Garibdir ki müstesna olarak her tarafta yağmura ihtiyaç var iken, bu Emirdağı’na mahsus şiddetli bir yağmur ve emsali görülmemiş fındık kadar taneleri büyük ve ekinlere çok faydalı bir dolu geldi. Şimdi yanımda iki Nurcu kardeşler diyorlar ki:

“Hem mu’cizatlı Kur’an’ın gelmesi ve Afyon’dan bir nüsha Zülfikar’ın müsaderesi münasebetiyle ehemmiyetli bir hücum beklenirken takdir ile emniyet müdürü tarafından okunmuş ve üçü, İsmail namında üç ehemmiyetli memurun, aynı vakitte Nurlara tam şakird ve nâşir olmaları bu yağmura vesile oldu.”

Çünkü şimdiye kadar çok tecrübelerle Risale-i Nur’un serbest intişarıyla belaların ref’i ve ona ilişmek ve susturulmakla belaların gelmesi sabit olmuş. Hattâ mahkemede ispat edilmiş.

Anlaşılıyor ki bu bahar fırtınasında iki haricî, iki dâhilî dört cereyan, her biri bir maksada göre ve Nurcuların şevkine ve sa’ylerine ilişmek ve yüzlerini dünyaya ve siyasete çevirmek istemelerinden kuraklık başladı, inşâallah yakında ref’ olur.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bütün tarih-i beşeriyede kat’iyen misli görülmemiş ve kavm-i Lût’un başına yağan semavî taşlardan daha müthiş taşlar, dinsizlik hesabına milyonlarla ehl-i imanı ve masumları edyan-ı semaviye ve kavanin-i İlahiye haricine dehşetli vasıtalarla sevk eden bir memleketi semavî taşlarla tokatlamasının bir mukaddimesi olarak, resmî gazetelerin kat’î haber verdikleri bir hâdise-i semaviyeyi, âdetime muhalif olarak bir Nur şakirdi bana haber verdi.

Dedim: Yirmi beş sene gazetelerin havadislerini merak etmedim. Fakat bu taşlar, Risale-i Nur’un dinsizlere manevî tokatlarını temsil ettiği cihette ve beş altı sene evvel ondan haber verdiği için o şakirde dedim: “Git, yalnız o hâdiseyi tamamıyla oku, tahkik et.”

O tahkik etti, geldi. Diyor ki: Bu baharda Rusya’nın Viladivostok Ormanlarına, zemin yüzünde hiç emsali görülmeyen büyüklükte semadan taşlar düşmüş. Ve en büyüğü, yirmi beş metre uzunluğunda ve on metre boyundadır. Düştüğünde etrafındaki ağaçları devirmiş ve otuz kadar büyük çukurlar husule getirmiş. Tetkik edilen parçalarında; demir, çelik ve başka maddeler karışık olarak mizansız bulunmaktadır.

İşte resmî gazetelerin kat’î verdikleri bu haber, bin üç yüz altmış sene evvel Sure-i Fil’in mu’cizane تَرْمٖيهِمْ بِحِجَارَةٍ cümlesi ile bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihinde dünyayı dine tercih eden ve dinsizliği esas tutan, bir nevi medeniyet hesabına beşeri yoldan çıkaranların başlarına, Ebabil kuşları gibi semavî tayyarelerden bombalar başlarına inecek ve semavî taşlar yağdırmasına mukaddimesi olacak diye haber veriyor.

Ve فٖى تَضْلٖيلٍ aynen bin üç yüz altmış (1360) tarihini gösterip dalaletin cezası olarak kavm-i Lût’un başına gelen ahcar-ı semaviyeyi andıran semavî taşlar o tarihlerden sonra geleceğini haber verip tehdit ediyor.

Ve Risale-i Nur’un Sure-i Fil nüktesine ait beyanatı içinde hâşiyeli bu cümle var: “Evet bu tokatlardan pür-şer beşer, şirkten şükre girmezse ve Kur’an’a tarziye vermezse melaike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını, bu sure bir mana-yı işarî ile tehdit ediyor.”

İşte bu fıkra doğrudan doğruya bu taşlara işareti olmasına iki emare var:

Birincisi: Şimdiye kadar gelen semavî taşlar bir iki karış oldukları halde, böyle yirmi beş metre uzunluğunda ve on metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semavatın dinsizliğe karşı bir alâmet-i hiddetidir. Sure-i Fil mu’cizane ona bakması, onun tefsiri ona işaret etmesi hakikattir. O hâdisenin o ihbara liyakati var. Çünkü emsalsizdir.

İkinci emaresi: Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdit eden dehşetli bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir. Ve dinsizler bunu hissetmişler ki küçücük hâdiseleri ehemmiyetle neşrettikleri halde, bir iki aydır bu acib dehşetli hâdiseyi, ellerinden geldiği kadar şaşaalandırmamaya çalışmışlar.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim Tahirî, Sabri, Salahaddin, Mehmed, Mustafa!

Evvela: Bu gelen şuhur-u selâsenin hürmetine ve Nur şakirdlerinin sadakat ve ihlaslarının hürmetine, çok ehemmiyetli, hakkımda bir sebeb-i itab ve tokat bir hâdiseyi tamire çalışacağız ve gücenmeyiniz. Şöyle ki:

Bu gece hiç görmediğim bir itab, bir tazip suretinde manevî bir şiddetli ihtar ile denildi ki: “Dünyaya, zevke, keyfe tenezzül etmemekle Nurlardaki ihlas ve istiğnayı muhafazaya mükelleftin ve bu asırda يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا sırrıyla dünyayı dine tercih etmek ve bilerek elması şişeye tebdil etmek olan hastalığa, Nur vasıtasıyla çalışmaya vazifedardın. Yüz tecrübenizle de anladın ki insanların hediyeleri, ihsanları, yardımları, sana dokunuyor. Hattâ seni hasta ediyor; her gün eserini, tecrübesini görüyorsun. Senin en ziyade itimat ettiğin ve Risale-i Nur’un fedakâr kahramanlarının yüzlerini Risale-i Nur’un hizmetinden ziyade kendi istirahatine çevirmeye sebebiyet verdin ilh. diye daha manen çok söylenildi.” diye beni tam tekdir etti. Hattâ şimdi bir manevî tokattan dahi korkuyorum.

Bu hâdisenin çare-i yegânesi: Bu otomobili alan sizler ilan edeceksiniz ki “Bu kardeşimiz Said, bunu kabul edemedