarak kabul ediliyorsa ve müellifi bu büyük hizmetinden dolayı mes’ul tutuluyorsa eğer öyleyse o zaman yukarıda arz ettiğimiz bu millete, bin yıllık tarihine, an’anesine, idarî ve örfî kanunlarına, bu milletin ebedî medar-ı iftiharı olmuş mukaddes dinine, mukaddes İslâmiyet hakikatlerine, kudsî Kur’an derslerine ve o kudsî hakikatlere sarılarak İslâmî medeniyeti kemal-i şaşaa ile dünyaya ilan eden bir aziz ecdada ve onların haysiyetine, hukukuna, maneviyatına savrulan tahkir ve tezyifleri, indirilen darbeleri ve söylenen iğrenç iftiraları kabul etmeniz lâzımdır. Bu büyük, manevî cinayetleri hoş görüp kabul etmekle, ismî ehl-i vukufların suç isnad ettikleri Gençlik Rehberi suç sayılabilir. Ve ancak o cihetle müellifi mahkûm ve Rehber’i neşreden talebeleri muaheze olunabilir. Yoksa adalet-i kanun ve hürriyet-i fikir ve vicdan düsturuyla mahkûmiyeti ve muhakemesi mümkün değildir. Hürriyet-i fikir ve hürriyet-i vicdan düsturunu en geniş manasıyla tatbik eden Cumhuriyet idaresinin demokrasi kanunlarıyla aslâ kabil-i telif değildir.

Eğer Gençlik Rehberi’nin intişarıyla dinî terbiyeyi ders veriyor, bu ise laikliğe aykırıdır, diye ittiham olunuyorsa o halde laikliğin manası nedir? Biz de soruyoruz: Laiklik İslâmiyet düşmanlığı mıdır? Laiklik, dinsizlik midir? Laiklik, dinsizliği kendilerine bir din ittihaz edenlerin dine taarruz hürriyeti midir? Laiklik, din hakikatlerini beyan edenlerin, imanî dersleri neşredenlerin ağızlarına kilit, ellerine kelepçe vuran bir istibdad-ı mutlak düsturu mudur?

Laiklik, bir vicdan ve fikir hürriyeti olduğuna göre, dinsizler ve din düşmanları, İslâmiyet aleyhinde her çeşit hücumları, taarruzları yapar, anarşik fikirlerini o hürriyet-i vicdan ve fikir bahanesiyle neşreder de fakat bir İslâm âlimi o hürriyet-i fikir düsturuna istinaden bin yıldan beri İslâmiyet’in serdarı olmuş bir millet içinde ve o milletin bin yıllık an’anesine, kanunlarına ittiba ederek ve yine o milletin saadeti uğrunda, ahlâk ve namusun muhafazası yolunda dinî bir ders beyan etmesi laikliğe aykırıdır diye suçlu gösterilir, devletin nizamlarını dinî inançlara uydurmak istiyor diye mahkur gösterilir. Biz böyle bir gayr-ı mümkünün, mümkün olmasına ihtimal vermiyoruz. Adaletin buna müsaade etmeyeceğini şüphesiz biliyoruz.

Hakikat-i halde, geçen mahkemelerin beraetler vererek tamamen iade ettikleri Risale-i Nur’un yüz otuz parçasından bir parçası olan Gençlik Rehberi, vatan ve milletin saadetinde en birinci vesilelerden birisidir. O eserleri okuyup onların dersleriyle sefahet ve dalaletin girdaplarından kurtulduklarını mahkemelerde söyleyen yüzler Nur talebeleri ve şimdi bizzat o eserlerle vatan ve millete nâfi’ bir uzuv haline geldiklerini hayatlarıyla ve hizmetleriyle ispat eden binler Türk gençleri bizler, o asılsız isnadları, o müfterilerin yüzlerine çarpıyoruz.

Hakikaten ne kadar acıdır ki: Asayişin teminine, ahlâkın muhafazasına vesile olmuş, adliyeye ve zabıtaya binler faydası bulunmuş bir eser, bugün hakikatin tamamen aksine olarak suçlu gösterilip zararlı tevehhüm edilmek isteniyor. Artık bu kadar bedihî bir zıddiyet karşısında insaf ve vicdan sahiplerinin vicdanlarına ve insaflarına havale edip Üstadımız hakkında o ehl-i vukufun; dini siyasete âlet ediyor, demelerine mukabil biz de diyoruz: O ehl-i vukuf, adliyeyi dinsizliğe âlet ediyor.

Bilirkişi raporunda bir isnad da müellif, Risale-i Nur şahs-ı manevîsi namına konuşmaktadır. Kalbe ihtar edildi, Leyle-i Kadirde kalbe gelen bir mesele-i mühimme gibi bazı cümleleri ele alarak, bununla şahsî nüfuz temin etmek maksadının müellifte bulunduğudur.

Bu kadar asılsız ve manasız bir isnad karşısında insan, o bilirkişi namını alanların bilirkişi mahiyetinden tamamen uzak olduklarına hükmedip o cehaletleri ve o vukufsuzlukları karşısında hayrette kalıyor. Hiç olmazsa ehl-i vukuf, hürmeten bu ciheti dikkatle mütalaa etseydiler, kendileri bu derece cehalet deresine atılmaktan belki bir derece kurtulurlardı. Bu asılsız isnada karşı evvela:

Bütün Risale-i Nur eserleri ve mektupları ve Üstadımızın bütün hayatı en kat’î delildir ki o aziz zat bütün gayretini, bütün hizmetini Hak uğrunda ve yalnız Hak için yapmış ve yalnız Hakk’ın hatırı için konuşmuş. O sureta ehl-i vukuf, Nur Külliyatı’ndan yalnız küçük bir cüzünü okumakla ve dinsizlikte taassup göstererek illâ ki bir suç isnad edebilmek için bu iftirayı savurmuşlar. Halbuki o aziz zat, Risale-i Nur dersini izah ederken diyor: En büyük dersimiz; acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür.

Hakikat-i halde o aziz zat, büyük ve küllî hizmetleriyle, en caniyane işkencelere sabır ve tahammül ederek, mücahede-i maneviyesinde devam edip küfür ve dalaletin bîaman hücumlarını, maddiyyun ve tabiiyyunun küfrî mesleklerini Kur’an-ı Hakîm’in hakaik-i imaniyesinden aldığı Nur hakikatleriyle parçalayarak ve o Nur’un yüz otuz risalesinin yüz binler nüshalarını, imanî dersleriyle ona minnettar kalan yüz binler müştak talebeleriyle her tarafa neşreden; dinsizliğin, bilhassa komünistliğin bu vatandaki hücumuna mani olan iman hakikatlerini en kat’î delil ve bürhanlarla ispat ederek küfür ve dalaletin bâtıl mesleklerini Kur’an’ın elmas kılıncı hükmündeki iman-ı billah ve vahdaniyet-i İlahiye hüccetleriyle parça parça eden ve o Nur eserleri şimdi âlem-i İslâm’ın büyük merkezlerinde kemal-i takdir ve istihsanla neşredilen ve geçen sene Türkiye’yi ziyarete gelen Pakistanlı bir vekil, kırk elli üniversite talebesine:

“Kardeşlerim, ben âlem-i İslâm’da aradığımı Türkiye’de buldum. Bedîüzzaman yalnız sizin değil, o bütün âlem-i İslâm’ındır. Ve yakın bir zamanda bütün İslâm âlemi onu anlayacaktır. Siz bu Nur eserlerine dikkatle bakın. Ben bunu doksan milyon İslâmlar içinde neşredeceğim. Benim âlem-i İslâm hakkında pek çok endişelerim ve Üstada pek çok soracaklarım vardı. Bir saat kadar yanında yalnız onu dinlemekle bütün endişelerim zâil olup bütün suallerime cevap aldıktan sonra şimdi Pakistan’a âlem-i İslâm’ın mukadderatı hakkında büyük müjdelerle gidiyorum. Ben Türk ve İslâm tarihini tetkik ettim. Evet çok kahramanlar, çok İslâm fedaileri ve çok vatan-perverler gelmişler. Hepsi büyük fedakârlık ve kahramanlıkla millete, vatana hizmet etmişler. Fakat o hizmetlerinin neticesinde lâyık oldukları mükâfat onlara verilmiş. Her birisi birer mükâfata mazhar olmuşlar. Fakat bugün Üstad, yirmi küsur seneden beri bu milletin saadet-i dünyeviyesi ve uhreviyesi için tarife imkân olmayan zulüm ve işkenceler içerisinde işte bu eserleri telif ve neşrederek bu millet içerisinde din aleyhindeki cereyanların intişarına mani olan Bedîüzzaman’ın evinde bugün bir lambası bile yok. İşte o, her şeyi terk ederek yalnız ve yalnız dine hizmet için çalışmıştır. Elbette âlem-i İslâm yakında böyle bir zatı eserleriyle tanıyacaktır.” diye Ali Ekber Şah gibi bir İslâm âlimi ve mütefekkirinin takdir ve tahsinine mazhar olan…

Ve şimdi Demokrat milletvekillerinden bazıları: “Bedîüzzaman’ın Nur Risalelerini okuyan, ders alan ve o eserleri neşreden Nur talebeleri bu hizmetleriyle bu memlekette komünistliğin yayılmasına set oldular. Madem hükûmetimiz komünizmin aleyhindedir. Öyle ise Nurculara o hizmetlerinden dolayı minnettardır.” diye milletvekillerince dahi hizmeti takdir edilen ve serâpa bütün Risale-i Nur eczaları her bir nüshası, binler kelime ve cümleleriyle o zatın mahiyetine, hizmetine, yirmi beş yıllık faaliyetine ve neşriyatının küllî faydalarına şehadet ve işaret ettikleri bir zat…

Evet, işte o acz ve fakr dersini kendisine meslek edinen ve talebelerine ders veren bir zat; hakikat-i halde yukarıda bir derece arz ettiğimiz o küllî hizmetlerinin neticesinde talebelerinin ve bütün ehl-i imanın en büyük medh ü senalarına, hürmet ve muhabbetlerine en lâyık, en elyak ve kabul etmesi hakkı iken bilakis o aziz zat, kendisini ziyarete gelenlere ve Risale-i Nur eserlerini okuyup o eserleri ilim ve iman hakikatleri dersinde, asrın bütün ilim ve ispatları üstünde görerek hayran kalanların en samimi hürmet ve senalarından mütemadiyen kaçınmış ve müteaddid mektuplarında:

“Ben de sizin bu ders-i Kur’aniyede bir ders arkadaşınızım. Ben en ziyade muhtaç ve fakir olduğumdan bu kudsî hakikatler en evvel bana ihsan edilmiştir. Ben makam sahibi değilim. Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Kardeşlerim, sizi bütün bütün kaçırmamak için nefsimin gizli çok kusurlarını söylemiyorum.” diye kendisine yapılan medihleri ve hürmetleri reddetmiş. Ve gaye-i hayatını yalnız hakaik-i imaniyenin neşrine hizmet bilmiş. Dünyevî bütün menfaatleri, o hizmeti uğrunda feda etmiş.

Ve işte bütün hayatı bilâ-istisna bu feragate ve bu hakikate şehadet eden bir zata, en haksızların dahi yapamayacakları bir isnadı bu ehl-i vukuf isimli kimseler yapmışlar. Hattâ “Leyle-i Kadirde İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme” diye Rehber’deki çok mühim bir hakikate nazar etmeyerek, bu ihtar kelimesinden de şahsî nüfuz temin ettiğine bir delil göstermişler. Halbuki bu ihtar kelimesi o yüksek hakikatlerin ehemmiyetine öyle bir şümulü var ki ancak o hakikati okumak lâzımdır. İşte o parça İkinci Harb-i Umumî’nin sonunda nev-i beşerin dehşetli zulümleri ve tahribatları neticesindeki dehşetli meyusiyetleriyle dehşetli vicdan azaplarını ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fanteziyelerinin uyutucu ve aldatıcı olduğunun umuma görünmesiyle, fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın dehşetli yaralanmasını ve Kur’an’ın elmas kılıncı altında gaflet ve dalaletin parçalandığını ve bu sebeple dünya hayatının geçici ve muvakkat olmasından beşeriyet, hayat-ı bâkiyeyi arayacağını ve ebedî hayatı ve daimî saadeti ancak Kur’an’ın müjde verdiğini ispat ile pek parlak izahtan sonra diyor:

“Elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükûmetleri Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’an’ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.”

Ey muhterem hâkimler! Yalnız son cümlesini numune olarak size arz ettiğimiz bu ehemmiyetli fıkranın başında yazılan ihtar kelimesi bir suça mesned olabilir mi? Bu yazı şahsî bir nüfuz temini için mi yazılmış? Yoksa nev-i beşerin, Kur’an hakikatlerini aramaya başladığını beyan ile istikbalde Kur’an’ın beşeriyete hâkim olacağını mı haber veriyor ve ispat ediyor? Bu hususu yüksek takdirinize havale ediyoruz.

Evet Risale-i Nur müellifi, Kur’an’ın dersinden aldığı ve ayn-ı hakikat olan bu ihtarları beyan etmesi, beyan ve ispat ettiği derslerin ve mevzuların hakkaniyetine bir hüccet içindir. Evet, ayn-ı hak ve hakikat olduğunu dikkatle bakanlar görebilirler. Ve bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir hârikanın, istikbalin nesillerinde ve milyonlar kalp ve gönüllerde nasıl kemal-i şaşaa ile yaşayacağını ve alkışlanacağını hissedebilirler. Ve Türk milletinin bin yıllık kudsî mefahir-i milliyesine mümasil yine Türk milletinin dünyaya örnek olmuş kahraman ecdadının yerinde İslâmiyet hakikatlerine sarılarak yine Kur’an’ın bayraktarlığı vazifesiyle istikbalin kıtalarında hâkim-i manevî olacağını hissedebilirler.

Bu çok yüksek ve çok ehemmiyetli hakikatleri tam anlayabilmek için Bedîüzzaman’ın bundan kırk sene evvel 1327’de Şam’da Camiü’l-Emevî’de, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin kişilik bir cemaate hitaben îrad buyurdukları Hutbe-i Şamiye eserini okumak lâzımdır. Şimdi o eserin tercümesini yapmak lütfunda bulunan o aziz zat, o zamanda perişan ve esaret altında bulunan İslâm âlemine pek azîm müjdelerle, medeniyetin seyyiatı hasenatına galip gelmesine mukabil, istikbalde İslâmiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe ederek şems-i İslâmiyet’in büyük milletler ve kıtalar üzerinde hâkim olacağını beyan ve ispat ederek haber veriyor.

Madem o ehl-i vukuf ismini alanlar “Kalbe ihtar edilen bir mesele” cümlesinde hakikate nüfuz edemeyerek yanlış mana çıkarmışlar. 1327’den tâ 1371 senesinden sonraki âlem-i İslâm’ın mukadderatına nazar eden Hutbe-i Şamiye’deki hakikatler dahi –bilirkişilerin yanlış anladıkları veya yanlış mana verdikleri– bu “ihtar” kelimesinin hakikatini ve geniş manasını çok yüksek bir hakikat halinde gösterdiğinden Hutbe-i Şamiye eserinin tercümesini mahkemeye arz ediyoruz. Ve yalnız burada eserde ispat edilen meselelerin âhirinde zikredilen birkaç cümleyi yazarak takdim ediyoruz:

“Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâm’ın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâm’ın terakkisi ve onların uyanması ve intibahı ile olan Arab’ın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ben dünyaya işittirecek bir derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak. Öyle ise şimdiki kader-i İlahî ve kısmetimize razı olmalıyız ki bize parlak istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş.”

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”

“Ey bu Camiü’l-Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm’ın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler! Hasıl-ı kelâm: Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz; akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin tabileri gibi ruhbanı taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.”

“Evet, şimdi olmasa da otuz kırk sene sonra fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam teçhiz edip cihazatını verip o dokuz manileri mağlup edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşâallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.”

“İşte Amerika ve Avrupa tarlaları böyle dâhî muhakkikleri (Mister Karlayl ve Bismark gibi) mahsulat vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim: Avrupa ve Amerika İslâmiyet ile hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak.”

“Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emaresi göründü. 71’de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak.”

“Ey Cami-i Emevî’de kardeşlerim! Ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Baştan buraya kadar olan mukaddimeler netice vermiyor mu ki: İstikbalin kıtalarında hakiki ve manevî hâkim ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet’tir ve İslâmiyet’e inkılab etmiş ve tahrifattan ve hurafattan sıyrılacak İsevîlerin hakiki dinidir ki Kur’an’a tabi olur, ittifak eder.”

Muhterem heyet-i hâkime! Risale-i Nur müellifi aleyhindeki bütün iftiralara ve isnadlara karşı hukukî en kat’î cevap olarak, üç mahkemenin ve üç ehl-i vukufların tetkikten sonra eserleri iade etmeleridir.

Hem Üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüz otuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme ve hükûmet memurları tarafından tam tetkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim, mürted ve münafıklara karşı mecbur olduğu, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î ispat ediyor. Hayatını yakından tanıyan biz Nur şakirdleri ise bu fevkalâde hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakiki ihlasa bir delil saymaktayız.

Bu itibarla onu bazı iftiralarla çürütmek isteyen, vatan ve milletin saadeti lehindeki hizmetlerinin aleyhindeki gizli, zalim düşmanlarının planlarını âdilane kararınızla mahvedeceğinizi ve müfterilerin yanlış isnadlarını yüzlerine çarpacağınızı adalet ve vicdanınızdan bekler, hürmetlerimizi takdim ederiz.

Eskişehir Nur talebelerinden

Yaşar, Osman Toprak, Ahmed, Osman, Ceylan, Şükrü, Bayram, Sungur, Hüsnü

***

Heyet-i Sıhhiyeye

On beş sene evvel Rehber’in başında yazıldığı gibi bazı gençler kendilerinin hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesini muhafaza için yanıma geldiler. Ben de onlara lillah için o Rehber dersini verdim.

O risale bir iki hâşiye müstesna hem Isparta Hükûmeti hem Denizli Mahkemesinde hem Ankara’nın Ağır Ceza ve Temyiz Mahkemesinin iki sene ellerinde kalması neticesinde beraet kazanması ve tamamen Risale-i Nur Külliyatı Rehber de içinde olduğu halde iade edilmesi ve bir nüshası Ankara Emniyet Müdürünün eline geçmesiyle (Rehber’in başında yazıldığı gibi) bir tek kelimesine ilişmesi ile âhirinde gelen cümleyi okuyunca hakikati anlaması ve intişarına mani olmaması…

Hem binlerce nüsha intişar ettiği halde hiçbir yerde bir zarar, bir itiraz görülmemesi, hattâ Mersin’in Tarsus kazasında birkaç Nur kitaplarını müsadere ederek Gençlik Rehberi de içinde olduğu halde Ankara’ya gönderilip tetkik ettirildikten sonra, Vilayetin emriyle tamamen serbesttir diye resmî vesika vermeleri ve İstanbul’da tabedildiği zamanda kanunen beş altı makama gönderildiği ve ellerinde beş altı ay kaldığı halde ilişmemeleri, Rehber’in ehemmiyetini ve kanunen dahi serbest olduğunu ispat ediyor.

Sonra binden fazla gençler, Ankara ve sair vilayetlerin mekteplerinde ondan vatan, millet, ahlâk cihetinde istifade ettikleri ve hiç kimse zarar görmediği halde, birden hiçbir medar-ı mes’uliyet olmayan bir iki kelimeye yanlış mana vermek, mesela “Gençlik Rehberi” namını vermekle bir suç mevzuu yapmışlar.

Biri de müellifi tabetmemiş, kendi bîçare hasta yatağında iken gençler tabettikleri halde, şahsî nüfuz temini için yazılmış diye suç mevzuu yapıp tabedene değil de müellifini ağır cezaya vermek hem zorla oraya celbetmek, halbuki on beş sene evvel yazılmış ve af kanunu ve mürur-u zamanı hem beraeti görmüş; öyle ise bütün bütün kanunsuz olarak bir garaza binaen müellifine bu kadar musırrane ilişiyorlar.

Ben de diyorum ki: On vecihle kanunsuz, bu kadar musırrane, hastalığım zamanında iktidarım harici beni mahkemeye vermenin sebebi, Rehber’in vatana, millete, asayişe pek büyük faydası olduğu için anarşilik ve dinsizlik hesabına ilişiyorlar diye ihtimal veriyorum.

Şimdi bu kanun namına garazkârane kanunsuzluk hesabına beni cebren, zorla İstanbul’a mahkemeye sevk etmekte, benim çok ihtiyarlık zafiyetim ve zehirli şiddetli hastalığım kat’iyen tıbben, fennen mazeret-i kat’î olduğu gibi; dört defa o noktadan rapor alıp onlara gönderdiğimiz halde, yine ısrarla beni zorlamakta olduklarından pek şiddetli ruhuma dokunmuş, daha benim mahkeme ve idare huzurunda konuşmak iktidarım haricindedir. Konuşsam da vatan, millet ve asayişe zarar vermek fikriyle çalışan ve beni hilaf-ı kanun muhakeme edenlerin yüzüne vurmaya mecbur olacağım. Daha bu kadar zulme tahammül edemeyeceğim. Bu ise ehemmiyetli başka bir nevi hastalıktır. Hem vatana bu manevî hastalık, zarar vermek ihtimali var.

Şimdi Heyet-i Sıhhiye’den ricam, beni tanıyanlar ve benimle yakından alâkadar olanlar ve hizmet edenler biliyorlar ki gizli düşmanlarım müteaddid defadır beni zehirliyorlar. Tagaddi edemiyorum. Hattâ hizmetçimle beş dakikadan fazla konuşamıyorum.

Hem başımda şiddetli ve devamlı nezle ve bir gözüm o nezleden ağrıyor ve akıyor. Müzmin kulunç ve şiddetli sancı ile hastayım.

Hem yirmi sekiz sene gurbette kaldığımdan ve başkalarının muavenetini kabul etmediğimden pek zarurette yaşadığım için zafiyet fazladır. Hattâ zorla merdivenden çıkıyorum. Zaruret-i kat’î olmazsa beş dakika konuşamıyorum, yoruluyorum.

Ben sâbık mahkemelerde hem Risale-i Nur hem Risale-i Nur talebeleri için tahammül ediyordum. Ve tam hakikati izhar etmiyordum. Bir derece zulümlerine tahammül edip haksızlıklarını yüzlerine vurmuyordum. Tâ masumlara, asayişe zarar gelmesin diye sabır ve her nevi zulüm ve işkencelere tahammül ediyordum.

Şimdi ise Risale-i Nur’a âlem-i İslâm sahip çıktı. Nur talebeleri de benim müsamahama ve düşmanlarıma ilişmemekliğime ve zulümlerine sükût etmeme ihtiyaçları kalmadı. Onun için benim damarıma pek şiddetli dokunulduğunda irade ve ihtiyarım haricinde karşıma çıkan gizli düşmanlarımın bana zararlarına vesile olan, beni cezalandırmaya çalışanlara hakikati çıplak olarak böyle söyleyeceğim. Sükût… Şimdi izhar edilmeyecek.

Madem hakikat böyledir, Heyet-i Sıhhiye benim hem maddî hem manevî hem sinir hem kalp hem nezleli baş hastalıklarım hem kulunç ve sancı ve mahkemelerde konuşma iktidarsızlığı ve hem madem resmen vekillerim oradadırlar hem tabedenler de oradadırlar; istinabe sureti ile ifademin alınması için fennî ve tehlikeli hastalığı var şeklinde rapor verilmesini rica ederim.

Emirdağı’nda Said Nursî

***

Aziz ve mübarek, müşfik Üstadım!

Bu arîzamı Nur’la alâkadar ve hac refiklerimden Karakoçanlı Hacı Sabri kardeşim ile takdim ediyorum.

Evvela: Mübarek ellerinizi kemal-i ihtiramla takbil eder, bu âciz ve pür-taksir kardeşiniz ve talebenizi müstecab ve mübarek duanızda dâhil buyurmanızı istirham eylerim.

Sâniyen: Hacı Sabri kardeşinizi ve diğer yeni alâkadarları da dualarınıza dâhil buyurmanızı rica ederim.

Sâlisen: Kardeşim Hüsrev gerek zat-ı âlîlerinin, gerekse diğer kardeşlerin mektuplarını emirlerinize atfen göndermekte devam ettiği için lillahi’l-hamd vaziyetten haberdar bulunuyoruz.

Râbian: Gerek Hüsrev kardeşimin ve gerek Ceylan’ın gönderdikleri eserleri kardeşlere verdim ve parasını kendilerine gönderdim. Urfa’dan biraz daha istedim. Gelince inşâallah onları da talebelere vereceğim. Eserlerden bir takımını Hacı Sabri almıştır.

Hâmisen: Reisicumhurun nutkundan gelen müjdeli istihracın tahakkuk etmesini eltaf-ı İlahiyeden niyaz ederiz.

Sâdisen: Nur’un neşri ve fütuhatı için Rahîm ve Kerîm Rabb’imiz muvaffak buyurduğu nisbette istihdamımız lillahi’l-hamd devam ediyor. Akşamları Nurlu cemaatten mürekkeb fakirhanemize gelen cemaate tedrisat-ı Nuriyede devam olunuyor.

Malatya seyahatimde oradaki alâkadarların çalışma tarzlarını söyledim. Büyük Doğucuların bu fakiri kendi zümrelerine katmak hususundaki tekliflerine: “Büyük Doğuculuk siyasî bir teşekkül müdür?” diye sordum. “Evet” dedikleri için “Sizin yalnız imanî ve Kur’anî mesaildeki müşküllerinizi ve izahını arzu ettiğiniz noktaları Risale-i Nur’un yardımı ile halle çalışırım. Benim mesleğim, ihtiyar ve şuurum taalluk etmeden Risale-i Nur dairesinde istihdamdan ibarettir. İman ve Kur’an meselelerinize hemfikrinizim. Fakat siyasetle iştigal edemem.” mealinde cevap verdim. Yalnız bu zümreden Nurlarla alâkadar olanlar var. Onların el ele vererek hem eserleri okumalarını ve anlayamadıkları yerleri sormalarını, Kur’anî hattı öğrenmeye gayret etmelerini rica ettim. Malatya, Urfa, Antep’tekileri eserleri edinmeye ve alâkalarını arttırmaya âcizane yazılarımla teşvik etmekteyim. Şimdilik mesai-i Nuriyem böyledir.

Cenab-ı Hakk’a nihayetsiz hamd ve şükür olsun ki hesapsız kusurlarımla beraber bu Kur’anî ve imanî hizmette istihdama lâyık görmüştür. Elbette mübarek ve müşfik Üstadımın duaları bereketiyle zümre-i Nuriyenin âciz bir ferdi olmakta devam ve öylece Liva-i Ahmedî aleyhissalâtü vesselâm tahtında toplananlardan olurum.

Tekrar tekrar mübarek ellerinizi kemal-i tazimle takbil eyler, alâkadar kardeşlerimin de selâm, dua ve ihtiramlarını arz ederim. Muhitinizdeki maddeten ve manen yakın bütün arkadaşlara arz-ı ihtiram eylerim. Erhamü’r-Râhimîn olan Rabb’imizden daimî niyazım; aziz, muhterem ve müşfik Üstadımdan ebediyen razı olsun ve bütün maksadını hasıl eylesin, âmin!

اَلْبَاقٖى اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ

Muhibb-i muhlisiniz Hulusi

***

Çok sevgili, müşfik Üstadım Efendim Hazretleri!

Evvela: Hem mübarek leyali-i aşerenizi hem kudsî bayramınızı ruh-u canımla tebrik eder, arz-ı hürmetlerimle Nur neşreden ellerinizden öper, kusuratımın affını istirham ederim.

Sâniyen: Bu günahkâr, âdi, âciz, kusurlu, liyakatsiz, miskin, tembel talebenizi Risale-i Nur’un hakaik-i kudsiye-i imaniye ve Kur’aniyesine ve sevgili Üstadın terbiye-i maneviye ve maddiyesine mazhar buyuran Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükrediyorum. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Sevgili Üstadım! Terbiye-i maneviyenizin âsârını her vakit bize ihsas eden Rabb-i Rahîm’ime ne kadar şükretsem yine azdır. Tahdis-i nimet olmak üzere şunu da arz etmek isterim ki: Hastalığımdan müşteki değilim. Çünkü lillahi’l-hamd nur-u aynım ve sürur-u ruhum ve gıda-i kalbim olan Risale-i Nur’un hakikatlerini bilfiil ve bi’t-tecrübe ders almama sebep oldu.

Hem hakikaten ömrü kırkıncı sene-yi devriyesinde müthiş bir tarzdaki maddî ve manevî hastalıklarıma her bir ricasında ruha ve kalbe binler nur-u tevhidi ve ziya-yı teselliyi serpen İhtiyarlar Risalesi,

Hem her bir devasında bînihaye şifa-yı manevî bulunan Hastalar Risalesi,

Hem on bir kelime-i kudsiye-yi tevhidiyenin pek hârika ve emsalsiz bir tarzda tılsımlarını keşfeden ve her bir cümlesinden nur-u tevhid fışkıran Yirminci Mektup,

Hem hakaik-i imaniyenin en son ve en müşkül ve en derin ve bütün filozofları, hattâ hükema-i İslâmiyeyi dahi hayrette bırakan çok mühim muammaları halleden Yirmi Dördüncü Mektup,

Hem kalbin bütün manevî yaralarına kudsî bir tiryak olan On Yedinci Söz ve emsali risaleler pek hârika bir tarzda imdadıma yetişti ve tedaviye başladı.

Ve bana şöyle bir kanaat-i kat’iye verdi ki: Güya Risale-i Nur, ezcümle mezkûr risaleleri hem ben hem hastalık münasebetiyle yanıma gelenler ders alsınlar diye rahmet-i İlahiye tarafından hastalandırılmışım.

Evet sanki sevgili, müşfik Üstadımız İhtiyarlar Risalesi’ni gençlere, Hastalar Risalesi’ni sıhhatte olanlara yazmış.

Sâlisen: Orada bulunan ve sevgili Üstadımızın kıymettar hizmetinde bulunan muhterem arkadaşlarımıza hem birer birer selâm hem bayramlarını tebrik ederim. Sevgili Üstadımızın ellerinden, kardeşlerimizin gözlerinden öperim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Çok kusurlu ve hasta talebeniz Mehmed Feyzi

***

Emirdağ Lâhikası – II s.110-128

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz kardeşlerim!

Eski Said’in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım. Bu gelen fıkra kalbe geldi. Münasipse Mektubat âhirinde yazılsın.

Evvela: Hürriyet’in üçüncü senesinde aşâirler arasında meşrutiyet-i meşruayı aşâire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşâiri içinde hususan Gevdan ve Mamhuran’a verdiği ders ve 1329’da Matbaa-i Ebuzziyada tabedilen, kırk bir sene evvel tabedilmiş fakat maatteessüf yirmi otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir nüsha bulup bana göndermiş. Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in sünuhatıyla dikkatle mütalaa ettim.

Anladım ki Eski Said, acib bir hiss-i kable’l-vuku ile otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve maneviyeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medeni perdesini kendilerine maske yapan ve vatan-perverlik perdesi altında dinsiz ve hakiki bedevî ve hakiki mürteci yani bu milleti, İslâmiyet’ten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi onlarla konuşup başlarına vuruyor.

Sâniyen: O matbu eserin yüz beşinci sahifeden tâ yüz dokuza kadar parçaya dikkatle baktım. O zamanda aşâire ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktinde mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti.

Dedi: “Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak.”

O vakit, ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş:

Herkese dünya terakki dünyası olsun, yalnız bizim için mi tedenni dünyasıdır? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.

Ey yüzden tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitane benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temaşa eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed vs. size hitap ediyorum.

Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Siz inşâallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.

Yani İhtiyar Risalesi’nin On Üçüncü Rica’sında beyan ettiği gibi Medresetü’z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor Medresemin vefat etmesi ve Anadolu’da bütün medreselerin kapatılması ile vefat etmelerine işaret ederek umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezar taşı olmuş. Ey yüz sene sonra gelenler! Şu kalenin başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü’z-Zehrayı cismanî bir surette bina ediniz, demektir.

Zaten Eski Said ekser hayatı o medresenin hayaliyle gitmiş ve o matbu risalenin yüz kırk yedinci sahifeden tâ yüz elli yedinci sahifeye kadar Medresetü’z-Zehranın tesisine ve faydalarına dair ehemmiyetli hakikatleri yazmış.

Bir fâl-i hayırdır ki yirmi beş senelik dehşetli ve medreseleri öldüren istibdadın kırılması ile Maarif Vekili Tevfik, Van’da Şark Üniversitesi namında Medresetü’z-Zehrayı inşa etmesine karar vermesi ve ümidin haricinde Reis Celal dahi mühim meseleler içinde Tevfik’in fikrine iştirak etmesi, Eski Said’in kırk sene evvelki sözü ve ricası doğru çıkacağını gösteriyor.

Şimdi kırk beş sene evvelki cevabının izahında üç hakikat beyan edilecek.

Birincisi: Eski Said bir hiss-i kable’l-vuku ile iki acib hâdiseyi hissetmiş fakat rüya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah bir şeye bakılırsa kırmızı görünür. O da siyaset-i İslâmiye perdesiyle o hakikate bakmış. Hakikatin sureti bir derece şeklini değiştirmiş. O hazır büyük veli dahi o yanlışını görüp o cihette şiddetle itiraz etmiş. İşte o hakikat iki kısımdır:

Birincisi: Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak, hattâ hürriyetten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek.” diyordu. İşte kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi.

İşte Nur’un zahiren, kemiyeten dar cihetine bakmayarak hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi suretiyle hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona itiraz etmiş. Hem o zat haklı hem Eski Said bir derece haklıdır.

Çünkü Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi, bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve manen daha geniş olması; Eski Said’in o rüya-yı sadıka gibi olan hiss-i kable’l-vuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki inşâallah o görüş, yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sümbüllenmesi ile aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış tabirini sahih gösterecek.

İkinci Hakikat: Kırk sene evvel Eski Said bu matbu kitabetlerinde, İşaratü’l-İ’caz’ın baştaki ifade-i meramında ve sair eserlerinde musırrane ve mükerreren talebelerine diyordu ki: Hem maddî hem manevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak. Benim dünya terki ile inzivamı ve mücerred kalmamı gıpta edecekler diyordu. Hattâ hürriyetin birinci senesinde İstanbul’da Camiü’l-Ezherin Reis-i Uleması olan Şeyh Bahît Hazretleri (rh) İstanbul’da Eski Said’e sordu:

مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ هٰذِهِ الْحُرِّيَّةِ الْعُثْمَانِيَّةِ وَ الْمَدَنِيَّةِ الْاَوْرُوبَائِيَّةِ

Said cevaben demiş:

اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِدَوْلَةٍ اَوْرُوبَائِيَّةٍ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

Yani Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?

O vakit Eski Said demiş: Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hamiledir, Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet’e hamiledir, o da bir İslâm devleti doğuracak. Şeyh Bahît’e söylemiş.

O allâme zat demiş: Ben de tasdik ediyorum. Beraberinde gelen hocalara dedi: Ben bununla münazara edip galebe edemem.

Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak.

İkinci tevellüd de inşâallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle hem şarkta hem garpta Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.

Üçüncü Hakikat: Hem Eski Said hem Yeni Said, hem maddî hem manevî büyük bir hâdise Osmanlı memleketinde büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye Osmanlı memleketinde olacak diye hiss-i kable’l-vuku ile Eski Said mükerrer ve musırrane haber veriyordu. Halbuki o his ile nur meselesinin aksi ile gayet geniş daireyi dar görmüş. Zaman onu İkinci Harb-i Umumî ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tabir ediyor ki:

İkinci Harb-i Umumî beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir. Fakat hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde Osmanlıdaki tahribata nisbeten dardır. Osmanlıdaki manevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i maneviye-i İslâmiye manen o İkinci Harb-i Umumî’den daha dehşetli olmasından Eski Said’in o sehvini tashih ediyor ve rüya-yı sadıkasını tam tabir ediyor ve o hiss-i kable’l-vukuunu gözlere gösteriyor. Ve o muteriz ehl-i velayeti zahiren haklı fakat hakikaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o veli zatın itirazını tam reddediyor.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!

Evvela: Medresetü’z-Zehra erkânlarının arzularıyla verilen bir dersin bir hülâsasını sizlere de söylemeyi münasip gördük. O dersin mevzuu da: Umum kâinat mevcudatı hesabına Mi’rac Gecesinde, Fahr-i kâinat ve netice-i hilkat-i âlem Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, huzur-u İlahîde nev-i beşerin, belki umum zîhayat, belki umum mahlukat namına selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demesi ve içinde bir küllî mana bulunduğundan bütün ümmet her gün çok defa namazlarında zikretmesi ile ve ehl-i iman içinde, her bir mertebe sahibinin bir hissesi içinde bulunduğu ve bundan evvel “Hüve Nüktesi”nin hâşiyesinde, radyo vasıtasıyla hava unsurunun hârika mu’cizat-ı kudreti göstermesi cihetinde kalbe ihtar edildi ki:

Bir ehl-i iman, ebedî bir saadette, dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi netice verecek bu kısacık ömr-ü dünyevîde ettiği ibadette bir küllî ibadet, âdeta kendi hususi dünyasıyla beraber ibadet etmiş gibi kendi hususi dünyası kadar bir mükâfat alacağı işarat-ı Kur’aniyeden anlaşılır diye; Hüccetü’z-Zehra’nın İkinci Makamı’nda ilm-i İlahî mebhasındaاَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ … اِلٰى اٰخِرِ nin küllî manaları ruhuma gelip öylece teşehhüdde اَلتَّحِيَّاتُ derken, birden hayalime hususi dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört küllî dil oldular. Her bir dil, milyarlar hattâ trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ kelimelerini lisan-ı hal ile söylüyorlar; hayalen gördüm.

Bu unsurlardan toprak unsuru bir dil olarak bütün zîhayatların her biri bir kelime-i zîhayat olup اَلتَّحِيَّاتُ derler. Çünkü her bir avuç toprak ekser nebatata saksılık edebilir ve menşe olabilir bir vaziyettedir. O halde her bir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince manevî küçücük mikyasta fabrikalar –her bir avuç toprakta– bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız. Veyahut bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak.

Demek toprak unsuru, bütün eczası ile ve zerratı ile bu mazhariyet için hadsiz اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ der. Yani ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a hastır.

Sonra herkesin hususi dünyasındaki gibi benim de hususi dünyamın ikinci unsuru olan su unsuru dahi küllî bir lisan olarak bütün zerratı ile hususan zîhayatların menşelerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلْمُبَارَكَاتُ kelime-i mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor.

Çünkü suyun katrelerinin gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet acib ve güzel ve hârika o küçücük mahlukların ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile bârekellah dediren ve hadsiz bârekellah, mâşâallah dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri; o su unsurunun her bir zerresinin binler Eflatun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır. Bu ise suyun zerratı adedince muhaldir.

Öyle ise bir Kadîr-i Zülcelal’in ve bir Rahman-ı Rahîm’in hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve iradesiyle o mübareklerin, o hadsiz mu’cizata mazhariyetleri cihetinde bütün o mübarekler adedince اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlukat namına, Mi’rac Gecesinde, netice-i hilkat-i âlem olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ demiş. Yani bütün bu medar-ı tebrik ve mâşâallah ve bârekellah dediren bütün haletler ve sanatlar Zat-ı Zülcelal’in kudretine mahsus olduğundan, bütün o hadsiz اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ leri Cenab-ı Hakk’a, huzuruyla hediye ediyor.

Sonra herkesin hususi dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar her bir avuç havadaki her bir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni’lerine, Hâlık’larına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Cenab-ı Hakk’a اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ diye takdim etmiştir. Yani “Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı külli şey’e mahsustur.”

Çünkü “Hüve Nüktesi”nin hâşiyesinde denildiği gibi: Ya hüve kadar bir avuç havanın her bir zerresi, umum dilleri bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın uzak her şeyi işitecek ve her şiveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri beraber, şaşırmadan görecek bir kudret-i mutlaka ve irade-i tammeye mâlik olacak. Bu ise hava zerreleri adedince muhal olmasından, elbette ve elbette şüphesiz ve kat’î bir zaruretle o zerrelerin her biri, Sâni’-i Hakîm’i bütün sıfâtıyla gösterip şehadet eder. Âdeta küçük bir mikyasta âlemin büyük şehadeti kadar şehadetleri vardır.

Demek, zerrat-ı havaiye adedince salavatları ifade eden, mi’rac-ı Ahmedî aleyhissalâtü vesselâmda اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ denilmiştir.

Sonra اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i tayyibe söylendiği vakit, birden nâr ile nur unsuru yani hararetli ve hararetsiz maddî ve manevî nur unsuru bir küllî dil olarak hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal ile hadsiz diller ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ diyor.

Yani “Bütün güzel sözler, güzel manalar, hârika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî esma-i hüsnanın cilveleri ve başta enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve mahlukatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın imanlarından neş’et eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ sırrı ile arş-ı a’zam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç adet yüzünden gayet güzel olan esma-i İlahiyeye âyinelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve manevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla ezel ebed sultanı Kadîr-i Zülcelal’e mahsustur.” diye nâr ve nur unsurunun bu küllî dili ile bu küllî ubudiyeti, Mabud-u Zülcelal’e takdim etmek manasında olarak Fahr-i kâinat aleyhissalâtü vesselâm umum mahlukat hesabına اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.

Çünkü maddî ve manevî nur unsuru, mazhar oldukları vazifelerinin umumu hem beraber hem ayrı ayrı Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a işaret ve şehadet ettikleri milyarlar numuneleri var.

Evet, nur ve nâr unsuru toprak, hava ve mâ unsurları gibi gayet kat’î ve bedihî ve zarurî bir surette o numunelerle gösteriyor ki: Bütün esbab yalnız bir perdedir. Bütün icadlar ve tesirler, Zat-ı Kadîr-i Zülcelal’indir. Çünkü nur, aynen vücud ve hayat gibi kudret-i İlahiyenin perdesiz bizzat mübaşeretine lâyık olmasından, esbab-ı zahirî hiçbir cihette perde olmadığından vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir. Gayet cüz’î ve küçük bir vazifede, küllî ve geniş bir delil-i ehadiyete işaret eder ki “Hüve Nüktesi” hâşiyeleriyle bunu gayet kısaca ispat ediyor. İşte milyarlar numunelerinden iki küçük numunesinden:

Birisi: Manevî nurun –ilim suretinde– beşerin kafasında cilvesinin bir cüz’îsi, tırnak kadar kuvve-i hâfızaya mâlik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hâfızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen manaları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları o tırnak kadar kuvve-i hâfızanın sahifesinde istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcud ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.

İşte bu tırnak kadar kuvve-i hâfızanın, bahr-i umman gibi bir vüs’ati ve güneş gibi bir ihatalı nuru ve bir ziya-i manevîsi ve zemin yüzü kadar geniş sahifeleri olmazsa bu hal olamaz. Bu ise yüz binler derece muhal muhal içinde ve imkânsız olduğundan elbette ve elbette bu küçücük tırnak kadar hâfıza; Levh-i Mahfuz, bir sahife-i kader ve kudreti olan Alîm-i Mutlak’ın ilim ve hikmet ve kudreti ile o Levh-i Mahfuz’un bir numunesini beşerin kafasında halk eylemesine kudsî bir şehadet eder.

İkinci cüz’î ve küçücük bir numunesi: Elektriktir. Bir adam, elektrik lambasının acib vaziyetini tetkik etmiş. Bakıyor ki yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki ve demir ve ip tellerindeki zerreler ve maddeler camid, şuursuz, hareketsiz oldukları halde yalnız gayet cüz’î bir temas neticesinde, on kilometre yeri dolduran karanlık derhal gider ve yerini yarım saniyede dolduran bir nur vücuda gelir. Bu gözle görünen karanlığın birden kaybolması ve yine gözle görünen o zulmet kadar nurun vücuda gelmesi elbette bir hayal değil, ya o temas eden camid, şuursuz zerreler, hadsiz bir kuvveti ve bir nuru kendilerinde taşımakla beraber; birden yüz kilometre yerlere elini uzatıp, karanlığı süpürüp, temizleyip nurları dolduracak. Bu ise bütün şeytanlar ve dinsizler, maddiyyunlar toplansalar bunu, bir sofestaîye de kabul ettiremezler (Hâşiye[1]). Veyahut bütün kâinata hükmü geçen ve bütün nurlar, onun Nur isminden feyiz alan ve Nuru’n-Nur ve Hâlıku’n-Nur ve Müdebbiru’n-Nur olan Kadîr-i Zülcelal’in ve Allâmü’l-guyub’un ve Alîm-i Mutlak’ın kudreti ile ve hikmeti ile olacak. İşte bu iki numuneye kıyasen hadsiz numuneler var.

İşte اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemalâtları Zat-ı Zülcelal’e nur unsuru diliyle kâinat takdim ettiği gibi; netice-i hilkat-i kâinat ve sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) dahi namlarına mebus olduğu kâinattaki bütün mevcudat hesabına, Mi’rac Gecesinde o küllî mana ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.

Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm biadedi zerrati’l-enam) bu dört kelimat-ı cemileyi selâm yerinde söyledikten sonra –Risale-i Nur’da izah edildiği gibi– Cenab-ı Hak اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demesiyle, bütün ümmeti öyle diyeceklerine işaret ve manevî emir ve ferman ve kabul hükmünde mukabele etmiş. Birden Peygamber اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَ عَلٰى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحٖينَ demekle, o kudsî selâmı hem kendine hem ümmetine hem bütün kendinden evvelki emsallerine tamim edip, küllî ve umumî bir selâm suretinde gösterip bütün mahlukatın mebusu olması noktasında onlara da o selâmı teşmil etmiş.

Ümmeti ise her namazda اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demeleri, o selâm-ı İlahîdeki emir ve fermana bir imtisaldir. Hem ona karşı biat etmektir ve her gün biatını yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdid ve tazelemektir. Hem risaletini bir tebriktir. Hem umum âlem-i İslâm her gün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.

Evet her insan, kendi vücudunun mahvolması ile müteellim olduğu gibi; hanesinin harap olması ile de elem çekiyor. Ve vatanının bozulması ile gayet müteessir oluyor. Ahbabının firak ve vefatıyla derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, has ve hususi dünyasının zeval ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, manevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor.

İşte aklı başında her bir adam ruhsuz, kalpsiz, akılsız olmamak şartıyla bilecek ki: Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın Mi’rac Gecesinde gözü ile gördüğü saadet-i ebediyenin müjdesini ve ehl-i imanın cennetteki hayat-ı bâkiyesinin beşaretini ve insanın alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevallerinden sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet sürurlu, manevî hediyesine karşı umum âlem-i İslâm her gün çok defa اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ dediği gibi; onun da getirdiği hediye-i maneviyesiyle hem kâinat sahifeleri ve tabakaları mektubat-ı Samedaniye olmasına hem mahlukatın hakiki kıymetleri ve kemalâtları onun risaleti ile tezahür etmesine mukabil bütün mahlukat manen اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ bu mezkûr hakikatin lisanı ile derler. Ve ümmet mabeyninde şeair-i İslâmiyeden olan birbirine اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ demeleri sünnet olması, bu büyük hakikatin şuâı olmasındandır.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelen: Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve Leyle-i Regaibinizi ve Leyle-i Mi’racınızı ve Leyle-i Beratınızı ve Leyle-i Kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve her bir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz.

Sâniyen: Tesemmüm vesilesiyle nisyan-ı mutlak hastalığının musibeti, benim hakkımda bir nimet ve merhamet hükmüne ve bazı hakaikin keşfine bir anahtar olduğunu bana çok acımamak için haber veriyorum. Fakat yine duanızı ruh u canımla rica ediyorum.

Evet, şimdi Siracünnur başındaki münâcatı okudum. Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok hârika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl-i gaflet ve ehl-i tabiat ve felsefenin dinsiz kısmı, bu âdetullah kanunlarının perdesi altında çok mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi görmeyip; dağ gibi bir hakikati, zerre gibi bir âdi esbaba isnad eder, yükletir. Kadîr-i Mutlak’ın, her şeydeki marifet yolunu seddeder. Ondaki nimetleri kör olup görmeyerek şükür ve hamd kapısını kapıyorlar.

Mesela, bir tek kelimeyi aynı anda milyon, belki milyar kelime olarak cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ âyetinin remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i havada birden, âdeta zamansız, kalem-i kudret ile istinsah edildiği gibi; manevî ve makbul hakikatlerin bir yazar bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada kudretin acib bir mu’cizesinin zaman-ı Âdem’den beri ülfet perdesi altında ehl-i gaflet nazarında saklandığı gibi; şimdi radyo namı verdikleri ayn-ı hakikat ile sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-ı mütenahî bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havaîde hazır ve nâzırdır ki hadsiz ayrı ayrı kelimeler her bir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.

Demek, bütün esbab toplansa tek bir zerrenin bu vazife-i fıtriyesindeki cilve-i kudret-i kudsiyeyi hiçbir cihette yapamadığı ve bu her zerrenin hadsiz ince küçük kulağında ve dilinde gayet hârika sanata hiçbir cihette hiçbir parmak karışmadığı için ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık perdesi ile saklayıp; âdi bir isim takıp muvakkat kendilerini aldatıyorlar.

Mesela, On Dördüncü Söz’ün Zeyli’nin hâşiyesinde denildiği gibi: Pek çok mu’cizatlı bir usta, bir tırnak kadar bir odun parçasından yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam, o odun parçasını gösterip dese “Bu işler tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın hârika sanatlarını, hünerlerini hiçe indirse; ne derece bir hamakat ve dalalette bir hurafet ve hezeyan olduğu gibi…

Aynen öyle de çam ve incir ağacı gibi binler hârika sanatları tazammun eden bir mu’cize-i kudreti, nohut gibi iki çekirdeği gösterip: “Bunlar bundan olmuş.” demek veya küre-i havayı bir konferans meydanı ve zemin yüzünü bir dershane ve bir mekteb-i irfan hükmüne getiren ve hadsiz nimetleri tazammun eden ve hadsiz şükürler ile mukabele etmek lâzımken ve beşerin saadet-i ebediyesindeki ihsanat-ı İlahiyenin bir muaccel (Hâşiye[2]) numunesi ve hiçbir şüpheyi bırakmayan ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetten ihsan edilen bir hediye-i Rahmaniyeye radyo namını takmakla, bu elektrik ve havanın temevvücatı namını vermek ile o yüz bin nimetlere küfran perdesini çekmek –aynen o misal gibi– maddiyyunların ve ehl-i dalaletin hadsiz bir divanelikleridir ki hadsiz bir cinayet olup hadsiz bir azaba onları müstahak eder.

İşte kardeşlerim, hakikaten bugün Siracünnur’un başındaki münâcatı tashih niyetiyle okudum. Kuvve-i hâfızam tam söndüğü için birden o münâcatın hakikatlerine karşı –güya seksen yaşında iken yeni dünyaya gelmişim gibi– birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi o malûm âdetler perde olamadı. Kemal-i şevk ile tam istifade edip okudum. Pek hârika gördüm.

Ve anladım ki: Gizli düşmanlarımız bir kısım resmî memurları aldatıp Siracünnur’un âhirini bahane ederek müsaderesine, yani başındaki münâcatın intişar etmemesine çalıştıklarına kanaatim geldi. Rehber’deki Hüve Nüktesi gibi bu münâcat da Siracünnur’a dinsizler tarafından hücumunun bir sebebidir.

Sâlisen: Size bütün ruh u canımızla müjde veriyoruz ki Nurculardaki tam ihlas ve hakiki sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle, başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nur’un fütuhatları oluyor.

Mesela, Isparta’dan buraya yani İstanbul’a mahkemeye gelmekliğim için yüz banknot, otomobile mecburiyetle verildi. Sizi temin ediyorum ki yalnız bu meselede ve yalnız Rehber’e ait ve yalnız benim şahsıma ait meydana gelen ve gelmeye başlayan netice-i hizmete iki bin banknot verseydim yine ucuz sayacaktım. Umuma ait neticeleri de buna kıyas edilsin.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Duanıza muhtaç, hasta kardeşiniz Said Nursî

***

Nur Âleminin Bir Anahtarı’nın Bir Hâşiyesi

Bu Nur Anahtarı’nın radyo bahsine dair, iki üniversiteli ile bir gün hareket etmekte olan, hiçbir telle bağlı bulunmayan bir otomobilde bulunan radyo ile uzakta bir mevlid-i şerif dinliyorduk. O iki Nurcu üniversitelilere dedim:

Nur’da dahi hayat, vücud gibi doğrudan doğruya kudret-i İlahiyenin perdesiz tecellisi bedahetle göründüğüne bir delil budur ki:

Şimdi bu makinecikteki tırnak kadar bir hava, manevî az bir nur, yalnız bu mevlidden gelen kelimeleri dinler, söyler değil belki binler, milyonlar kelimeleri aynı anda dinler, söyler ki binler istasyondaki ayrı ayrı kelimeleri şimdiki işittiğimiz kelimeler gibi işitir ve işittirebilir, bize söyleyebilir. Demek en cüz’î en küllî olur.

Hem o küçücük, parçacık hava, küre-i hava kadar vazife görür. En küçük, en büyük küre-i hava kadar büyür.

Eğer cilve-i kudret-i ezeliyeye verilmezse öyle acib bir hurafeli tezat olur ki hiçbir hayale gelmez. Bir şey zıddına inkılabı muhal olduğundan böyle binler derece en cüz’î, zıddı olan en küllî olmak; en küçük, en büyük olmak; en camid, cahil, şuursuz, âciz; en muktedir, en dirayetli ve iradetli ve şuurlu olmak lâzım gelir ki yüzer tezat ve muhaller ve hurafetler içinde, emsali bulunmaz bir hurafedir.

Demek, bilbedahe kudret-i ezeliyenin bir cilvesidir. Ve o cilveyi küre-i havada umumen temsil eden bu gelen hadîs-i şerifin meali gösteriyor. Şöyle ki:

“Bir melaike var, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dil var. Her bir dilde kırk bin tesbihat yapıyor.” Altmış dört trilyon tesbihat aynı anda söylüyor. Demek küre-i hava, bu melaike gibidir. Yani bu melaikenin tesbihatı adedince her kelime-i tayyibe, hava sahifesinde yazılıyor.

Küre-i hava diyor ki: “Bu hadîs, benden veya bana nezarete memur melekten haber veriyor. Çünkü insandaki bütün konuşmalar ve sair bütün hadsiz sesler, karışmaları içinde karıştırılmadan tam hurufatıyla ve söyleyenlerin şiveleriyle, mümtaz sesleriyle söylenmek gösterir ki küllî bir şuurla yapılan bu iş, yalnız tek bir zerrenin vazifesi; ne bana –yani küre-i havaya– ve ne de bütün esbaba vermesi hiçbir cihet-i imkânı yok. Demek her yerde hazır, nâzır ehadiyet cilvesiyle ve içinde ihatalı bir irade, muhit bir ilim bulunan bir kudret-i ezeliyenin cilvesidir. Buna milyonlar şahitlerinden birisi radyodur.”

On Üçüncü Söz’de hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i felsefeyi muvazene bahsinde denilmiş olan meselenin meali budur ki: Felsefe-i insaniye, gayet hârikulâde mu’cizat-ı kudret-i İlahiyenin mu’cizat-ı rahmeti üstüne âdiyat perdesi çeker. O âdiyat altındaki vahdaniyet delillerini ve o hârika nimetlerini görmüyor, göstermiyor. Fakat âdetten huruç etmiş hususi bazı cüz’iyatı görür, ehemmiyet verir.

Mesela, hilkat-i insaniyedeki kudret mu’cizelerini görmüyor, ehemmiyet vermiyor. Fakat kaideden çıkmış iki başlı, üç ayaklı bir insanı görüp istiğrab ve velvele-i hayret ile nazar-ı dikkati celbeder. Küllî, umumî mu’cizatı âdet perdesinde saklar. Cüz’î ve kanundan çıkmış ve taifesinden ayrılmış maddeleri medar-ı ibret yapar.

Hem mesela –hayvandan, insandan– yavruların pek hârika, pek mu’cizatlı iaşelerini âdi görüp ehemmiyet vermiyor. Fakat bir vakit Amerika’da bir gazetenin neşrettiği gibi; taifesinden çıkmış, milletinden ayrılmış, denizin dibine girmiş bir böceğin, bir yeşil yaprak rızık olarak ağzına verilmesini gören balıkçılar ağlamışlar, şaşaa ile ilan etmişler.

Halbuki en cüz’î bir yavruda, memedeki âb-ı kevser gibi rızkında, onun gibi binler mu’cizat-ı rahmet ve ihsan var. Felsefe-i beşeriye görmüyor ki şükür etsin. O Rahmanu’r-Rahîm’i tanısın, şükür ile mukabele etsin.

İşte hikmet-i Kur’aniye, o âdiyat perdesini yırtar. O küllî, umumî hârika mu’cizeleri ve fevkalâde nimetleri beşere ders verir, Allah’ı tanıttırır. Küllî şükür namına ubudiyete sevk eder.

İşte felsefe-i beşeriyenin en acib, en antika hatasından birisi de şudur ki: Cüz-i ihtiyarîsi ve iradesi, en zahir ve küçük fiili olan söylemeye kâfi gelmiyor, icad edemiyor. Yalnız havayı harflerin mahrecine sokuyor. Bu cüz’î kesb ile Cenab-ı Hak, onun o kesbine binaen o kelimatı halk eder. Havaya da binler nüsha yazar. Bu kadar icaddan insanın eli kısa olduğu halde, bütün esbab-ı kâinat âciz kaldıkları bir hârika küllî mu’cizat-ı kudrete, beşer icadı namını vermek; ne kadar büyük bir hata olduğunu zerre kadar şuuru bulunan anlar.

İşte bunun bir misali, yüz bin hârikaları tazammun eden bir kanun-u İlahîyi, beşerin istifadesine vesile olmak için bir keşfiyat, yani fiilî dualarına bir nevi kabul hükmünde bir ilham-ı İlahî ile keşfolan radyo ile beşer istifadesine vesile olan bîçare, âciz-i mutlak bir insana “Hah!.. Radyoyu filan keşşaf icad etti ve elektrik kuvvetini buldu. Ve bazı keşşaflar da beşerin kafasını okumak için bir madde icad etmeye çalışıyorlar.”

Evet Cenab-ı Hak, bu kâinatı insana lâzım ve lâyık her şeyi içinde halk etmiş bir misafirhanedir. Ziyafetler nevinde bazı zaman ve asırlarda gizli kalmış nimetlerini dua-yı fiilî olan telahuk-u efkârdan ileri gelen taharriyat neticesinde ellerine ihsan eder. Buna karşı şükür etmek lâzım gelirken, bir küfran-ı nimet nevinden âdi, âciz bir insanın icadı, hüneri nazarıyla bakıp sonra o küllî bir şuur ve ilim ve irade ve rahmet ve ihsanın neticesi olan o hârikaları unutturup yalnız ince bir perdesini gösterip; şuursuz tesadüfe, tabiata ve camid maddelere havale edip ahsen-i takvimde olan insaniyetin mahiyetine zıt bir cehl-i mutlak kapısını açmaktır. Öyle ise وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturuyla, mahlukata mana-yı harfiyle bakmak elzemdir ki insan, insan olsun.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَ بِهٖ نَسْتَعٖينُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bugünlerde Sure-i Ankebut’ta

مَثَلُ الَّذٖينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْلِيَٓاءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِ اتَّخَذَتْ بَيْتًا وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

âyetini okurken birden şiddetli bir vehim geldi ki: “En zayıf hane örümceğin hanesidir. Allah’a şerik yapanlar faraza bilseler. Yani imana gelmeyen Kureyş rüesaları eğer bilseler…” manasında olan bu âyetin belâgatına münasip bir vaziyet görülmedi.

Birden aynı zamanda Zülfikar Mu’cizat-ı Ahmediye’yi tashih için açtım. Birden şu satırlar nazarıma ilişti:

Birinci Hâdise: Manevî tevatür derecesinde bir şöhret ile Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ebubekir-i Sıddık ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gār-ı Hira’nın kapısında, iki nöbetçi gibi iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi hârika bir tarzda, kalın bir ağ ile mağara kapısını örtmesidir. Hattâ rüesa-yı Kureyş’ten, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın eliyle Gazve-i Bedir’de öldürülen Übeyy İbn-i Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: Mağaraya girelim. O demiş: Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki Muhammed (asm) tevellüd etmeden bu ağ yapılmış gibidir.

Birden bu âyet-i kerîmenin iki harfinde yani لَوْ harflerinde bir mu’cize gördüm ki benim vehmim yerine yüksek bir lem’a-i i’cazı bildim. Şöyle ki:

Sure-i Ankebut Mekke’de nâzil olduğu için Kureyş’in imana gelmeyen reisleri Peygamber aleyhissalâtü vesselâma sû-i kasd edeceklerini ve o sû-i kasdın içinde en zayıf ve en küçük bir hayvan olan bir örümcek o reislerin o şiddetli hücumlarına karşı mukabele edip galebe edecek.

Yani örümceğin hanesi olan ağ en zayıf bir perde iken o kuvvetli reisleri mağlup edeceğini göstermekle âyet diyor ki: “En zayıf bir hayvana mağlup olacaklarını faraza bilseydiler, bu cinayete ve bu sû-i kasda teşebbüs etmeyeceklerdi.”

İşte اَلْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ âyetinde bir kelime ile bir mu’cize-i tarihiye gösterildiği gibi (Hâşiye[3]) Mekke’de nâzil olan bu surenin de bu لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ âyetinde görülen remiz ile Gār-ı Hira hâdisesinde hârika bir hıfz-ı İlahîye ve ihbar-ı gaybî nevinden bir mu’cize-i Nebeviyeye işaret ile bir lem’a-i i’caz gösterip o sureye Ankebut namı vermek ve onun ehemmiyetsiz ağına ehemmiyet vermek tam yerinde olup bu âyete gelen şüphe ve evhamları esasıyla reddettiğini gördüm.

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrettim ki Kur’an’ın surelerinde ve âyetlerinde hattâ cümlelerinde ve kelimelerinde de i’caz lem’aları olduğu gibi harflerinde de vardır bildim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hasta kardeşiniz Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, sarsılmaz, sebatkâr, fedakâr kardeşlerim!

Evvela: وَ الْفَجْرِ وَ لَيَالٍ عَشْرٍ senasına mazhar o gecelerinizi ve bayramınızı ruh u canımla tebrik ederim. Ve şiddetli hastalığımın şifasına dualarınızı isterim.

Sâniyen: Nurların parlak fütuhatına bir derece mümanaat fikriyle gizli dinsizler bir kısım resmî memurları âlet ederek keyfî kanunlarla ilişiyorlar. Ve has Nurcuların az bir kısmına fütur vermek için çalışıyorlar.

Ezcümle bu mübarek günlerde İstanbul’dan Rehber hakkında dinsizlik damarı ile yazılan (Hâşiye[4]) ehl-i vukuf raporunu bana gönderdiler. Ben şiddetli ve semli hastalığım için onlara cevap vermesini sizlere havale ediyorum.

On iki sene evvel yazılan ve aflar ve beraetler gören ve beş mahkemenin eline geçip ilişilmeyen ve iade edilen ve on bin adama hususan gençlere zararsız menfaat veren ve zeylleri ile beraber büyük müdafaatımda bu vatana büyük faydası ispat edilen bu eser hakkında, Medresetü’z-Zehra ve şubeleri o ehl-i vukufu susturmak ve kanun namına tam kanunsuzluk ettiklerini ve adliyede adalet hesabına dehşetli zulüm ettiklerini ve Rehber hakkında dini siyasete âlet etmek var, demelerine mukabil o vukufsuz ehl-i vukuf siyaseti ve adlî vazifelerini dinsizliğe âlet etmek istediklerini delillerle göstermek vazifesini o Nurcu kardeşlere havale ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hasta kardeşiniz Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Yalnız aldatmak için bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlere bir isim takıp güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Mesela, bu elektrik kuvveti imiş deyip o ince ve derin hakikati ehemmiyetsiz yapıp âdi gösteriyorlar. Halbuki kudretin o mu’cizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde; bir tek isim takmakla, o hakikati ve o küllî hikmeti gizleyip gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek; o mu’cizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip Ebucehil’den daha echel bir dereceye düşüyorlar.

İşte irade-i İlahiyenin namuslarının unvanları olan âdetullah kanunlarının birisine beşer, aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahiyetine elektrik namını verip tenvirdeki hârika mu’cize-i kudreti âdileştirmekle ve malûm bir şey imiş gibi elektrik kuvveti diye bir isim takmakla, bunun gibi çok hârikulâde mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi cahilane âdileştiriyorlar.

[2] Hâşiye: Bu kelimede büyük bir hakikat hazinesinin anahtarına işaret var.

[3] Hâşiye: Mu’cizat-ı Kur’aniye’de اَلْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ âyetiyle gark olan Firavun’a der: “Bugün gark olan cesedine necat vereceğim.” demesiyle umum Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibret-nüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavun’un aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi zamanın denizinden asırların mevcelerinin üstünde şu asır sahiline atılacağı mu’cizane bir işaret-i gaybiye ifade eder. (Hâşiyenin hâşiyesi)

Hâşiyenin hâşiyesi: Bu asırda ecnebiler aynı Firavun’un cesedini bulmuşlar. Müzehanelerine götürdükleri, ceridelerle neşredilmiştir.

[4] Hâşiye: Size bera-yı malûmat bilâhare gönderilecektir.

Emirdağ Lâhikası – II s.91-109

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلرَّحْمٰنُ ۞ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ ۞ خَلَقَ الْاِنْسَانَ ۞ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

فَنَحْمَدُهُ مصلّيا على نبيه محمّد الّذى ارسله رحمة للعالمين و جعل معجزته الكبرى – الجامعة برموزها و اشاراتها لحقائق الكائنات – باقية على مر الدهور الى يوم الدين و على اٰله عامة و اصحابه كافة.

أما بعد فاعلم اولًا: ان مقصدنا من هٰذه الاشارات تفسير جملة من رموز نظم القراٰن. لأن الإعجاز يتجلى من نظمه. وما الإعجاز الزاهر الّا نقش النظم.

و ثانيًا: ان المقاصد الأساسية من القراٰن و عناصره الأصلية اربعة: التوحيد و النبوة و الحشر و العدالة. لأنه لما كان بنو اٰدم كركب و قافلة متسلسلة راحلة من اودية الماضى و بلاده، سافرة فى صحراء الوجود و الحياة، ذاهبة الى شواهق الاستقبال، متوجهة الى جنّاته فتهتزّ بهم المناسبات و تتوجه اليهم الكائنات. كأنه ارسلت حكومة الخلقة فن الحكمة مستنطقا و سائلا منهم بـ(يا بنى اٰدم! من أين؟ الى أين؟ ما تصنعون؟ مَنْ سلطانكم؟ مَنْ خطيبكم؟) فبينما المحاورة اذ قام من بين بنى اٰدم – كأمثاله الأماثل من الرسل اولى العزائم – سيّد نوع البشر محمّد الهاشمى صلّى اللّه تعالى عليه و سلّم و قال بلسان القراٰن: (ايها الحكمة! نحن معاشر الموجودات نجىء بارزين من ظلمات العدم بقدرة سلطان الازل الى ضياء الوجود، و نحن معاشر بنى اٰدم بعثنا بصفة المأمورية ممتازين من بين اخواننا الموجودات بحمل الأمانة، و نحن على جناح السفر من طريق الحشر الى السعادة الأبدية، و نشتغل الاٰن بتدارك تلك السعادة و تنمية الاستعدادات التى هى رأس مالنا، و أنا سيّدهم و خطيبهم. فها دونكم منشورى! و هو كلام ذلك السلطان الازلى يتلألأ عليه سكّة الإعجاز) – و المجيب عن هٰذه الأسئلة الجواب الصواب ليس إلا القراٰن ذلك الكتاب.- كان [١] هٰذه الأربعة عناصره الأساسية. فكما تترااٰ هٰذه المقاصد الاربعة فى كله كذالك قد تتجلى فى سورة سورة بل قد يلمح بها فى كلام كلام بل قدير مز اليها فى كلمة كلمة لان كل جزء فجزء كالمراٰة لكل فكل متصاعدا كما ان الكل يترااٰ فى جزء فجزء متسلسلا و لهٰذه النكتة اعنى اشتراك الجزء مع الكل يعرّف القراٰن المشخص كالكلى ذى الجزئيات

[١] جواب لما.

Tercümesinin Bir Hülâsası

İnsanı halk edip Kur’an’ı ona talim eden Zat-ı Zülcelal’in Rahman ismiyle tecelli-yi kübrasına, rahmetin tecelliyatı adedince ona hamd ü sena ederek ve Seyyidü’l-beşer Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı Rahmeten li’l-âlemîn gönderdiği o Resul-i Ekrem’ine risaletin semereleri adedince ona, âl ü ashabına salât ü selâm ve hadsiz şükrediyoruz ki: Onun mu’cize-i kübrası ve hakaik-i kâinatın remizleri ve işaretleri ile tamamıyla cem’edilen Kur’an-ı Azîmüşşan asırların geçmesi ile daim, bâki ve nev-i beşere mürşid, tâ kıyamete kadar beka vermiş ve o Resul-i Ekrem’i onlara Üstad-ı A’zam eylemiş.

Emma ba’dü biliniz ki:

Evvela: Bu yazacağımız işarat ve nüktelerdeki maksadımız Kur’an’ın nazmındaki bir kısım remizlerinin tefsiridir. Çünkü yedi nevi i’cazın en incesi fakat kuvvetli ve lafzî fakat hakikatli i’caz, Kur’an’ın nazmından tecelli ediyor. Evet, parlak i’caz elbette nazmın nakşından çıkıyor.

Sâniyen: Kur’an’da esas maksatları ve anâsır-ı asliyesi dört hakikattir: Tevhid, nübüvvet, haşir ve adalettir.

Çünkü vaktâ kâinat sahrasında benî-Âdem bir acib ve büyük bir kafile ve sair taifeler beraber birbiri arkasında asırlar üstünde geçmiş zamanın derelerinden, şehir ve meşherlerinden sefer edip vücud ve hayat sahrasında yürüyüşüyle istikbalin yüksek dağlarına azîmetle oradaki bağlarına gözleri müteveccih olmak cihetiyle hilafet-i zemine mazhariyet noktasında ve sair zîhayata tasarrufatı cihetinde rûy-i zeminde ekser eşyanın nev-i beşerle münasebatı iktizasıyla heyecana gelmesinden kâinat dahi onlara yüzlerini çevirip nev-i beşerle ciddi alâkadar oluyor. Benî-Âdem bir tek taife iken yüz binler taifelere karışmasında kâinat, zemin gibi onlara netice-i hilkat-i âlem noktasında bakıyor. Güya hilkat-i kâinat hükûmeti; o hükûmetin zabıta memuru hükmünde fenn-i hikmeti, bir müstantık ve sorgucu olarak o misafir kafileye gönderip ondan sual edip soruyor ki:

“Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz ve ne yapacaksınız? Ve her şeye karışıyor ve bazen karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevap versin.”

O muhavereler içinde birden kafile-i benî-Âdem’den Muhammedü’l-Hâşimî sallallahu aleyhi ve sellem, emsalleri olan ulü’l-azm peygamberler gibi fenn-i hikmete karşı kalktı ve Kur’an’ın lisanıyla dedi ki:

“Ey müstantık hikmet! Biz mevcudat kafilesi, adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle çıktık, ziya-yı vücuda girdik, varlık nurunu bulduk. Her bir taifemiz bir vazifeye girdik. Ve biz benî-Âdem taifesi ise bir emanet-i kübra rütbesi ve hilafet-i zemin vazifesiyle sair mevcudat kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve memuriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz. Her vakitte yola çıkmaya müheyya bir vaziyetteyiz ve haşir yolu ile saadet-i ebediyenin kazanmasının tedariki ile meşgulüz. Ve bizim re’sü’l-malımız olan istidatlarımızın çekirdeklerini sümbüllendirmeye, iman ve Kur’an’la inkişaf ettirmekle iştigal ediyoruz. İşte o kafilenin reisi ve hatibi benim. İşte elimdeki bu fermanı; manevî ve maddî hava, bir tek lisan gibi bütün kâinata o fermanın her kelimesini bir anda milyarlar yapıp işittiriyor. İşte o menşur u ferman, ezel ve ebed Sultanı’nın kelâmıdır. Ve emirleri ve konuşmaları olduğuna delil-i kat’î, üstünde parlayan sikke-i şahanesi ve turra-i sermediyesine bak, gör, git, söyle.”

Evet, en müşkül en umumî ve bütün mevcudata sorulan bu üç dört gayet acib suale tam doğru ve mükemmel cevap veren yalnız ve yalnız Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dır ki başında ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ fermanıyla ilan edilmiş.

Madem baştan buraya kadar bir hakikati anladın. Elbette bu hakikatten anlaşılıyor ki Kur’an’ın anâsır-ı esasiyesi o dört hakikattir. Yani tevhid, nübüvvet, haşir ve adalettir.

İşte bu dört hakikat nasıl ki mecmu-u Kur’an’da dört rükündür. Öyle de o dört makasıd çok surelerin her birisinde bulunuyorlar. Her bir sure bir küçük Kur’an olur. Belki çok cümlelerin içinde de o dört maksada telmihen işaretler var. Belki bazen bir tek kelimede o dört esasa remizler var. Çünkü Kur’an’ın eczaları ve kelime ve âyetleri, mecmuuna karşı birer âyine hükmüne geçer, birbirinden in’ikas eder. Güya Kur’an müteselsilen âyet ve cümle ve kelimelerine o maksatların nurunu veriyor. Âyinede güneş gibi bazen bir kelime, bir cümle; bir küçük Kur’an’ı gösterir.

İşte Kur’an’a mahsus bu nükte yani cüz, küll gibi aynı maksadı göstermesi maksadıyla Kur’an müşahhas bir fert olduğu halde, çok efradı bulunan bir küllî gibi ilm-i mantıkça tarif edilir. Demek Kur’an’da, bin Kur’anlar var ki şahs-ı küllî olmuş. Hem öyle de lâzım gelir. Çünkü hadsiz ve gayet muhtelif taifelere ders olduğu için aynı derste hadsiz o taifeler adedince dersler bulunmak lâzım gelir.

Sual: Eğer denilse: Bu dört maksad-ı asliyeyi bize Bismillah ve Elhamdülillah cümlesinde göster.

Cevap: Deriz ki: Madem Bismillah, Allah’ın abdlerine bir ders olarak nâzil olmuş, elbette söylemek manasında olan قُلْ kelimesi Bismillah içinde vardır. İlm-i sarf ile “mukadder” tabir edilir. İşte Bismillah’taki قُلْ takdiri, bütün Kur’an’daki قُلْ قُلْ (söyle söyle) lafızlarının esası ve anası, bu Bismillah’taki قُلْ dür.

Buna binaen قُلْ kelimesinde risalete işaret olduğu gibi Bismillah’ta dahi uluhiyete remiz var ve بِسْمِ deki با nın takdimi, قُلْ ün Besmele’nin âhirinde mukadder olması hasr ve yalnız manasını ifade ettiğinden tevhide işaret ediyor. Yani yalnız onun ismiyle başla ve meded al.

Ve Rahman isminde adaletin nizamına ve rahmetin cilvelerine işaret var. Çünkü muhtelif, karmakarışık mevcudat; intizamı ile güzelleşmiş. Ve rahmetin cilvelerine mazhar olabilir.

Ve Rahîm’de haşre işaret var. Çünkü manasında hem affetmek hem rahmet ve şefkat etmek ve bu fâni dünyada o dört mana hakikati ile umumî bir surette görünmediğinden elbette bir diyar-ı âherde o manalar tamamıyla tezahür edebilir. Hem rahmet ve şefkatin hakikati, dirilmemek üzere ölmekle kabil-i tevfik değildir. Demek Rahîm’deki şefkat, parmağını cennete uzatmış gösteriyor.

Şimdi اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ ۞ مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ e bakınız.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ da uluhiyetin zahir işaratı var. Çünkü bütün hamd Allah’a mahsustur. Uluhiyeti gösterdiği gibi tevhidi de gösteriyor. Evet لِلّٰهِ deki ل ilm-i sarfça bir manası ihtisas ve istihkaktır. اَلْحَمْدُ deki ال bir manası istiğraktır. Demek bütün hamdler Allah’a mahsustur. Demek tevhidi, kat’î ifade ediyor.

رَبِّ الْعَالَمٖينَ‌ lafzında hem adalete hem nübüvvete işaret var. Çünkü on sekiz bin âlemin zerreden ve zerrelerden, sineklerden tut tâ bin defa zeminden büyük seyyareler ve yıldızlara kadar gayet mükemmel bir muvazene, bir intizam, bir mükemmel terbiye, gayet mükemmel bir adalet-i kübrayı gösteriyor.

Nübüvvete işareti ise: Madem nev-i beşerin fıtrî kuvvelerine sair hayvanat gibi had konulmamış, ondan tecavüzat çıkmış. Hem insan maddî olduğu gibi maneviyat cihetinde de bütün kâinatla alâkadar olmasından, hilkat-i kâinattaki hikmet-i âliye-i beşeriyeti, nizam ve intizam altında olan çekirdek hükmünde olan istidadatı inkişaf ettirmekle emanet-i kübra vazifesini yapmak cihetiyle nübüvvet zarurîdir ki رَبِّ الْعَالَمٖينَ‌ deki عَالَمٖينَ içindeki yüksek makamını bulabilsin ve halife-i zemin olup melaikeye rüçhaniyetini gösterebilsin.

Ve مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ cümlesi ise haşri tasrih ediyor. Çünkü يَوْمِ الدّٖينِ yani din günü ve ceza günü ve maneviyat günü demek. Nasıl dünya, maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerinin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o maneviyatın semeratlarını belki o fâniyat ve zâilatın bâki ve daimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o fâniyat ve zâillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir diye ifade ediyor.

Bismillah, Elhamdülillah cümleleri gibi Kur’an’da ekseri yerlerinde böyle dört unsur-u esasiye, içinde görünebilir. Mesela اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ bir sadef gibi bu dört cevahir içindedir. Dikkat etsen görürsün. “Biz sana verdik Kevser’i.” Yani Zat-ı Zülcelal seni nübüvvetle ve maddî manevî temin-i adaletle müşerref ettiği gibi cennette Kevser’i ihsan ediyor.

Ey sâil! Pek uzun hakikati kısa kesip bu üç misali minval ve mekik yap, üstünde o münasebat ve işaratı dokumaya başla. Biz de şimdi Bismillah’tan başlıyoruz. İzahı, tafsili Risale-i Nur ve Birinci Söz ve Besmele Lem’ası’na ve sair Risale-i Nur’daki Bismillah’ın hakikatlerine dair hüccetlerine havale edip yalnız nazım itibarıyla küçük bir îma ederiz. Şöyle ki:

Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar, ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalp ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir.

Harfler ve cüzlerinden evvela ( بَا ) nın fenn-i sarfça bir manası istianedir. Bir mana-yı örfîsi teberrük manası olmasından bu ( بَا ) nın merci-i müteallikı kendi manasından çıkan اَسْتَعٖينُ ve اَتَيَمَّنُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut Bismillah’taki perdesinde قُلْ (söyle) den çıkan اِقْرَاْ (oku) fiiline bakar. Yani “Yâ Rabbi, ben senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Her şey senin kudretinle ve icadınla ve tevfikinle olduğu gibi yalnız ve yalnız senin isminle başlıyorum.” Demek Bismillah’tan sonra اقرأ okumak lafzı, âhirinde mukadder olmasından hem ihlas hem tevhidi ifade eder.

Amma اِسْم kelimesi ise: Biliniz ki Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un bin bir esmasından bir kısmına “Esma-i Zatiye” denilir ki her cihetle Zat-ı Akdes’i gösterir. Onun adı ve onun unvanıdır. “Allah, Ehad, Samed, Vâcibü’l-vücud” gibi çok esma var. Bir kısmına da “Esma-i Fiiliye” tabir edilir ki çok nevileri var. Mesela “Gaffar, Rezzak, Muhyî, Mümît, Mün’im, Muhsin.”

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Hem geçmiş hem gelecek hem maddî hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi, bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz edip isteyip o mübarek dualara âmin deriz.

Sâniyen: Hem çok defa manevî hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahrem cevap vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualleri: Ne için eskiden hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?

Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan: “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir.” diye bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun sû-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim.

Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok sû-i istimale yol açmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kanun-u esasînin sû-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatta ispat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı arş-ı a’zamdan gelen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’daki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:

وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ۞ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمٖيعًا

Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse o fedakârlık bir şehadettir ki o başka meseledir.” diye hakiki adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilatını da Risale-i Nur’a havale ediyorum.

İkinci Sual: Sen eskiden Şark’taki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan “mimsiz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hazıra-i Garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları faydalarına racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir hem gayet tembel eyledi.

Semavî Kur’an’ın kanun-u esasîsi لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى ۞ كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا ferman-ı esasîsiyle: “Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir.” diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen kısa bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcatını tedarik etmeyen on adette ancak ikisi idi. Şimdiki Garp medeniyet-i zalime-i hazırası, sû-i istimalat ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hâcatı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. On sekizi muhtaç hükmünde kalır.

Demek, bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’an’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i riba” vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti!

İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından hakiki bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.

Mesela, Risale-i Nur’daki “Nur Anahtarı”nın dediği gibi: Radyo büyük bir nimet iken maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğinden tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa’y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken ben kendim gördüm; ondan bir ikisi zarurî ihtiyacata sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i Garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama’ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla, intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’an-ı Hakîm’in dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi rahmet-i İlahiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerim!

Çok yerlerden telgraf ve mektuplarla bayram tebrikleri aldığım ve çok hasta bulunduğum için vârislerim olan Medresetü’z-Zehra erkânları benim bedelime hem kendilerini hem o has kardeşlerimizin bayramlarını tebrik etmekle beraber, âlem-i İslâm’ın büyük bayramının arefesi olan ve şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dört yüz milyon Müslüman’ı birbirine kardeş ve maddî ve manevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâm’ın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur’an-ı Hakîm’in kudsî kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olmasından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik ve dinler içinde bütün ahkâm ve hakikatlerini akla ve hüccetlere istinad ettiren Kur’an-ı Hakîm’in, zuhura gelen küfr-ü mutlakı tek başıyla kırmasına çok emareler görülmesi ve beşer istikbalinin de bu gelen bayramını tebrik ile beraber, Medresetü’z-Zehranın ve bütün Nur talebelerinin hem dâhil hem hariçte hem Arapça hem Türkçe Nurların neşriyatına çalışmalarını ve dindar Demokratların bir kısm-ı mühimmi Nurların serbestiyetine taraftar çıkmalarını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

Bu sene hacıların az olmasına çok esbab varken, yüz seksen binden ziyade hacıların o kudsî farîzayı ve din-i İslâm’ın kudsî ve semavî kongresi hükmünde olan bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hasta kardeşiniz Said Nursî

***

Emirdağı’nın Manidar Bir Hatırası

Beş seneden beri teneffüs için Emirdağı’nın etrafında faytonla gezdiğim zaman garib bir tarzda, bir yaşından yedi yaşına kadar küçücük çocuklar valide ve pederlerine karşı gösterdikleri alâkadan ziyade bir iştiyakla faytonuma koşup elime sarılıyorlardı. Hattâ bir iki defa fayton altına düşüp hârika bir tarzda zarar görmeden kurtuldular.

Hattâ hiç beni görmeyen, bilmeyen bir ve iki, üç yaşında çocuklar yalın ayak dikenler içinde koşa koşa faytona yetişiyorlar. Büyük adamlar gibi temenna edip elinizi öpelim, derlerdi. Bu hale hem ben hem kardeşlerim ve görenler hayret ediyorduk. Bu hal bir mahalleye mahsus değil, her tarafta hattâ köylerinde aynı hal devam ediyordu.

Beni aldatmayan bir hatıra-i hakikat ile benim ve arkadaşlarımın kanaatimiz geldi ki bu masum taifenin masumiyetleri cihetiyle, sevk-i fıtrî denilen bir hiss-i kable’l-vuku ile Risale-i Nur’un bu memlekette masum çocuklara ve kendilerine çok menfaati olacak, diye akıl ve fikirleri derk etmediği halde, o masumane his ile Risale-i Nur’un manası itibarıyla tercümanına, annesine yalvarmasından ziyade bir iştiyak ile koşuyorlardı.

Biz de bir hiss-i kable’l-vuku ile hissediyoruz ki ileride bu küçük masum mahluklarda büyük Nurcular çıkacak. Ve ileride Nur’un has şakirdleri olacak ki bu vaziyeti gösteriyorlar.

Ben de bu nevi küçücük masumları, evladım olmadığından evlad-ı maneviye olarak dualarıma umumen dâhil ettim. Her sabah bunları da Nur talebeleri ile beraber dualarımda yâd ediyorum.

Hem onlardan bir yaşındaki masumu, kırk yaşındaki lâkayt bir adama tercih etmeye sebep, bunlar günahsız ve samimi bir alâka göstermesinden elbette onları sevk eden bir hakikat var. Ben de o cihetten onları büyüklere temenna ettiğim gibi onların temennalarına ciddi mukabele ediyorum.

Hem masumiyetleri hem ileride tam Nurcu olmalarına binaen, dualarını kendi hakkımda makbul olacak, diye onlara derdim: “Madem siz benim evlad-ı maneviyem oldunuz. Ben de size dua ediyorum. Siz de günahınız olmadığı için duanız benim hakkımda inşâallah makbuldür. Siz de bana dua ediniz. Çünkü ziyade hastayım.” derdim.

Ben ve benim yanımdaki kardeşlerimin kuvvetli bir ihtimal ile kanaatimiz geliyor ki masonlar ve zındıkların planı ile Bolşevizm tarzında gençleri terbiye etmek için bir vakit bazı mektepler açıldığı ve sonra değişen bu mekteplerle gençleri ifsada çalıştıklarına mukabil, İslâmiyet’in kahraman bayraktarı olan Türk milletinin masum küçük yavruları, nurani bir intibah ve bir hiss-i kable’l-vuku ile Nurlardan ders almaları, gençlerin başına gelen o belaya karşı bir mukabeledir ki inşâallah o yavruların hem kendileri hem gençler, mason ve zındıkların şerlerinden kurtulmasına bir işarettir ki bu acib vaziyeti gösteriyorlar.

Said Nursî

***

18.11.1951

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim ve manevî Medresetü’z-Zehranın Nur şakirdleri!

Ben Isparta’ya geldiğim vakit, Isparta’da İmam Hatip ve Vaiz Mektebinin açılacağını haber aldım. O mektebe kaydolacak talebelerin ekserisi Nurcu olmaları münasebetiyle o mektebin civarında gayr-ı resmî bir surette bir Nur medresesi açılıp o mektebi bir nevi medrese-i Nuriye yapmak fikriyle bir hatıra kalbime geldi.

Bir iki gün sonra güya bir ders vereceğim diye etrafta şâyi olmasıyla o dersimi dinlemek için rical ve nisa kafilelerinin etraftan gelmeleriyle anlaşıldı ki böyle nim-resmî ve umumî bir medrese-i Nuriye açılsa o derece kalabalık ve tehacüm olacak ki kabil olmayacak. Afyon’da mahkemeye gittiğimiz vakitki gibi pek çok lüzumsuz içtimalar olmak ihtimali bulunduğundan o hatıra terk edildi. Kalbe bu ikinci hakikat ihtar edildi. Hakikat de şudur:

Her bir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa yalnız ise çok alâkadar komşularından üç dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar hakiki talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi İhlas Risalesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakiki ilim talebeleri gibi onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hasta Kardeşiniz Said Nursî

***

29.11.1951

Eskişehir

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelen: Bütün ruh u canımla hizmet-i Kur’aniye ve imaniyenizi tebrik ediyorum. Bu mektupta bir ince meseleyi meşveret suretiyle reyinizi almak için gönderdik. Münasip midir? Değilse ıslah edersiniz.

Sâniyen: Risale-i Nur’da ispat edilmiş ki insanların ayn-ı zulümleri içinde kader-i İlahî adalet eder. Yani, insanlar bazı sebeple haksız zulmeder, birisini hapse atar. Fakat kader-i İlahî aynı hapiste başka sebebe binaen adalet ediyor ki hakiki bir suça binaen o hapisle onu mahkûm ediyor. İşte şimdi bu hakikati gösteren, başıma gelen acib bir misali şudur:

Yirmi sekiz senedir müteaddid vilayetlerde ve mahkemelerde benim mes’uliyetime ve mahkûmiyetime ve mahpusiyetim gibi zalimane işkence ve cezalarına gösterdikleri sebep, hiçbir emaresini bulmadıkları mevhum bir suçum şudur:

Diyorlar: “Said, dini siyasete âlet yapmak ister ve yapıyor.”

Halbuki bu davalarına otuz senelik musibetli yeni hayatımda ve otuz büyük mecmualarımda bu suça müsbet bir delil bulamadılar. Halbuki böyle meselelerde bir mahkeme madem bulmadı ve mes’ul edemedi, başka mahkemelerin musırrane aynı meseleyi esas tutmaları, bütün bütün kanuna ve akla ve âdete muhalif bir halettir. Belki siyaseti dinsizliğe âlet edenler kısmı, kendilerine bir perde olarak bu ittihamı bizlere ediyorlar.

Bununla beraber dine hizmet itibarıyla taalluk eden eski altmış senelik hayat-ı ilmiyem kat’î bir hüccet ve yakîn bir delildir ki bütün hayatımda temas ettiğim siyaseti ve dünyayı ve bütün içtimaî cereyanları, dine hizmetkâr ve âlet ve tabi yapmak düsturuyla hareket etmişim.

Mahkemelerde de hem dava hem ispat etmişim ki değil dini siyasete âlet yapmak, belki bir tek hakikat-i imaniyeyi dünya saltanatına değiştirmediğimi kat’î delillerle ispat ettiğim halde, böyle yirmi vecihle hakikate muhalif ve divanecesine, büyük makamınızı işgal eden bir kısım adliye memurları ve siyasî adamlar bu acib hurafe gibi meseleyi hakikat zannedip yirmi sekiz sene bana zulmettiklerinin hakiki sebebini bugünlerde bildim.

Sebebi bu ki: Bu enaniyetli zamandaki hizmet-i imaniyede en büyük tehlikem ve manevî en büyük suçum ve cinayetim; bu zamanda hizmet-i Kur’aniyemi şahsıma ait maddî ve manevî terakkiyatıma ve kemalâtıma âlet yapmak imiş.

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrediyorum ki bu uzun zamanlarda ihtiyarım haricinde hizmet-i imaniyemi, değil maddî ve manevî terakkiyatıma ve kemalâtıma ve azaptan ve cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmama, belki hiçbir maksada kat’iyen âlet etmemekliğime gayet kuvvetli, manevî bir mani görüyordum. Hayret hayret içinde kalıyordum.

Acaba herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mal-i saliha ile onları kazanmak ve müteveccih olmak hem meşru hem hiçbir cihet-i zararı olmadığı halde ne için böyle ruhen men’ediliyorum. Rıza-yı İlahîden başka vazife-i fıtriye-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmetin kendisi ayn-ı ücret bana gösterilmiş.

Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tabi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyet ile muhtaçlara tesirli bir surette bildirmenin bu dehşetli zamanda çare-i yegânesi ve imanı kurtaracak ve kat’î kanaat verecek bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur’anî lâzımdır ki küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalaleti kırsın ve herkese kanaat-i kat’iye verebilsin.

Böyle bir derse bu zamanda bu şerait dâhilinde hiçbir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle kat’î kanaat gelebilir. Yoksa komitecilikten ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı mukabil çıkan bir şahsın en büyük bir mertebe-i maneviyesi de bulunsa yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki “Bu kudsî şahıs dehasıyla ve hârika makamıyla bizi kandırdı.” diye bir şüphesi kalır.

Cenab-ı Hakk’a şükür ki yirmi sekiz sene dini siyasete âlet ittihamı altında kader-i İlahî bu zulm-ü beşerîde benim ruhumu ihtiyarım haricinde dini hiçbir şahsî şeyde âlet etmemek için beni, beşerin zalimane eliyle ayn-ı adalet olarak tokatlıyor yani sakın sakın diye ikaz ediyor. İman hakikatini kendi şahsına âlet yapma tâ imana muhtaç olanlar anlasınlar ki yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamları, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.

Hakikaten Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynı mealinde milyonlar kitap o hakikatleri beliğane neşrettikleri halde ve binler hakiki âlimler ders vermeleriyle bu memlekette dehşetli küfr-ü mutlakı tam durduramadıkları halde, Nurlar mezkûr sırra binaen bir cihette galebe ettiğini düşmanları dahi tasdik ederler. Evet, küfr-ü mutlaka karşı bu ağır şerait içinde Nurlar bu işi görmüş, meydandadır. Demek Nurların kuvveti, bu sırr-ı azîmden ileri geliyor.

Ben de bütün ruh u canımla yirmi sekiz sene bu işkenceli musibetlerime razı oldum. Hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de derim ki: Müstahak idim senin bu şefkatli tokatlarına…

Yoksa gayet meşru, zararsız, herkesin lillah için takip ettikleri mübarek mesleğe girseydim yani maddî ve manevî hislerimi bütün feda etmeseydim, hizmet-i imaniyede bu acib manevî kuvveti kaybedecektim.

İşte bu kuvvetin bir acib numunesi bazı zatların ki ben onların ancak edna bir talebesi olabildiğim halde; onların hakaik-i imaniyeye dair bir kitabını birisi okumuş, Risale-i Nur’un da bir sahifesini okumuş. Risale-i Nur’un bir sahifesiyle daha ziyade imanını kurtardığını ikrar etmiş.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Duanıza muhtaç kardeşiniz Said Nursî

***

Üstadımız diyor ki:

Mahkemelerin tehirinde hayır var. Şimdiye kadar Nur’a ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki bu tehirde de hayırlar var ki birisi bu olmak ihtimali var:

Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tammesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâm’da Nurların hakiki ihlasına böyle bir şüphe gelecekti ki ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenileşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, zaaf gösteriyorlar diye Nur’un kıymetine büyük zarar olduğu için bu tehir o evhamları izale eder. Ve ispat ediyor ki: Otuz seneden beri İslâmiyet’in şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Üstadımız notlar hükmünde söyledi, biz de kaleme aldık.

Bu sene bu iki mahkemenin mahiyetini beyan etmek lâzım geldi. Buradaki mahkeme ise:

Elli sene evvel Süfyan ve şapka hakkında bir hadîse mana vermişim. Sonra mahkemeler bunu bir kumandana tecavüzdür diye medar-ı bahis ettiler. Afyon Mahkemesi benim cezamın şiddetine bir sebep; o tecavüzü, o manayı göstermiş. Halbuki faraza yeni yazmışım ve o kumandan da sağdır farz edilsin. Dininde ve rejiminde mutaassıp İngiliz’in hükmü altında yüz milyon Müslüman, yüz senede İngiliz’in hem rejimini hem dinini inkâr etmişlerken, kanunen adliyeleri onlara o ciheti medar-ı mes’uliyet yapmadığı halde hem şimdi eski parti liderleri faraza o kumandanın üçte biri de olsalar (belki onun gibi birer kumandan idiler) benim o kumandana hadîs ile vurduğum tokadın yirmi mislini, şimdiki cerideler daha şiddetli olarak o liderlere, o eski kumandanlara vurmaktadırlar. Medar-ı mes’uliyet tutulmuyorlar, serbest oluyorlar. Halbuki elli sene evvel bir hadîsin taşını atmışım, yirmi sene sonra bir kumandan başını karşı tutmuş, başı kırılmış. Ölmüş gitmiş, alâkası hükûmetten ve dünyadan kesilmiş.

Halbuki eski partinin liderleri mebus iken veya memur iken hükûmetle alâkaları olduğu halde onlara gelen tecavüz, Risale-i Nur’un vurduğu tokadın on belki yüz derece ziyade iken serbest cerideler intişar ediyor.

Amma kitaplar hakkında müsaderenin mahiyeti: Risale-i Nur’un yüz otuz üç kitabından bir tek kitabın bir iki sahifesi o tokadı bahsetmiş. Bunun dolayısıyla yüz otuz kitabı müsadere etmek; bir adamın hatasıyla yüz otuz adamı cezalandırmak gibi bir acib gaddarane zulüm olması ve şimdi kütüphanelerde, kitapçılarda ve ellerde gezen ve hususan vatan ve din aleyhinde dinsizlerin, mülhidlerin, zındıkların, komünistlerin kitapları hattâ baştan aşağıya kadar İslâmiyet aleyhindeki Doktor Duzi’nin kitabı bazı ellerde gezmesi gösteriyor ki: Risale-i Nur’a karşı müsadere, yerden göğe kadar haksız bir zulümdür, bir gadirdir.

Çünkü Risale-i Nur, ekser âlem-i İslâm’ın mühim merkezlerinde bu yirmi sekiz senede bu vatanda ulemaların elinde gezdiği halde hiçbir âlim, hiçbir feylesof itiraz etmemiş. Mahkemeler ve siyasiyyunlar yalnız bir tesettüre, diğeri de âhir zamanda bir kumandan başına şapka koyacak ve cebren giydirecek gibi iki meseleye ilişmişler. Sonra da bu meseleler için dört beş mahkeme o meseleler dahi dâhil olduğu ve beraet verildiği halde; o bir iki sahife için yirmi bin sahifeyi mes’ul ve mahkûm etmek hükmünde Risale-i Nur’u müsadere etmek aynı bu misale benziyor:

Bir adamın bir adama haksız değil belki haklı taarruzu yüzünden (ki başkaları da onu medar-ı mes’uliyet görmediği ve beş mahkeme de cinayet saymadığı halde) o mevhum suç ile yirmi bin adamı suçlu yapmak gibi; yirmi bin Nur sahifelerini bir iki sahife yüzünden müsadere ve dört buçuk sene Afyon’da hapsetmek, o taarruzun yüz mislinden daha ziyade bir hatadır, bir cinayettir ve bu vatana da bir sû-i kasddır.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvelen: Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür ediyoruz ki elli beş sene bir gaye-i hayalim ve hayatımın bir neticesi olan Medresetü’z-Zehranın manevî hakikatini, siz Medresetü’z-Zehra erkânları tamamıyla gösteriyorsunuz.

Sâniyen: Şiddetli hastalık ve sair sebeplerin tesiriyle ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden mahrum kaldığımdan benim bedelime sizler ve Risale-i Nur’un Kur’an medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski Said’in de Hutbe-i Şamiye ve zeylleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları bu bîçare kardeşiniz bedeline, müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.

Sâlisen: Bir küçük medrese-i Nuriyeyi kendi hanesinde tesis edip kahraman Tahirî gibi bir has, hâlis Nur nâşirini daire-i Nuriyeye veren Tahirî’nin merhum pederinin vefatını hem onun akrabasını hem Isparta’yı hem Nur dairesini taziye ediyorum. Cenab-ı Hak Nur’un harfleri adedince ruhuna rahmet eylesin, âmin!

Râbian: İnebolu, Zühretü’n-Nur’dan üç yüzü benim hesabıma tahsis etmiş. Ben de dedim: Yüz elli Isparta’ya ve yüz elli bana gelsin. Bana gelmiş. Size gelen ise ileride bana vereceğiniz Mektubat mecmuasına mukabil ve size borcum varsa hesap edersiniz.

Hâmisen: Irak tarafında, hususan Bağdat’taki Üstad-ı A’zamın türbedarına ve kardeşlerime selâmımı tebliğ ve hayatım müsaade ederse bütün ruh u canımla o havaliye gitmek iştiyakımı bildirirsiniz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hasta kardeşiniz Said Nursî

***

Emirdağ Lâhikası – II s.70-90

Dindar ve hamiyetkâr ve vatan-perver milletvekillerine şunu arz ediyorum:

Mekke-i Mükerreme’de Hacerü’l-Esved yanında hürmet için konulduğunu, hacıların gördükleri Zülfikar Mu’cizat-ı Kur’aniye mecmuasıyla Medine-i Münevvere’de de Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın kabri üzerinde konulduğunu gördükleri Asâ-yı Musa mecmuası gibi Risale-i Nur’un bir kısım eczaları, âlem-i İslâm’ın bizimle hakiki uhuvvetini temine vesile oldukları halde; müsadere edilmek suretiyle dört seneden beri evrak-ı muzırra gibi dosyalar içinde mahkeme mahzenlerinde çürütülmek suretiyle imhasına çalışıldığı ve dört mahkeme beraetine ve serbestiyetine karar verdikleri ve biz de çok defa makamata istida ile müracaat edip serbestiyetini istediğimiz ve hem başbakanın “Din propagandası yüzünden şimdiye kadar bu vatana hiçbir zarar gelmediğini” söylediği halde, bu dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun tasdikinin tacili ve takdimi lâzım gelirken tehir edilmesi, dindar mebusların nazar-ı millette “Kendilerine düşen en ehemmiyetli dinî vazifelerini yapmıyorlar.” diye dindarların bir telaşları var. Biz de telaş ediyoruz ki dâhilî, gizli dinsizler ve komünizm hesabına çalışan hainler bu vaziyetten istifade etmemeleri için bu gelecek hakikati sizlere beyan etmeye hamiyeten mecbur oldum. O hakikat de budur ki:

Demokrat dindar milletvekillerine bir hakikati ihtar:

Bugünlerde hastalığım itibarıyla kışın pek şiddetli hiddetine tahammül edemedim. Çok tecrübelerimle, umumî bir hatanın neticesinde hava ile zemin zelzele ile ve fırtına ile gazab-ı İlahîyi haber vermek nevinden hiddet ediyorlar gibi âdete muhalif bir vaziyet gösterdiler. Ben de bundan bir manevî fırtınaya alâmet hissettim.

Kalbime geldi ki: “Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imaniye zararına bir hata-yı umumî mi meydana geldi?” Âdetim olmadığı halde ve dünya siyasetini terk ettiğim halde bu nokta için sordum: “Ne var? Cerideler ne haber veriyorlar?”

Bana dediler ki: “Din propagandasını yapan dindarların serbestiyet kanunu geri kalmış. Fakat solcular hakkındaki kanunu tacil edip tasdik etmişler.”

Kalbime geldi ki: Bu vatan ve İslâmiyet’in maslahatı, her şeyden evvel dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun hem tacil hem tasdik ve hem de çabuk mekteplerde tatbik edilmesi elzemdir. Çünkü bu tasdik ile Rusya’daki kırk milyona yakın Müslüman’ı hem dört yüz milyon âlem-i İslâm’ın manevî kuvvetini bir ihtiyat kuvveti olarak bu vatana kazandırmakla beraber komünistin manevî tahribatına karşı şimdiye kadar Rus’un Amerika ve İngiliz’e karşı tecavüzünden ziyade bin senelik adâvetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adâvetinin muktezası iken; o tecavüzü durduran, şüphesiz hakaik-i Kur’aniye ve imaniyedir.

Öyle ise bu vatanda her şeyden evvel o acib kuvvete karşı hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî yapılması lâzım ve elzemdir. Çünkü dinsizlik Rus’u, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istila ettiği halde; bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyedir.

Yoksa Rusların tahribat nevinden manevî kuvvetlerine karşı, adliyenin binden birine maddî ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere, zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençlere ehl-i namusun kızlarını ve ailelerini mubah kılan ve az bir zamanda Avrupa’nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı ancak ve ancak manevî bombalar lâzım ki o da hakaik-i Kur’aniye ve imaniye atom bombası olup o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. Yoksa adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddî ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilmez.

Onun için dindar milletvekilleri bu tacili lâzım gelen hakikati tehir etmelerinden, çok defa tecrübelerle gördüğümüz gibi bu defa da küre-i hava şiddetli soğuğu ile buna itiraz ediyor.

İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz, geri dönüp Hristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’an ile bir musalaha veya tabi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’an’a kılınç çekemez.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Mevlid-i Şerifinizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz ve muvaffakıyetinizi ve Nurların fevkalâde tesirli intişarlarını sizlere müjde ediyoruz ve Nurcuları tebrik ediyoruz.

Sâniyen: Bu mübarek gecede pek şiddetli bir ihtar kalbime geldi ki: İstanbul’daki Üniversiteciler Eski Said ile Yeni Said’in tarihçe-i hayatındaki hârikaları yazmaları münasebetiyle iki fikir meydana gelmiş:

Birisi: Dostlarda benim haddimden pek ziyade, fevkalâde bir nevi velayet gibi bir hüsn-ü zan hasıl olmuş. Ve muarızlarda ve ehl-i felsefede de pek hârika bir deha zannı ve hattâ bazılarında da kuvvetli bir sihir tevehhümüyle haddimden bin derece ziyade bir tevehhüm hasıl olmuş. Ve bu manaya dair çok yerlerde “Bunun hakikati nedir?” diye maddî ve manevî izahı benden istenilmişti. Ben de bu geceki şiddetli ihtar için çok mukaddimatlı bir hakikati beyan etmeye mecbur oldum.

Birinci Mukaddime:

Nasıl ki bir çam ağacının buğday tanesi kadar bir çekirdeği, koca çam ağacına bir mebde oluyor. Kudret-i İlahî o acib ağacı o çekirdekten halk ediyor. Milyondan ancak bir hisse o çekirdekte bulunurken, o çekirdek kader kalemiyle yazılan manevî bir fihriste olmuş. Yoksa bir köy kadar fabrikalar lâzımdır ki o acib ağaç, dal ve budaklarıyla teşkil edilsin. İşte azamet ve kudret-i İlahînin bir delili de budur ki bir zerreden dağ gibi şeyleri halk eder.

İşte aynen bunun gibi, hiçbir mahviyet ve tevazu niyetiyle olmayarak, bütün kanaatimle ilan ediyorum ki: Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlahiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde olmak için Kur’an’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risalelerini ihsan etmiş. Ben bunu kasemle temin ediyorum ki bütün hayatımda geçen o hârikalardan dolayı ben kendimde kat’iyen bir kabiliyet ve bir meziyet ve o fevkalâdeliğe bir liyakat görmüyordum. Hayret hayret içinde kalıyordum. Değil fevkalâde bir deha veyahut fevkalâde bir velayet, belki kendi kendimi idare edecek ve hayat-ı içtimaiye ile münasebettar olacak bir kabiliyet görmüyordum. Gerçi zahiren hodfüruşluk gibi bazı hâlât hayatımda görünmüştü. O da ihtiyarım haricinde halkların hüsn-ü zannını tekzip etmemek için bir nevi hodfüruşluk gibi oluyordu. Fakat halkların hüsn-ü zannı gibi hakikatte olmadığını ve dünyaya yaramadığımı, böyle bin derece haddimden fazla bir teveccühe mazhar olduğumu bütün bütün hilaf-ı hakikat telakki ediyordum.

Fakat Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki yetmiş seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan-ı İlahiye ile bir derece bildik ve kısaca bir kısmına işaret edeceğim. Ve çok numunelerinden bir kısım numunelerini beyan ediyorum:

Birinci Numune: Medrese usûlünce hiç olmazsa on beş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki hakaik-i diniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. O zamanda Said’de, değil hârika bir zekâ veya bir manevî kuvvet; belki bütün istidat ve kabiliyetinin haricinde bir acib tarz ile bir iki sene sarf ve nahiv mebâdisini gördükten sonra üç ayda acib bir tarzda kırk elli kitabı güya okumuş ve icazet almış gibi bir halet göründü.

Bu hal altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki o vaziyet ulûm-u imaniyeyi üç dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur’anî çıkacak ve o bîçare Said de onun hizmetinde bulunacak işaretiyle hem bir zaman gelecek ki değil on beş sene belki bir sene de ulûm-u imaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamana bir nevi işaret-i gaybiye gibi manalar hatıra geliyor.

İkinci Numune: O eski zamanda, Said’in o çocukluk zamanında büyük âlimlerle münazarasını ve o âlimlerin suallerine cevap vermesini hattâ kendisi hiç sual etmeden âlimlerin en müşkül suallerine doğru cevap vermesini, ben kat’iyen itiraf ediyorum ve itikad ediyorum ki: O hal ne hârika zekâvetimden ve ne de acib istidadımdan neş’et etmiş değildir. Ben de bîçare, müptedi, sersem, gürültücü bir çocuk iken hiç böyle değil büyük âlimlere cevap vermek belki küçük hocalara, hattâ küçük talebelere de mağlup olur bir halde iken doğru cevap vermekliğim, kat’iyen istidadımdan ve zekâvetimden gelmemiş olduğuna kanaat-i kat’iyem var. Yetmiş senedir de hayret ediyordum.

Şimdi ihsan-ı İlahî ile bir hikmetini anladım ki: Çekirdek gibi medrese ilimlerine bir ağaç ihsan edilecek ve o ağacın hizmetinde bulunana karşı pek çok rakipleri ve muarızları bulunacak. İşte bu zamanda İslâmlar içinde muhtelif meşrepler ve meslekler sahipleri birbirisini tenkit etmek ve eserine mukabil eserler neşretmek; Mutezile ve Ehl-i Sünnet gibi birbirini kırmak âdetiyle bu zamanda o Nur ağacının hizmetkârının başına vuracak ve rekabet veya meşrep muhalefetiyle en tesirlisi ve en müthişi medrese hocaları olmak lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki eskiden beri devam etmekte olan o âdete muhalif olarak Risale-i Nur en ziyade ulemanın damarlarına dokundurduğu halde hocaların Nurlara karşı tenkitkârane eserler yazamadıklarının sebebi:

O zamanda o çocuk Said’in, ulemanın suallerine karşı doğru cevap vermesi, ulemanın cesaretini kırmış ki hiçbir yerde kıskanç hocalardan hem meşrepçe Said’e çok muhalif oldukları halde Nur Risalelerine karşı mukabil çıkmamaları; bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş.

Yoksa böyle acib bir zamanda ehl-i medresenin itirazı başlasaydı, dinsizlik taraftarları olan gizli düşmanlarımız hem Nurları hem ulemayı çürütmek için ehemmiyetli bir vesile yapacaklardı. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrolsun ki en ziyade Nurların dokunduğu resmî ulema, aleyhinde bulunamadılar.

Üçüncü Numune: Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı, ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Said hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat’î kanaatimle şudur ki:

Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menafi-i şahsiyeye vesile yapmamak için o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr u zarureti kabul edip elini insanlara açmamak haleti verilmişti ki Risale-i Nur’un hakiki bir kuvveti olan hakiki ihlas kırılmasın.

Ve bunda bir işaret-i manevî hissediyordum ki: Gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlubiyeti, bu ihtiyaçtan gelecektir.

Dördüncü Numune: Yeni Said ihtiyarlığında bütün bütün siyasetten ve dünyadan kendini çekmeye çalıştığı halde, ehl-i dünyanın bütün bütün kanuna ve insafa ve vicdana hattâ insanlığa muhalif bir tarzda eşedd-i zulüm ile yirmi sekiz sene işkencelerle ezdiklerine ve bir sineğin ısırmasına tahammül etmeyen o bîçare Said’in baltalarla başına vurduklarına ve ihanetin en şenîlerini yaptıklarına karşı, emsalsiz bir sabır ve tahammül ona ihsan olunması ve gayet asabî ve sinirli olduğu gibi fıtraten korkak olmadığı halde “Ecel birdir, tagayyür etmez.” hakikatine imanından gelen büyük bir cesaretle beraber en korkak, en miskin bir vaziyette sükût edip sabretmesi; hattâ bir miktar sonra o işkenceler sonunda ruhuna bir ferah verilmesinin bir hikmeti, kanaat-i kat’iyemle budur ki:

Kur’an-ı Hakîm’in hakaik-i imaniyesini tefsir eden Risale-i Nur’u hiçbir şeye ve şahsî menfaatlerine ve manevî kemalâtlarına âlet yapmamak ve hakiki ihlası kırmamak için ehl-i siyaset Said hakkında “dini siyasete âlet yapmak” vehmini verip tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin zalimane hükümleri altında kader-i İlahî Nur’daki hakiki ihlası kırmamak için Said’e şefkatli tokatlar vurup “Sakın sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’u kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki Nur’un en büyük kuvveti olan ihlas-ı hakiki zedelenmesin!” diye kader-i İlahînin şefkatli tokatları olduğuna kat’î kanaat ediyorum.

Hattâ her ne vakit sırf âhiretime şahsî ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle Nur’un hizmetini bıraktığım aynı zamanda ehl-i dünya bana musallat olup bana azap verdiğine kat’î kanaat getirmişim.

Bu dördüncü numunenin izahını en son yazılan mektuplardan, ehl-i siyaset, Said’i dini siyasete âlet yapar diye hapislere atması ve sonra Said onun hikmetini yani kaderin şefkat tokatları olduğunu anlamasıyla onları helâl etmesi ve kendi tahammülünün hikmetini anlamasına dair olan o mektuba havale ediyoruz.

Beşinci Numune: Bu bîçare Said’in gayet muhtaç olduğu ve yetmiş seneden beri o sanatla meşgul olması ve bazı gün iki yüz sahife kadar tashihe mecbur olmasıyla beraber on yaşındaki zeki bir çocuğun on günde muvaffak olduğu yazı kadar bir yazıya mâlik olamadığına hayret ediliyordu. Halbuki Said bütün bütün istidatsız değildir. Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmi vaziyetinin hikmeti, kanaat-i kat’iyemle şudur ki:

Bir zaman gelecek ki cüz’î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve manevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiplerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o manevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz’î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakiki ihlası elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İnşâallah âlem-i İslâm’ın da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye’nin kudsî kanun-u esasiyelerinin menbaı olan Kur’an-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var.

Sâniyen: Şüphe kalmadı ki Nur Risaleleri ve talebeleri, hıfz ve inayet-i İlahiyeye mazhardırlar ki bu zamanın hassasiyetle ve bazı keyfî kanunlarla pek hiddetli bir inat ile uzun zamandan beri Nur talebelerine ancak yüzde bir nisbetinde zarar verebildiler. Nur’un faal talebelerinden altı yüz talebesinin mahkemelerle meşgul edilmesine dehşetli bir plan varken, yalnız altı talebeye muvakkaten ilişildi. Hattâ Nur kahramanının yazdığı gibi yirmi beş adliye mahkemeleri yüz binler nüshalarında ve yüz binler talebelerinde medar-ı mes’uliyet bir şey bulamıyorlar ve o kesretli adliyelerin “Nurlarda suç yok ve bulamıyoruz.” demeleri kat’î bir delildir.

Çünkü benim İstanbul ve Afyon gibi mahkemelerimde, onların o hassas ve sû-i istimal edilebilir kanunlarına tam aykırı olarak söylediğim halde beni mes’ul etmedikleri gibi Nurlar da medeniyetin zalimane kanunlarını zîr ü zeber ettikleri halde, medar-ı mes’uliyet suç bulamadıkları kat’iyen gösteriyor ki Nurlardaki hakikat, karşısındaki muarızları mağlup ederek adliyeleri de insafa getirmiştir.

İnayet-i İlahiye, Kur’an’ın bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’u muarızlarından muhafaza ediyor. Muarızların hücumu ise Nurların parlamasına ve intişarına vesile oluyor.

***

Üstadımız diyor ki:

Yirmi sekiz sene zarfında hükûmetin resmî adamlarından bana rast gelenler, hep sıkıntı verdikleri halde, zabıtanın bana hiç sıkıntı vermediği gibi bazı himayetkârane vaziyeti göstermelerinin hikmetini şimdi izhar ediyorum ki:

Nur talebeleri ve Risaleleri, manevî bir zabıta hükmünde asayiş ve emniyeti muhafazaya –hem kudsî bir şekilde– çalıştıkları ve herkesin kalbinde nasihatleriyle iman cihetinde bir yasakçı bıraktıkları tahakkuk etmiş. Zabıta bunu manen hissetmiş ki bize her vakit dost göründü. Bunun sırrı budur ki:

Kur’an’ın bir kanun-u esasîsiyle, yüzde doksan masuma zarar gelmemek için on cani yüzünden asayişi bozmaya çalışanları men’ediyorlar. Birisinin günahı ile başkası mes’ul olamaz. Bu sırra binaen şimdi asayişi bozmaya çalışan manevî, dehşetli kuvvetler mevcud olduğu halde; Fransa, Mısır, Fas, İran gibi yerlerden daha ziyade bu mübarek memlekette çalışıldığı halde emniyet ve asayişi bozamadıklarının en büyük sebebi, altı yüz bin Nur nüshaları ve beş yüz bin Nur talebeleri zabıtaya bir manevî kuvvet olarak o manevî tahribata karşı dayandıklarını zabıta manen hissetmişler ki yirmi sekiz seneden beri resmî memurlara muhalif olarak Nurlara insafkârane ve merhametkârane vaziyet gösteriyorlar.

Hem Üstadımız diyor ki:

Ben derim: Bu zamanda hocalardan hattâ sofilerden ziyade zabıta efradı ehl-i takva olup kebairden kendilerini muhafaza ve feraizi yapmasını vazifeleri iktiza ediyor ve ona ihtiyac-ı şedit var. Tâ ki karşısındaki manevî tahribatçılara karşı, asayiş ve emniyet-i umumiyeye ait vazifelerini tam yapabilsinler.

Hizmetindeki Nur Talebeleri

***

(Üstadımızın çok evvel yazmış olduğu zîrdeki mektubu, şahsî nüfuz temin ve dini siyasete âlet etmek ittihamlarına tam bir cevap olduğundan kararnameye ilhak edilmiştir.)

Konuşan Yalnız Hakikattir

Risale-i Nur’da ispat edilmiştir ki: Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeple bir haksızlığa bir zulme maruz kalır, başına bir felaket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebepten dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. Bu, adalet-i İlahînin bir nevi tecellisidir.

Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat bunu ne için tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor, diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor, beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felaketten felakete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar.

Onlar bu ittihamı kasden mi yaptılar yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasd olsun, ister vehim olsun; ben böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemal-i kat’iyetle yakînen ve vicdanen biliyorum. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla ittiham edenler de biliyorlar. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval adalet-i İlahiyeye muhalif düşmez mi?

Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi anladım. Ben kemal-i teessürle söylüyorum ki benim suçum: Hizmet-i Kur’aniyemi maddî ve manevî terakkiyatıma, kemalâtıma âlet yapmakmış.

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki:

Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ediyordu. Bu derûnî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a’mal-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men’ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.

Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tabi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalaleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin.

Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir.

Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük manevî bir mertebede bulunsa yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

Allah’a binlerce şükürler olsun ki yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, kader-i İlahî ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın diyor, iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma; tâ ki imana muhtaç olanlar anlasınlar ki yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!

İşte Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalplerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değildir.

Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha beliğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.

Mademki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar ve maruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî manevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.

Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlahînin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek bizim davamıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler.

Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı, hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.

Ben çok hastayım. Ne yazmaya ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetü’z-Zehranın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.

***

Kardeşlerim!

Sizce münasip ise Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere, ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattir.

Mukaddime: Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğimden ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cemiyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildiğinden üç noktayı beyan edeceğim:

Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir iki senedir “irtica ile ittiham” kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine irticaya çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile; ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tabi yapmakla; tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakiki kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak irtica damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.

Numunelerinden birinci numunesi, bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir set olarak İkinci Nokta’da beyan etmek zamanı geldi. Menşeleri iki kanun-u esasîye istinad eden iki irtica var:

Biri: Siyasî ve içtimaî ki hakiki irticadır. Onun kanun-u esasîsi çok sû-i istimale ve zulme medar olmuştur.

İkincisi: İrtica namı verilen hakiki bir terakki ve adaletin esasıdır.

İkinci Nokta: Beşerin vahşet ve bedevîlik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedevîliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmek istiyor. Garazkârane ve anûdane particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya başlaması gibi bir ihtilaf görülüyor. O kanun-u esasî de budur:

Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor.

Evet, birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zayıflandığı için millete ve memlekete ve vatana âdilane hizmete muvaffak olunamadığından maddî ve manevî bir nevi rüşvet vermeye mecbur oluyorlar ki dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için… O gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane bu mezkûr kanun-u esasîye karşı; ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى nass-ı kat’îsiyle Kur’an’ın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki:

Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa aşireti ve taifesi de olsa partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur, dünyada değil.

Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan o vahşi irticaya düşecek.

İşte Kur’an’ın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: “Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz.” diye bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almaz. Bir tek caninin yüzünden bin adamın kılınçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanması ile binler masumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı kurşuna dizilmesini, o bahane ile nazara almaz. Birinci Harb-i Umumî’de üç bin adamın caniyane siyaset hatalarıyla otuz milyon bîçare nev-i beşer aynı harpte mahvedildiği gibi binler misaller var.

İşte bu vahşiyane irticanın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’an şakirdlerinin Kur’an’ın yüzer kanun-u esasîsinden وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyetinin ders verdiği kanun-u esasîsi ile adalet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeye çalışan ehl-i iman fedakârlarına “mürteci” namını verip onları müttehem etmek; mel’un Yezid’in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zalimane bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’an’ın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir.

Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikati nazara alması lâzımdır. Yoksa üç veya dört cereyanın muannidane muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar. Memleketin menfaatine ve asayişine sarf edilecek o zayıf kuvvetle hâkimiyetini –hattâ istibdat ile de olsa– asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden, Fransız İhtilal-i Kebiri’nin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telaş edilebilir.

Madem bu ittifaksızlıktan gelen zafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor, milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset; Garb’a ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.

İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatli caiz ve vâcib rüşvet ise: Teavün-ü İslâm’ın esası ve hediye-i Kur’an’ın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ۞ وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا ۞ وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ۞ وَ لَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلوُا وَ تَذْهَبَ رٖيحُكُمْ

kudsî, esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.

Üçüncü Nokta şimdilik tehir edildi.

Said Nursî

Hâşiye:

Kardeşlerim!

Evvelce gördüğünüz şiddetli ihtarın bir derece tağyirine üç şey vesile oldu:

Birincisi: Nur kahramanı Hüsrev’in beyanıyla yirmi beş adliye mahkemelerinin “Risale-i Nur’da suç yok.” diye itiraflarıdır.

İkincisi: Nur’un bir kahraman avukatı “Ankara hükûmeti Said aleyhinde olmadığından şiddetli kelimeler ta’dil edilse münasiptir.” demesidir.

Üçüncüsü: Kat’î haberlere göre Afyon Mahkemesi “Nur’un altı yüz bin fedakâr talebesi var.” demesine binaen Malatya hâdisesi bahanesiyle hiç olmazsa Nur talebelerinden altı yüz faal ve muktedir olanlarını mahkemeye vermek planı var iken, yalnız on altı adamı ve bundan yalnız altı adama ve bundan bir tek adamın bir sene mahkûm edilmesi, Nurcular aleyhindeki zalimane tazyikat hafifleşmesi ve def’olmasının alâmetidir. Onun için bir derece şiddetli kelimeler ta’dil edildi.

***

Hazret-i Üstadın Emirdağı’nda Santral Sabri, Sıddık Süleyman’a Arabî İşaratü’l-İ’caz’dan verdiği derstir

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَاَصْحَابِهٖ اَبَدًا دَائِمًا

İşaratü’l-İ’caz’ın birinci cüzü ki tamamı yetmiş cüz olacaktı. Fakat Risale-i Nur manevî bir tefsir-i Kur’anî olduğu için dedi: “Bu zamanda bana daha lüzum var.” Öteki cüzler yerinde onlar yazıldı.

Evet İşaratü’l-İ’caz, umum Risale-i Nur’un bir fihristesi, bir listesi ve o Nur bahçesinin bir fidanlığı ve sırr-ı i’cazı’l-Kur’an’ın bir menbaı olduğu görünüyor. Gayet ince ve derin olduğu için şimdiye kadar âlimler pek azını anlamışlardı. Fakat kimin eline geçmiş ise fevkalâde takdir etmiş ve emsalsiz demiş. Dehşetli eski harp içinde, avcı hattında bazen de at üzerinde îcazdaki i’cazın en ince münasebatını görmek ve onlarla tam meşgul olmak ve koca dehşetli harbin tehlikesi onu müşevveş etmemek ve incimad derecesindeki soğukta avcı hattında o incecik i’caz münasebetlerini her şeyden daha ehemmiyetli görmek, Eski Said’in hakikaten hizmet-i Kur’aniyede hârika bir fedakârlığıdır.

Hattâ Yeni Said’in otuz beş senede bu acib zamanda gazeteleri okumamak ve on sene İkinci Harbi bilmemek, sormamak ve idam niyetiyle hapisliğinde, Kur’an esrarını yazmaktan vazgeçmemek ve bütün tehlikeleri hiçe saymaya nisbeten Eski Said’in o acib vaziyetinde o dehşetlere ehemmiyet vermeden İşaratü’l-İ’caz nüktelerini yazdığı zaman gösterdiği ilmî ve manevî fedakârlığını Yeni Said’in bu otuz senedeki fedakârlığından daha hârika görüyoruz.

Sâniyen: Bu İşaratü’l-İ’caz’ın matbu nüshasında hakikaten bir keramet var ki tesadüf ihtimali yoktur. Onun için bir defa daha aynı tarzda ve kerametli kıtada tabetmek ve Arabistan’a ve Pakistan gibi yerlere göndermek münasip görüldü. Fakat Eski Said, îcazdaki i’cazı beyan ettiği ve en ince münasebet-i belâgatı beyanı içinde gayet ince ve kısa, îcazlı cümleleri bir derece izah ve Türkçeye tercüme etmek lâzım geliyor.

İşaratü’l-İ’caz’ın hârikalarından birisi de budur ki: Her bir âyetin sair âyetlere münasebatını ve her âyetteki cümlelerinin birbirine karşı nisbetini ve nizamını ve her cümledeki heyetlerin ve harflerin mana-yı maksuda karşı nisbetlerini ve teveccühlerini gösterip âyetlerin intizamından ve cümlelerin nizamından ve her cümlenin heyetinin nazmından bir lem’a-i i’caz göstermesidir. Âdeta bir saatin saniyeleri sayan mili ve dakikaları sayan yelkovanı ve saatleri sayan ibresi gibi o nazımdaki nükteleri beyan ve ondaki hakikati bürhanlarla izah, hattâ bazen bir tek harfte büyük bir hakikati ifade etmesidir.

Ve her bir âyetin hakikatini gayet i’caz ile ve kat’î hüccetlerle ispat ediyor ki şimdi yüz otuz risalenin çekirdekleri ve hülâsaları hükmündedirler. Ve cümlenin ve cümledeki heyetlerin ve harflerin nüktelerini ve ifade ettikleri zımnî hükümlerini bilâ-istisna ilm-i belâgatın ince kaideleri ile ve ilm-i nahvin ve sarfın kaideleriyle ve ilm-i mantığın ve usûl-ü din ve sair ilimlerin kanunlarıyla beyan eder. Hattâ hurdebînî bir manevî âletle, görünmeyen incecik münasebat-ı belâgatı beyan ediyor ve emarelerini gösteriyor. Ve Kur’an’ın nazarı küllî olmasından bütün beyan edilen hak manalara ve nüktelere, elbette kudsî elfaz-ı Kur’aniye zımnî, remzî işaret ve delâlet eder denilebilir.

Hüsrev, Sungur, Hayri, Sadık, Sabri, Sıddık Süleyman

***

اِفَادَةُ الْمَرَامِ

اقول لما كان القراٰن جامعا لاشتات العلوم وخطبة لعامة الطبقات فى كل الاعصار لا يتحصل له تفسير لائق من فهم الفرد الذى قلما يخلص من التعصب لمسلكه ومشربه. اذ فهمه يخصه ليس له دعوة الغير اليه الا ان يعديه قبول الجمهور. واستنباطه (لا بالتشهي) له العمل لنفسه فقط ولايكون حجة على الغير الا ان يصدقه نوع اجماع. فكما لا بد لتنظيم الاحكام واطرادها ورفع الفوضى الناشئة من حرية الفكر مع اهمال الاجماع وجود هيئة عالية من العلماء المحققين الذين – بمظهريتهم لامنية العموم و اعتماد الجمهور – يتقلدون كفالة ضمنية للامة فيصيرون مظهر سر حجية الاجماع الذى لاتصير نتيجة الاجتهاد شرعًا ودستورًا الا بتصديقه وسكته ، كذلك لا بد لكشف معانى القراٰن وجمع المحاسن المتفرقة فى التفاسير وتثبيت حقائقه المتجلية بكشف الفن و تمخيض الزمان من انتهاض هيئة عالية من العلماء المتخصصين المختلفين فى وجوه الاختصاص ولهم مع دقة نظر وسعةُ فكر لتفسيره.

نتيجة المرام : انه لا بد ان يكون مفسر القراٰن ذا دهاء عال و اجتهاد نافذ وولاية كاملة. وما هو الاٰن الا الشخص المعنوى المتولد من امتزاج الارواح وتساندها وتلاحق الافكار وتعاونها وتظافر القلوب واخلاصها وصميميتها من بين تلك الهيئة. فبسر (للكل حكم ليس لكل) كثيرا ما يرى اٰثار الاجتهاد وخاصة الولاية ونوره وضيائها من جماعة خلت منها افرادها. ثم انى بينما كنت منتظرا ومتوجها لهٰذا المقصد بتظاهر هيئة كذلك وقد كان هٰذا غاية خيالى من زمان مديد- اذ سنح لقلبى من قبيل الحس قبل الوقوع تقرب(١) زلزلة عظيمة ، فشرعت – مع عجزى وقصورى والاغلاق فى كلامى- فى تقييد ما سنح لى من اشارات اعجاز القراٰن فى نظمه وبيان بعض حقائقه ، ولم يتيسر لى مراجعة التفاسير فان وافقها فبها ونعمت والّا فالعهدة عليّ. فوقعت هٰذه الطامة الكبري- ففى اثناء اداء فريضة الجهاد كلما انتهزت فرصة فى خط الحرب قيدت ما لاح لى فى الاودية والجبال بعبارات متفاوتة باختلاف الحالات. فمع احتياجها الى التصحيح والاصلاح لايرضى قلبى بتغييرها وتبديلها اذاظهرت فى حالة من خلوص النية لا توجد الاٰن. فاعرضها لانظار اهل الكمال لا لانه تفسير للتنزيل بل ليصير- لو ظفر بالقبول- نوع مأخذ لبعض وجوه التفسير. وقد ساقنى شوقى الى ما هو فوق طوقى فان استحسنوه شجعونى على الدوام. و من اللّه التوفيق.

سعيد النورسى

_______

(١) وقد اخبرنا مرارًا فى اثناء الدرس وقوع زلزلة عظيمة (بمعنى الحرب العمومية) فوقعت كما اخبر.

حمزه ، محمد شفيق ، محمد مهرى

Kısa Bir Tercümesidir

Şimdi bundan kırk bir sene evvel ve Eski Harb-i Umumî’nin az evvelinde başlamış olduğu İşaratü’l-İ’caz’ın ifadetü’l-meramında diyor ki:

Madem Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ulûm-u hakikiyenin envaına câmi’ ve umum asırlarda umum tabakat-ı beşeriyeye müteveccih bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette bir tek ferdin fehmi, ona lâyık ve mükemmel bir tefsir yapamaz ve mümkün olmuyor.

Çünkü bir fert pek nadir olarak kendi hususi meslek ve meşrebinin tesirinden kendi fikrini kurtarabilir. Onun hususi meşrebi tesir ettikçe tam tamına hakikati safi olarak ifade edemez. Ferdin fehmi ve manası ona hastır. O fert, onu kabul eder. Fakat başkalarını ona davet edemez. Eğer cumhur-u ulema onun fehmini kabul ile başkalara şümulünü gösterse o vakit başkasını o manaya davet edebilir ve hakiki tam tefsir olabilir.

Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında –hevesi karışmamak şartıyla– o kendi nefsi için amel edebilir fakat başkalarına hüccet tutamaz. Tâ bir nevi icma o hükmü tasdik etsin.

Nasıl ki ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden manevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki ulema-i muhakkikînden bir heyet-i âliye bulunsun ki o heyet umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dava vekili hükmünde olmaları cihetinde icma-ı ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icma ile şer’an düstur olabilir. Ve icmaın tasdik ve sikkesiyle umuma şâmil oluyor.

Aynen onun gibi lâzımdır: Kur’an’ın manalarının keşfi ve tefsirlerde ayrı ayrı mehasininin cem’i hem zamanın çalkamasıyla ve fenlerin keşfiyle cilvelenen, tezahür eden Kur’an’ın hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki: Muhakkikîn-i ulemadan her biri bir fende mütehassıs, geniş fikre, ince nazara mâlik allâmelerden müteşekkil bir heyet bu vazifeye sahip çıksın.

Elhasıl: Kur’an’ı tefsir edene lâzım gelir ki gayet âlî bir deha ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zat ancak bir şahs-ı manevî olabilir ki o şahs-ı manevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalplerin birbirine in’ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u manevîsi hükmüne geçer.

Evet “Mecmuunda bir hâssa bulunur ki ondaki her fertte bulunmaz.” düsturuyla çok defa içtihadın âsârı ve nur-u velayetin hâssaları ve ziyası bir cemaatte görünüyor. Halbuki o cemaatin hangisine bakılsa o hâssa görünmüyor. Demek âmî adamların ihlasla tesanüdleri, bir velayet hâssasını veriyor.

İşte bu hakikate binaen böyle bir maksat için bir heyetin çıkmasına muntazır ve daima bekliyordum. O ümit, küçüklüğümden beri gaye-i hayalim iken, birden hiss-i kable’l-vuku kabîlinden kalbime bir sünuhat oldu ki:

Maddî ve manevî iki zelzele-i azîme yaklaşıyordu (*[1]). Ben de acz ve kusurumla, sözlerimdeki izahsızlık ve muğlaklık ile beraber Kur’an’ın nazmındaki i’cazın işaratını ve kalbimde tahattur eden nüktelerini kaydedip kaleme almak ve âyâtın bazı imanî hakikatlerini yazmaya şiddetli bir ihtar-ı gaybî hissettim. Halbuki harpte acib bir vaziyette olduğumdan tefsirlere müracaat etmek kabil olmadı. Kur’an’dan başka merci yoktu. Ben de yazdım. Yazdıklarım tefsirlere muvafık geldiyse güzel bir nimet ve bir muvaffakıyet, yoksa mes’uliyet benim bîçare fehmime aittir.

Aynı zamanda zelzele-i kübra mahiyetinde olan maddî Birinci Harb-i Umumî ve o zelzele-i azîmenin âhirlerinde o mezkûr heyetin yuvalarını tahrip eden manevî zelzele-i azîme meydana çıktı ki öyle bir heyet-i âliye-i ilmiyeye ve böyle bir vazife yapmak için bütün kapılar kapandı. Ben de o noksan fehmimle Eski Harb-i Umumî’de farîza-i cihadda avcı hattında ne kadar fırsat buldumsa kalbime tulû eden nükteleri yazıyordum. Derelerde, dağlarda hücum ederken kaydederdim. Fakat o acib ayrı ayrı haletlerin tesiriyle çeşit çeşit olmasından tashih ve ıslah edilmesine çok ihtiyaç varken, benim kalbim tebdil ve tağyirine razı olmadı. Çünkü her dakika şehit olmaya hazırlandığımız için bir niyet-i hâlise ile yazılmış ki o halet her vakit bulunmuyor.

Ben de o yazılarımı Tenzil’e bir tefsir olarak değil belki tefsirin bazı vücuhuna bir nevi me’haz olarak ehl-i kemal olan ulema-i muhakkikînin enzarına arz ediyorum. Hakikaten benim şevkim, benim tâkatimin pek fevkinde bir noktaya sevk etti. Eğer ehl-i tahkik istihsan etseler beni devama ve ileri gitmeye teşci ve tergib ederler.

Said Nursî

***

[1] * Evet, Üstadımız mükerreren Birinci Harb-i Umumî’den evvel çok defa bize ulûm-u Arabiyeyi ders verdiği zaman bize kat’î bir tarzda “Büyük ve umumî bir zelzele yaklaşıyor, hazırlanınız. O zaman herkes benim gibi mücerredlere gıpta edecekler.” diye söylüyorlardı. Pek az zamanda, onun mükerreren verdiği haber aynen çıktı.

Horhor’daki eski talebeleri namına Medresetü’l-Vaizîn mezunlarından:

Mehmed Sadık, Sabri, Mehmed Şefik, Mehmed Mihri, Hamza

Emirdağ Lâhikası – II s.51-70

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Çok sevgili Üstadımız Efendimiz!

“Risale-i Nur imha edilmez!” diye yazılan ayn-ı hakikat parçayı Başbakan, Adliye Bakanına ev adresleriyle; yine diğer bakanların da resmî adreslerine gönderdik. Görüştüğümüz mebuslara veriyoruz. Hepsi de bu hususta çalışacaklarını söylüyorlar. Isparta mebusu Senirkentli Tahsin Tola, ziyade alâkadar oluyor ve diyor ki: “Hükûmet şimdi komünistlikle mücadeleye başladı. Bu mücadele yalnız zabıta ile olamaz. Nurcular yirmi seneden beri mücadele ediyorlar ve hükûmete büyük yardımda bulunuyorlar. Ve bugün memleketteki muhtelif cereyanların en hayırlısı ve en tesirlisi Nurculardır.” diyorlar.

Vaiz ve Mebus Ömer Bilen, diğer Mebus Hasan Fehmi Ustaoğlu ve Fehmi Çobanoğlu isimli ihtiyar zatlar, size pek çok hürmet ve selâm ediyorlar. Her ikisi dahi Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi namına sevgili Üstadımızı, bu asrın bir mürşid-i hakikisi söyleyerek “Onların himmetidir ki bu umulmadık zafer kazanıldı.” diyorlar.

Siz sevgili Üstadımızdan çok cihetle yardım gördüğünü söyleyen bu muhterem milletvekilleri, sizin dua ve Risale-i Nur’un hizmetine güvenerek ileriye pek büyük ümitle baktıklarını ve “İslâmiyet’in bütün şaşaasıyla âlem-i insaniyet çapında parlayacağını Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden bekliyoruz.” diyorlar. Dünkü çarşamba günü üç mebus, bir aralık Üstadımızı ziyaret edeceklerini konuşmuşlar.

Abdullah, Sungur

***

Mahkeme-i Kübraya Şekva ve Müdafaat’ın Bir Hâşiyesi Olan Parçanın Hülâsasıdır

Size bu defa Mahkeme-i Temyize gönderdiğimiz –avukatın Temyiz Mahkemesine gönderdiği– istidanın suretidir. Ve dehşetli kararnameye karşı; hülâsası sizin tarafınızdan bu mealde, müsadere kararnamesine mukabil dindar mebuslara dersiniz:

Bu tarzda müsadere ne derece kanuna muhalif ve Demokrat hükûmetini tanımamak ve Adliye Bakanının verdiği emri ne derece dinlemediklerini ve ehemmiyet vermediklerini gösteriyor. Ve adliye adaleti haricinde dehşetli bir garaz hükmediyor.

Kitaplarımızın ellerindeki tamamını, binler kelimeden bir iki kelimeyi suç mevzuu bahanesiyle vermek istemediklerini ve bu suretle Nurların neşrine mani olmak istediklerini ve suç diye gösterdikleri noktalarda bizim tarafımızdan müdafaatımızda onların seksen bir hatalarını Hata-Savab Cetveli’nde ispat edilmekle açık garazkârlıklarının gösterildiğini hem elyevm yasak olmayan yüz binler tefsirlerde yazılı bulunan tesettür ve irsiyet hakkındaki iki âyetin birkaç satırlık tefsiri yüzünden dünyada hiçbir kanunun müsaade etmediği acib bir zulüm ile dört yüz sahifelik Zülfikar mecmuasını müsadere edip bize vermemek suretiyle bir zulüm irtikâb ettiklerini hem Afyon’da iki sene ellerinde kalan bütün Risale-i Nur’un parçaları, daha evvelden hem Denizli hem Ankara hem Isparta mahkemelerinde beraet ettirilip sahiplerine iade edildiğini ve bilâhare Zülfikar ve Asâ-yı Musa’yı ruhsatsız neşir bahanesiyle Isparta hükûmeti müsadere edip dört sene zapt ettikten sonra hiçbiri noksan olmadan yüz yetmiş mecmuayı bize iade ettiklerini ve bizim en mühim suçumuz, Risale-i Nur’un mahrem bir parçasında elli sene evvel bir hadîsin tefsirinde, cebrî kanunlarla şapkayı giydiren ve din-i İslâm’ı bu mübarek Türk milletinden kaldırmak için Lozan Muahedesi’nde söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen hiçbir hakiki Müslüman Türk’ü protestan yapamayan ve millet-i İslâm için pek çok zararlı olduğunu ef’aliyle ispat eden ve hadîs-i şerifin haber verdiği o müthiş şahıs kendisi olduğunu hayat ve mematıyla gösteren Mustafa Kemal’e bir mahrem eserde “din yıkıcı Süfyan” dediğimizi ve “kalplerdeki sevgisini bozmaya çalıştığımızı” isnad edip kararnamede mahkûmiyetimize sebep olduğunu ve Mahkeme-i Temyizin Afyon Mahkemesinin bu haksız kararını bozmasıyla yeniden görülmeye başlanan dava, af kanunu çıkmasıyla, dosyalarıyla ve bütün Nur eserleriyle çürütülmek için mahzene atıldığını ve bilâhare Adliye Bakanlığınca, Sungur’un keşide ettiği telgrafı üzerine, bütün eserlerin verilmesine emir verildiği halde hiçbiri iade edilmeyerek, yeniden suç mevzuu olanlarını tefrik etmek; belki tamamını suç mevzuu yapmak istemeleriyle Risale-i Nur’un tam serbestîsine mani olmak istediklerini bildiren ve üç seneden beri bizi aldatan böyle eşhasa Nur’un işlerini bırakmamak için Başbakan ve Adliye Bakanının nazar-ı dikkatlerine arz edilmek üzere bu mealdeki adalet-perver Demokratlara istida yazılması, vatan ve millet menfaatine lüzumu var.

Lafza-i Celal üzerinde i’cazı gözle görülen Kur’an’ımızı almak için istida ile Diyanet Riyasetine müracaat edilmesi gibi sırf garazla ve ecnebi parmağıyla aleyhimize dönen işlerden ve işkencelerden bizi ve âlem-i İslâm’ı pek çok sevindiren Demokratların dikkat edip Nurcuları kurtarmalarını, hürriyetperver hükûmetten rica ederiz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bütün ruh u canımla geçmiş Mevlid-i Nebeviyenizi tebrik ediyoruz.

Sâniyen: Sizin Nur’un neşrindeki muvaffakıyetinizi âlem-i İslâm tebrik edip alkışlayacak. Şimdi de emareleri görünüyor ki ezcümle bir numunesi:

Pakistan Maarif Vekili Nurlar için benim yanıma geldi, Risale-i Nur’un bir kısmını aldı. “Doksan milyon Müslümanlar içinde neşrine çalışacağım.” dedi. Aldı, gitti.

Hem bu kadar aleyhimizde münafıklar çalıştıkları halde hem Avrupa’da hem Asya’da uzak yerlere Risale-i Nur’u götürmüşler. Hem Berlin’de Almanlar Zülfikar’ı aldıkları vakit, bir gazetelerinde alkışlayarak ilan etmişler.

Hem dâhilde ehl-i iman, en ziyade muarızlar olan eski başbakan ve dâhiliye vekili yasak ettikleri Asâ-yı Musa ve Zülfikar’ı yasaklarına ehemmiyet vermeyerek kemal-i şevk ile okuyorlar. Okuyanlar Ankara’da pek ziyadedir.

Hem birkaç yerde hapishane müdürleri iki üç vilayette karar vermişler ki: “Biz hapishaneleri Medrese-i Nuriye yapacağız ki bizim mahpuslar da Denizli, Afyon hapisleri gibi Nurlarla ıslah olsunlar.”

Sâlisen: Merhum Burhan, Nur’un ümmi ve gizli kahramanı idi. Hem onun akrabasını hem Isparta’yı hem Medresetü’z-Zehra şakirdlerini taziye ediyorum. Beş altı gün evvel haber almıştım. Şimdiye kadar beş altı gün zarfında belki bin defa ona dua etmişim. Çünkü altı günde virdimde dört yüze yakın اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ dediğimde onu da niyet ediyorum. Bütün okuduklarımı Burhan’a hediye ediyorum.

Râbian: Nurlar, mektepleri tam nurlandırmaya başladı. Mektep şakirdlerini medrese talebelerinden ziyade Nurlara sahip ve nâşir ve şakird eyledi. İnşâallah medrese ehli yavaş yavaş hakiki malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahip çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok ulemalardan Nurlara karşı çok iştiyak görülüyor ve istiyorlar. Şimdi en mühim tekyeler ehli, ehl-i tarîkattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir (Hâşiye[1]).

Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp “Tarîkat zamanı değil, bid’alar mani oluyor.” dedim. Fakat şimdi Sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün on iki büyük tarîkatın hülâsası olan ve tarîklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarîkat ehli kendi tarîkatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarîkatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor, kalbi mağlup olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakiki Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid’atlara ve takvayı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.

Hâmisen: Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var: O da Kur’an’ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye; siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’aniyedir.

Rehber Risalesi’ndeki Leyle-i Kadir meselesi, şimdi hem Amerika hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için şimdiki bu hükûmetimizin hakiki kuvveti, hakaik-i Kur’aniyeye dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla ihtiyat kuvveti olan üç yüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâm’a taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için hem Amerika hem Avrupa devletleri Kur’an’a ve ittihad-ı İslâm’a taraftar olmaya mecburdurlar.

Sâdisen: Yanıma Nur talebesi bir mebus geldi, dedi ki:

“Ben Adliye Bakanlığına gittim. Afyon’da Nurların müsadere kararını söyledim. Adliye Vekili Özyörük dedi ki: “Ben Afyon Mahkemesine Nurların tamamen verilmesine emir verdim. Hattâ bendeki Asâ-yı Musa’yı da müellifine iade edeceğim.” diye bana söyledi. Halil Özyörük’ün bu sözü, Demokratlara ve Nurlara taraftarlığını gösteriyor.

Umuma binler selâm…

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nur’un genç kahramanları!

Evvela: Ruh u canımızla sizin Ankara gibi yerde hârika bir tarzda hizmet-i Nuriyenizi tebrik ediyoruz. Hakikaten ümidimizin fevkinde ehl-i maarif ve mektepliler kısmında çok ehemmiyetli bir intibaha vesile oldunuz. Bir senede Ankara gibi bir yerde bu hizmetiniz, on senede ancak yapılacak. Az bir zamanda bu vazife-i imaniyeyi yaptığınıza kanaat edip kuvve-i maneviyeniz ehemmiyetsiz hâdiselerle kırılmasın. Belki daha şiddetli çalışmanıza vesile olsun.

O gibi yerlerde dâhilden ve hariçten gelen yirmi kadar siyasî ve içtimaî cereyanların hodfüruşane ve garazkârane çarpıştıkları bir zamanda Kur’an ve imana hizmetiniz ve üniversitelilerin Nurlara takdirkârane sahip çıkmaları; bütün Nurcuları sevindirdiği gibi ileride inşâallah âlem-i İslâm’ı da sevindirecek.

Sizlerin az hizmetinizde mükâfat çoktur. Bazen askerlikte ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmünde olduğu gibi sizler ve İstanbul Üniversiteli Nurcuları dahi az zamanda çok vazife gördünüz. Mesainizin semeresi az da olsa kanaat ediniz.

Mücahede cephesinde bazı zayıfların geri çekilmesi, cesurlarda daha ziyade kahramanlık damarını tahrik ettiği gibi Nur fedakârları, vehhamların çekilmesiyle daha ziyade gayret ve sebata belki şevk ile daha ziyade çalışmaya sebep olmak gerektir.

Evet, Risale-i Nur’un mühim bir hakikatinden siz fıtraten bir ders aldınız. Yine o hakikati nazar-ı dikkate alınız, o da şudur:

Vazifemiz ihlas ile iman ve Kur’an’a hizmet etmektir. Amma bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek ve muarızları kaçırmak ise o, vazife-i İlahiyedir. Biz buna karışmayacağız. Mağlup da olsak kuvve-i maneviyeye ve hizmetimize noksanlık vermeyecek. O noktada kanaat etmek lâzımdır.

Mesela, bir zaman İslâm’ın büyük bir kahramanı Celaleddin-i Harzemşah’a demişler: “Cengiz’e karşı muzaffer olacaksın.” O demiş: “Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galip etmek vazife-i İlahiyedir. Ona karışmam.” Sizin şimdiye kadar sarsılmadan hâlis hizmetinizin delâletiyle, siz de bu kahramana iktida etmişsiniz. Binden bir iki adam sizden kabul etse yine sarsılmamak gerektir. Bazen bir iki adam, bine mukabil geliyor.

Sâniyen: Ankara’da bu sırada nazarlar dünyaya ziyade çevrilmiş. Ve iktidar kısmı daha tam prensibini kabul etmeye vakit bulamamış. Müteaddid partiler kendine taraftar bulmak için veya kabahatlerini setretmek için elbette çok çalışıyorlar. Ve İslâmiyet ve Kur’an aleyhindeki hariçteki cereyanlar elbette dâhilde bazılarını bulmuşlar ki Kur’an lehinde cidden çalışanları uçurmak, kaçırmak, evham vermek gibi propagandalarla hakiki fedakâr olmayan veya dünya ile ve fazla dostlar ile alâkadar olanları evhamlandırıyorlar ve Nurcuların da kuvve-i maneviyelerini kırmaya çalışıyorlar.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Ben size bugün mektup yazacaktım. Ziyade rahatsızlığım sebebiyle telaşta iken, aynı dakikada Mustafa Gül ve İbrahim Gül geldiler. Hem bana ilaç hem teselli hem büyük sevince vesile olduklarından, o iki mübarek kardeşimi benim vekillerim ve bir mektup olarak size gönderiyorum. Onlar birer Said olarak benim bedelime sizi ziyaret ve tebrik edip sair şeylerimi de size beyan etsinler.

Said Nursî

***

(Üstadımızın tebrik telgrafına Reisicumhur Celal Bayar’ın telgrafla verdiği cevaptır.)

Bedîüzzaman Said Nursî

Emirdağ

Samimi tebriklerinizden fevkalâde mütehassis olarak teşekkürler ederim.

Celal Bayar

***

Aziz, sıddık ve mübarek kardeşlerim!

Evvela: Nur’dan bana çok lüzumu bulunan Medresetü’z-Zehranın fütuhatçı mahsulatını ve kahraman Tahirî’nin merhume haremi ile ve merhume iki kerîmesi namına gönderdiği mecmualarını ve iki hafta evvel merhum Hâfız Ali’nin bir hayru’l-halefi Mustafa’nın tam zamanında tamam Mektubat’ını ve Nur’un metin bir kumandanı Re’fet Bey’in kendi kalemiyle yazdığı mübarek mecmuasını ve pek güzel ve manidar rüyalı mektubunu aldım ve çok sevindim. Onların her bir harfine Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn sizin her birinize bin hasene ihsan etsin. Merhume Hatice ve merhume Hicret’in ve merhume Âişe’nin ruhlarına ve kabirlerine binler rahmet eylesin, âmin!

Sâniyen: İkinci bir Hüsrev olan Mustafa Osman’ın mektubunda Sabri namında bir kardeşimizin, benim hizmetim için yanıma gelmesini istemesi beni çok memnun etti. O gelmiş ve birkaç ay hizmet etmişçesine kabul ediyorum. Fakat şimdi benim hizmetime hariçten gelmeye ihtiyaç kalmamıştır. Ne vakit ihtiyaç olursa o zaman haberdar edeceğim. Hakikaten Eflani havalisinde, Isparta kahramanları mahiyetinde küçük kahramanlar yetişmeye başlamıştır.

Sâlisen: Nur’un demirbaş kâtibi ve şakirdi Kâtip Osman’ın Risale-i Nur bahçesinden gönderdiği yaş üzüm teberrükünü ve Medresetü’z-Zehranın çok ehemmiyetli bir şubesi ve bir merkezi olan Sava’nın gayet mübarek teberrüklerini kaideme muhalif olarak onların hatırı için kabul ettim. Ve kime yedirsem de onların hayrı olarak yedireceğim.

Râbian: Nur kahramanı Hüsrev’in, ben Emirdağı’nda iken bana yazdığı umum mektuplarından mühim parçalarını, hususan benim yazdığım mektupların hülâsalarını hâvi kısımlarını bir defterde yazmıştım. Fakat ben hapiste iken birisi hoşuna gitmiş, almış; kayboldu. Şimdi tekrar eski mektuplarından kırk kadar bende var. Onları inşâallah ben işaret edeceğim, burada yazdıramazsam size göndereceğim. Bir defterde cem’edilerek belki ehemmiyetine binaen teksir edilecek.

Hâmisen: Sözler mecmuasından on beş tanesini Ankara’ya gönderdim, çok fayda vermiş. Oradaki Nurcular kahramancasına ihtiyat perdesi altında çalışıyorlar.

Sâdisen: Sizde bulunmayan ve Hüsrev’in istediği Mektubat’ı tashih ettim. Birisiyle göndereceğim. Bu defa Yirmi Dördüncü Mektup’u çok kıymetli, çok ince, çok derin ayn-ı hakikat gördüm.

Umuma binler selâm…

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Aziz, sıddık ve mübarek kardeşlerim!

Evvela: Kardeşimiz İnebolu Hüsrev’i Nazif Çelebi bana yazıyor ki: “Hizb-i Nuriye ve Salavatın neşrini bitirdikten sonra ne münasip ise neşredeceğim.” diye soruyor. Bence sizin tensibinizle Hastalar ve İhtiyarlar Lem’aları ve On Yedinci Mektup olan çocukların kısacık taziyenamesi ve Yirmi Birinci Mektup –ihtiyarlara hizmet hakkındaki kısa mektubun– neşri münasiptir. Fakat Medresetü’z-Zehranın erkânı hangi cümle ve hangi fıkra münasip görürlerse kaldırabilirler ve ıslah edebilirler. Ve daha kısa başka münasip risaleler varsa ilâve edebilirler.

Bu mealde kahraman Nazif’e çabuk cevap gönderiniz. Hakikaten, o kardeşimizin Cevşenü’l-Kebir’i ve Hizb-i Nuriye’yi Salavat ile beraber neşri, Nurculara ve ehl-i imana büyük bir hizmettir. Cenab-ı Hak her bir harfine mukabil ona ve yardımcılarına bin sevap ihsan etsin, âmin!

Sâniyen: Yeni ehl-i hükûmet yavaş yavaş anlıyor ki hakiki kuvvet Kur’an’dadır. Ve İslâmiyet uhuvveti ile ve imanın hakaiki ile tahribatçı düşmanlara karşı dayanabilirler. Evet bir tahripçi, yirmi tamirciyi telaşa düşürür ve bazen mağlup edebilir. Koca Çin’i kendine tabi yapan bir kuvveti, buradaki yirmi milyon Müslüman’a karşı âdeta mağlup bir vaziyette tecavüzden durduran; maddî kuvvetler, haricî dâhilî tedbirler, ittifaklar değil; belki yalnız Kur’an ve imanın hakikatleri, onların en büyük kuvveti olan maneviyat-ı kalbiyeyi tahribatlarına karşı set çekmesi ve manevî yaralarını tedavi etmesidir.

Ve yeni hükûmetin Maarif Vekili bu hakikati hissetmiş ki seleflerine muhalif olarak en ziyade iman hakikatlerinin neşrine, din derslerine ehemmiyet veriyor. Hattâ büyük bir ehemmiyetle şimdi de Şark Dârülfünunu –tabirlerince Doğu Üniversitesi– için yüz bin lira tahsis edildiğini gazeteler yazmış.

Hem mezkûr hakikati hem Ankara hem İstanbul Üniversiteleri o dehşetli, tahribatçı kuvvete karşı hem vatanı hem gençliği kurtaracak hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olduğunu kat’iyen bildiler ki Ankara’daki Üniversiteliler bin yedi yüz imza ile Maarif Vekilinin din derslerini cebrî mekteplere koyması için tebrik etmişler.

Ve İstanbul Üniversitesinde yeni hükûmetin en mühim bir rüknüne demişler ki:

Anadolu’da din lehinde kuvvetli bir cereyan var. Onlara da solcular gibi bir derece meydan vermeyeceğiz demesine mukabil; o üniversitenin mümessili, din neşriyatı yapanlar aleyhinde olduğu halde o reise demiş ki:

Eğer dediğin o cereyan Risale-i Nur ise ne siz ve ne de Avrupa onu mağlup edemez.

Bu mesele münasebetiyle meslek ve meşrebime muhalif olarak Eski Said’in bir iki dakika kafasını başıma alarak diyorum ki:

Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek icab ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet’ten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakiki bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.

İnşâallah, Maarif ve Adliye vekilleri gibi sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikati tam anlayacaklar. Sağ sol tabiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz.

***

…Bir iki hafta evvel Mısır’ın Camiü’l-Ezherinin büyük bir müderrisi olan Ali Rıza buraya hususi bir adamı gönderdiği gibi iki gün evvel de aslen Buharalı ve Medine-i Münevvere’de mücavir ve Mısır’da büyük âlimlerle ve hususan eski Şeyhülislâmımız ve Dârülhikmette benim arkadaşım Mustafa Sabri Efendi’yle alâkadar ve bu tarafa geleceğine dair onlarla görüşen ve bir derece onların namına mühim bir âlim yanıma geldi. Ben de Camiü’l-Ezhere hediye-i vakfiyem olarak on bir tane hususi mecmualarımı o zat vasıtasıyla âlem-i İslâm’ın büyük medresesi olan ve o âlimin ihbarıyla şimdi yirmi yedi bin talebesi bulunan Camiü’l-Ezhere hediye olarak o zata verdik.

Hem dedik: Başta Mustafa Sabri ve Ali Rıza ve Mehmed Zâhid Kevserî olarak Nur mecmualarına benim bedelime sahip ve hâmi ve vâris olsunlar ve Arabî’ye tercümeye çalışsınlar, dedik. Mektup da yazdık. O zat aldı gitti.

Umum kardeşlerime ve hemşirelerime selâm ederim, dualarını isterim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

Evvela: Hadsiz şükrolsun ki şimdi Ankara içinde küçük bir Medrese-i Nuriye manasında, küçük Saidler ve Nur’un fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar. Bu defa Afyon gazetecisinin iftirası münasebetiyle Başvekile ve Dâhiliye Vekaletine ve Nur talebelerine bazı mebuslar söylemiş. Adnan Menderes ile Dâhiliye Vekili pek dostane mukabele edip haber göndermişler ki: “Hiç merak etmesin ve meyus olmasın.”

Ve Afyon’daki gazeteci de: “Ben Emirdağı’na geleceğim ve Üstada iki dileğim var, bunları rica edeceğim ve özür dileyeceğim.” demiş. Ve bizim aleyhimizde neşredilen o gazetelerden talebelerim yüz altmış adedini alarak imha etmişlerdir.

Daha fazla yazacaktım. Rahatsızlığım dolayısıyla yazamadım ve vakit de dar olduğundan kısa kesiyorum.

Umumunuza selâm…

***

Hakikaten Eflani ve Safranbolu aynen Isparta’nın kahramanları gibi Nurlara mütemadiyen çalışıyorlar. Hattâ bu defa Rehberlerin bir kısmında Münâcat yoktu. Eflani az bir zamanda yetmiş adet eski harfle Münâcatı yazıp bize göndermiştir. Biz de o Münâcatları Rehberlerin arkasına ilâve ettik. İnşâallah orada da çok Sungurlar çıkıyor ve çıkacak.

***

Müdafaatın bir hâşiyesidir

Bu mealde adalet-perver Demokratlara istida yazabilirsiniz. Ben hastayım, siz nasıl münasip ise öyle yapınız.

Avukatımızdan bir gün evvel aldığımız mektupta, kitaplarımızın suç mevzuu olan ve olmayanları, hiçbir kanuna uymayan bir tarzda, binler kelime içinde, bir risalede, bir tek kelimeyi bahane edip suç mevzuu yapmak, o risaleyi vermemek suretiyle, Nurların intişarına garazkârane mani olmak fikriyle hem kararnamelerini Mahkeme-i Temyizce bütün bütün bozan kararnamede, suç mevzuu gösterdikleri bizim aleyhimizde olmadığı halde ve müddeiumumînin iddianamesine karşı Hata-Savab Cetveli’nde, seksen bir hatasını ve garazkârlığını kat’î ispat ettiğimiz halde, şimdi aynı garazkârlıkla ve dört yüz sahife Zülfikar Risalesi’ni, birkaç satır tesettür ve irsiyet hakkındaki, yüz bin tefsirin aynı manayı söylediklerine binaen, otuz kırk sene evvel yazılan cümlelerini suç mevzuu yapıp o mecmuayı müsadere edip bize vermemek, dünyada hangi kanun buna müsaade eder?

Hem Afyon’un Mahkemesindeki eserler –tekrarat-ı Kur’aniye ve melekler hakkındaki iki parçacık müstesna olarak– bütün eserler iki sene hem Denizli hem Ankara Ağır Ceza Mahkemesi beraetine karar vererek, içinde suç mevzuu bulamadıkları ve bize iade etmeye karar verdikleri ve aynı eserler Isparta hükûmetinin bir vakit müsadere ile tamamen eline geçtiği halde, tamamıyla sahiplerine iade ettikleri; sonra da Zülfikar’la, Asâ-yı Musa’yı ruhsatsız eski yazı ile neşir bahanesiyle, dört seneden beri müsadere edildikleri ve aynen hiçbiri zayi olmadan yüz yetmiş adet mecmuada bir suç mevzuu bulamadıkları için bizlere tamamen iade ettikleri ve bizim en mühim suçumuz olarak gösterdikleri, eski partinin bir kısım şeflerine hakikat namına itirazımızın yüz misli ziyade şimdi dinî mecmualar, resmî cerideler aynı itirazı şiddetle vurdukları halde, Risale-i Nur’un bir mahrem parçası, şimdiki zamanı tamamıyla tayin ettiği bir hakikatini tefsir bahsinde ispat etmiş ki “Ölmüş bir şeftir.” demiş.

İşte hakikat böyle iken, Afyon Mahkemesi adalet namına değil belki o ölmüş adamın muhabbeti taassubu ile eski harfle de neşredilen kararnamenin âhirinde, bizi mahkûm etmek için en mühim sebep savcının garazkârlığı sebebiyle mahkeme heyeti demişler ki:

“Said ve arkadaşları, Mustafa Kemal’e din yıkıcı, süfyan demişler ve kalplerdeki sevgisini bozmaya çalışmışlar. Onun için mahkûm ediyoruz.” Acaba ölmüş gitmiş bir adamın şahsına karşı bin defa böyle itiraz da olsa umumî bir dava oluyor. Mahkeme-i adalet buna dair böyle bir hükmü vermek, elbette pek acib bir mana iş içinde var.

Şimdi böylelerin elindeki dört defa Nur eserleri beraet kazandıkları ve şimdi Dâhiliye Bakanı, evvelce Adliye Bakanı üç defa beraetine ve suç mevzuu olmadığına ve bizi mahkûm eden Afyon kararını bozmasıyla, suç mevzuu olmadığına hüküm verdiği halde, şimdi bütün millet, adalet ve şefkat ve diyanete hizmet bekledikleri Demokrat hükûmeti zamanında, eski müstebitlerin dehşetli planlarıyla Risale-i Nur’a karşı garazkârlarının keyfine bırakmak, Demokrat hükûmeti aleyhinde büyük bir hıyanettir. Ve milletin teselli ümidini kırmaktır.

Benim Ankara’da bir vekilim Mustafa Sungur’dur. 17.11.1950 tarihli çektiği telgrafta, umum risalenin bize iadesine karar verilmiş diye müjde verdi. Ve âdil adliye vekili üç defa beraet verdiği ve şimdi de Sungur’un mektubuna göre hem iadesine emir verildiğini ve şimdi telefonla haber vereceğim söyledikleri halde, bu on altı seneden beri aleyhimizde olan iftiralar ve jurnaller hem Eskişehir hem Denizli Mahkemesinde bütün dosyaları Afyon Mahkemesi toplamak ve af kanununun çıkmasıyla ve mahkemelerin beraet vermesiyle o mübarek eserleri, o dosyalar içerisine karıştırarak çürütmek için mahzene atmak ve üç seneden beri bizi aldatan bazı eşhasa Nurların işlerini bırakmamak lâzım geliyor.

Başbakan ve Maarif Bakanı ve Dâhiliye Bakanına bu gayet mühim meseleyi nazar-ı dikkatlerine arz ediyorum.

Said Nursî

***

Papalık Makam-ı Âlîsi

Kalem-i Mahsus Başkitabet Dairesi

Numara:232247

Vatikan

22 Şubat 1951

Efendim!

Zülfikar nam el yazısı olan güzel eseriniz İstanbul’daki Papalık makam-ı vekaleti vasıtasıyla Papa Hazretlerine takdim edilmiştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gayet mütehassis olduklarını bildirirken, üzerinize Cenab-ı Hakk’ın lütuflarını dilediklerini tebliğe beni memur ettiklerini arza müsaraat eylerim. Bu vesile ile saygılarımı sunarım efendim.

İmza

Vatikan Bayn Başkâtibi

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bütün ruh u canımızla receb-i şerifinizi ve şuhur-u selâsenizi tebrik edip Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’den niyaz ediyoruz ki hakkınızda ve hakkımızda seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandırmaya bu üç mübarek ayı vesile eylesin, âmin!

Sâniyen: Otuz kırk gündür hakiki ehl-i imana bir nevi hücum içinde üç dindar vekilin İslâmiyet şeairini bir derece tamir etmeye meydan vermemek için bir sarsıntı verildi. Hizmet-i imaniye içinde en büyük kuvveti Nurcularda buldular. Bahanelerle onlara fütur vermek, şevklerini kırmak için çok desiseler yapıldı. Tarsus, İstanbul gibi Emirdağı’nda da acib desiseler ile beni hiddete getirip bir gaile çıkarmak istediler.

Halbuki Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle bana fevkalâde bir sabır ve tahammül verildi. Onların da planı zîr ü zeber oldu. Hattâ Afyon’da ve burada üç büyük memurun belki azlolmak ihtimali var. Ve üç vekil de lehimde bulunmuşlar. Demek, inayet-i İlahiye daima bizi himaye ediyor, elhamdülillah. Bu gibi şeyleri merak etmeyiniz. Yalnız ihtiyat her vakit iyidir.

Sâlisen: Risale-i Nur’un manevî avukatı ve bir kahramanı Ahmed Feyzi, İzmir’deki Nur’un teksiri ve intibahkârane İzmir vaziyeti ile Ahmed Feyzi alâkadar olmuş, teksirdeki tashihatı deruhte etmiş. Mehmed Yayla ve Abdurrahman gibi ve yardım eden kardeşler gibi İzmir’de Nur’un teksirinde alâkalarını devam ettireceklerine dair mektubu hapishanede Nur’un küçük bir kahramanı olan Bayram getirdi.

Ve Ahmed Feyzi onunla bir miktar zeytin ve zeytinyağı göndermiş. Ben Abdülmecid kardeşimin hediyesini kabul etmediğim halde Ahmed Feyzi kardeşimi daha ziyade kendime yakın gördüğümden hediyesini kabule mecbur oldum. Fakat kaidem bozulmamak için o hediyeye mukabil benim hesabıma bir Sözler mecmuası, beş tane Cevşenü’l-Kebir, üç tane Nazif’in mektubunda yazdığı bana ait nüshalardan ve İstanbul’dan size gelecek Hizb-i Nuriye’yi ona gönderiniz.

İki Nurcu Ankara’ya gittiler. Hem Başvekil hem Dâhiliye Vekili hem Maarif Vekili lehimizdedir. Ve bize müjdeli haber geldi. Onun için beni merak etmeyiniz. Ben gelen sıkıntıdan manevî sürur duyuyorum.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

(Seyyid Salih’in mektubundan bir parçadır.)

Bu sene on beş talebe birlikte Hicaz’a gidecekler. Hicaz’da olan masraflarını da Hicaz almayacak. Kendilerine düşen masraf çok az bir şey olacak. Dönüşlerinde Salih ile bir iki arkadaşı, İran ve diğer hükûmetleri gezdikten sonra Pakistan’a İslâm Gençlik Konferansına aza olarak gidecekler. Belki bunların yol masrafını hükûmet verecek. Bu hususta emirlerinizi intizar ediyoruz.

Ali Ekber Şah’ı, Said Ramazan’ı, Abdurrahîm Zapsu görmüş; Pakistan’da çok hürmet etmişler. Üstadımız yerine ellerini öptüler, duanızı rica etmişler.

Seyyid Salih

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Evvela: İstifsar-ı hatırla el ve ayaklarınızdan öper, sıhhat ve âfiyetinizi Cenab-ı Hak’tan dilerim ve ziyade muhtaç olduğum duanızı beklerim efendim.

Sâniyen: Bura için merak edecek hiçbir şey kalmadı. 5 Marttaki merak 18 Nisanda ferah buldu. Polis dairesi Nur dairesi oldu. Tarsus savcısı tetkik edip “Bu kitapları geriye verin.” o vakit demişti. Komiser Bey bana “Git, Mersin’dekilerini de al, gel; hepsini bir verelim.” diye beni Mersin’e gönderdi. Mersin Emniyeti “Biz senin kitaplarını Ankara’ya gönderdik, gelirse veririz, gelmezse burada kitabın yok.” dedi. Döndüm tekrar Tarsus komiserine geldim. Komiser Bey boynunu bükerek “Hoca, biz emir kuluyuz; gücenme, kusura bakma. Biz senin kitaplarını emirsiz veremeyiz.” cevabında bulundu. 18 Nisan’da “Kitapların gelmiş. Git, al da gel.” dediler. Hemen gittim. Zülfikar, Sikke-i Tasdik, Tılsım, Afyon Müdafaanızı, Hülâsa bu beş kitaplarımızın Ankara’ya varıp geldiğini, dışındaki sarılı kâğıttan anladım.

Netice: “Kitapların içinde satılmaması için bir şey yoktur.” diyerek bir vesika ile beraber kitaplarımızı elime teslim ettiler. Ben de Komiser Bey’e bir Tılsım mecmuası, Emniyet Memuru Edhem Bey’e bir Hülâsa bir de yeni harfle Tarihçe-i Hayat hediye ettim, çok memnun oldular. Onlar da Nurcu oldular.

Üstadım Efendim! “Bu tarafın vazifesi senin.” demiştin. Ben de söz verdim, Isparta’dan gittiğimde martta gelirim demiştim. Gaziantep ve Maraş’a varamadığım için ruhum “Sen vazifeni tam yapmadın.” diyor.

Üstadım Efendim! Eskişehir’e gitmeden bir sene evvel, ilk görüştüğümüzden üç dört ay sonra rüyada Üstadım hanemize gelmiş idin. Bana dediniz: “Seni bir yere göndersem gider misin?” Ben de “Giderim, efendim!” dedim. Sen de “Seni üç aylık bir yere göndereceğim.” dedin. Ben de hemen yürüdüm. Bana “Dur!” diye emir verdin. Ben de durdum. “Ben sana şimdi git emrini verdim mi?” dedin. Ben hemen uyandım. O zamandan beri merak ediyordum. “Acaba bu sene emir verdi mi ki hem üç aylık yol bize de nasib olur mu ki?” diye gece ve gündüz gözyaşları döküyordum. Demek mukadder şimdi imiş.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Efendim! El ve ayaklarınızdan hürmetle ve hasretle öpüyorum.

Çok kusurlu köleniz Süleyman Kaya

21.4.1951

***

Bu sene Mısır radyosu perşembe gecesi mi’racdan çok bahsetmesinden hem perşembe ve hem de cuma gecesi Mi’rac yaptım.

Sâniyen: Bizden müsadere edilen İşaratü’l-İ’caz’ı Afyon jandarma kumandanlarından birisi hiddet etmiş ki bunun gibi ilmî ve eskiden yazılmış bir eseri ne hakla müsadere ediyorlar. Ve Afyon Müddeiumumîliği iadesine karar vermiş. Ve bize cuma günü ve Mi’rac günü Hayri’yi çağırmışlar ve iade etmişler. Bunu da Tarsus’taki iade misillü Nurların intişarına set çekilmeyeceğine bir işaret-i Mi’raciye diye kabul ettik.

İnşâallah Kur’an’ımızı ve diğer risalelerimizi Afyon’dan alacağız. İstanbul’da savcılığa verilen bir kısım Rehberlerimiz, başta Eski Said’in mühim bir talebesi Avukat Mehmed Mihri ve dava vekili damadı Âsım olarak demişler ki: “Elli avukat ile beraber bu mesele için mahkemeye gireceğim. Fakat inşâallah ona hâcet kalmadan ve mahkemeye düşmeden alacağım.”

Sâlisen: “Haşirdeki Mahkeme-i Kübraya Şekva” namındaki ve yirmi sekiz sene evvel Meclis-i Mebusana hitaben yazılan ve o vakit tabedilen on maddelik namaza dair parça ve bir de Mustafa hakkında dört sene evvel Reisicumhura yazılan üç maddelik parça, şimdi bu zamanda Ankara’da bazı mebusların nazarına ve imanlı hükûmet erkânına göstermek niyetiyle Ankara’ya gönderilmiş. Size de bera-yı malûmat gönderiyoruz.

Râbian: Dinar Baraklı köyünden Mehmed Çavuş ve kardeşi bir adamla beraber yanıma geldiler. Pek ciddi gördüm. Sonra bana bir mektubunda bir şey yazıyor ve bir parça mektubunu leffen gönderiyorum.

Bu kardeşimiz bazı şeyler soruyor. Risale-i Nur suallere ihtiyaç bırakmıyor ve benim bedelime her şeye cevap veriyor. Yalnız çocuk taziyesine dair risalede يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ ye dair sualinde bir kısım eski tefsirler demişler: “Cennette çocuktan gayet ihtiyara kadar herkes otuz üç yaşında olacak.”

Bunun hakikati Allahu a’lem şu olacak ki: Sarîh âyet وِلْدَانٌ tabiri ifade eder ki feraiz-i şer’iyeyi yapmaya mecbur olmayan ve mesnuniyet cihetiyle de yapmayan ve kable’l-büluğ vefat eden çocuklar cennete lâyık ve sevimli çocuk olarak kalacaklar. Fakat şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğa namaz gibi farzlara, peder ve valideleri onları alıştırmak için teşvikkârane emretmek ve on yaşına girse şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var.

Demek, vâcib olmadığı halde, nâfile nevinden yedi yaşından hadd-i büluğa kadar büyükler gibi namaz kılıp oruç tutan çocuklar, mütedeyyin büyükler gibi büyük mükâfatı görmek için otuz üç yaşında olacaklar, diye bir kısım tefsir bu noktayı izah etmeden umum çocuklara teşmil etmişler. Has iken âmm zannedilmiş.

***

Aziz, sıddık, mütefekkir kardeşlerim!

Evvela: Çok emarelerle kat’î kanaatim gelmiş ki gizli dinsizler, resmî bazı memurları aldatıp Nur’un mahrem büyük risaleleri içinde yalnız Rehber’i musırrane medar-ı ittiham tutmaları ve bir buçuk seneden beri bana sıkıntı vermelerinin sebebi Rehber’deki “Hüve Nüktesi” olduğunu kat’iyen bildim. Çünkü bu Hüve’nin keşfettiği sırr-ı tevhid, pek kat’î ve bedihî bir surette küfr-ü mutlakı kırıyor. Hattâ bir kısmında hiçbir vesvese ve şüphe bırakmıyor. Gizli dinsizler buna karşı çare bulamadıklarından intişarına resmî yasak ile set çekmek için çalıştılar.

Bu Hüve Nüktesi’nin bir gün evvel Medresetü’z-Zehranın erkânlarına bir ders nevinden söylediğim çok noktalarından yalnız üç noktasını sizlere beyan ediyorum.

Birinci Nokta: Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melaike ve ruhanîlere işittirmek ve arş-ı a’zam tarafına sevk etmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.

Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rûy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip nev-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye olmaktır. Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı, bir umumî şükür olarak o radyoları her şeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan kelâmullahın, başta Kur’an-ı Hakîm ve hakikatleri ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse beşere zararlı düşer.

Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken büyük bir nıkmet olur. Beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.

Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’an’ı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım. İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarf edilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.

İkinci Nokta: Nur Risalelerinde denilmiş ki: “Kâinatı halk edemeyen, bir zerreyi halk edemez. Bir zerreyi tam yerinde halk edip muntazam vazifeleriyle çalıştıran, yalnız kâinatı halk eden zat olabilir.”

Bu cümlenin küllî hüccetlerinden bir cüz’î hücceti şudur ki:

Kelimelerin envaının kabı ve mahfazası olan yanımdaki bu radyo makineciğindeki bir avuç hava, kat’iyen gösteriyor ki şimdi elimizde baktığımız radyo istasyon cetveli namındaki listede yazılı iki yüze yakın merkezden bir saatten bir seneye kadar uzak ve muhtelif mesafelerden aynı dakikada bir tek kelime-i Kur’aniye, mesela اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ kelâmı tam hurufatıyla ve şivesiyle ve söyleyenin mahsus sadâsının tarzıyla, bu makinedeki bir avuç havanın zerreleriyle hiç tagayyür etmeden kulağımıza gelmek için ve muhtelif kelimat-ı Kur’aniyeyi ayrı ayrı sadâ ile çeşit çeşit şive ile keza hiç tagayyür etmeden ve bozulmadan bizim kulağımıza getirmek için o bir avuç havanın her bir zerresinde öyle hadsiz bir kuvvet ve ihatalı bir irade ve bütün rûy-i zemindeki merkezlerde o Kur’an’ı okuyan hâfızların ayrı ayrı şivelerini bilecek ihatalı bir ilim ve onları bütün görecek ve işitecek muhit bir göz ve her şeyi bir anda işitebilir bir kulak olmazsa elbette bu mu’cize-i kudret vücuda gelmeyecek.

Demek bu bir avuçtaki hava zerreleri, yalnız ve yalnız bütün kâinatı ihata eden bir ilim ve iradenin, sem’ ve basarın sahibi bir zatın ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine kolay gelen bir Kadîr-i Mutlak’ın kudreti ve iradesi ve ilmiyle bu mu’cizat-ı kudrete mazhar oluyorlar.

Yoksa temevvücat-ı havaiyede mevcudiyeti tevehhüm edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın icadına yer vermek; her bir zerreyi, bütün zemin yüzündeki küre-i havaiyede bulunan her şeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak etmektir. Bu ise yüz bin derece akıldan uzak, muhal muhaller içinde bir hurafedir. Ehl-i dalalet gelsinler, mezhepleri ne kadar akıldan uzak ve hurafe olduklarını görsünler.

Üçüncü Nokta: Bu radyo makineciğinde ve manevî kelimat çiçeklerine saksılık eden bu kapçıktaki bir avuç havanın gösterdikleri mu’cizat-ı kudretten bu hakikat anlaşılıyor ki: Her bir zerre, Cenab-ı Hakk’ı zatıyla ve sıfâtıyla tarif eder ve ispat eder.

Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ulemalar büyük ve geniş delillerle, Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un vücudunu ve vahdetini ispat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar. Sonra marifetullahı tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi güneşi gösteriyor ve o güneşe işaret ediyor. Öyle de bu bir avuç havadaki her bir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfât-ı kemaliyle kendilerinde gösteriyorlar.

İşte Kur’an-ı Hakîm’in manevî mu’cizesinin bir lem’ası olan Risale-i Nur bu hakikati izahatıyla ispat etmesi içindir ki müdakkik bir Nurcu, huzur-u daimî kazanmak ve marifetullahı her vakit tahattur etmek için ve huzur-u daimî hatırı için‌لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُو‌ demeye mecbur olmuyor. Ve yine bir kısım ehl-i hakikatin daimî huzuru bulmak için‌لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُو‌ dedikleri gibi o Nurcu böyle demeye muhtaç olmuyor. Belki وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ parlak hakikatinin kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî fıkranın kısacık bir izahı şudur ki:

Evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususi âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahip olur. Öyle de herkesin hususi bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususi dünyasını لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُو‌ diye inkâr etmekle, terk-i mâsiva sırrıyla Cenab-ı Hakk’a karşı huzur-u daimî ve marifet-i İlahiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat de yine daimî marifet ve huzuru bulmak için‌لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُو‌ deyip kendi hususi dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker; huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.

Şimdi bu zamanda Kur’an’ın i’caz-ı manevîsiyle tezahür eden وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ sırrıyla yani zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zat-ı Vâhid-i Ehad’i sıfâtıyla bildiren âyetleri yani delâletleri ve işaretleri var.

İşte Hüve Nüktesi’yle bu mezkûr hakikat-i kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmalen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikati izahatıyla ispat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli zaman, daha ziyade bu hakikate muhtaçtır ki Kur’an-ı Hakîm’in i’cazıyla bu hakikat tafsilatıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikate bir nâşir olmuşlar.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

[1] Hâşiye: İşte mühim bir numunesi: Seydişehirli Hacı Abdullah’ın bütün mensupları hem Kastamonu’da hem Isparta’da hem Eskişehir’de Risale-i Nur dairesini kendi tarîkat daireleri telakki etmişler ki onlardan Nurlara rastlayanlar, takdirkârane sahib çıkıyorlar. Onlara bin bârekellah!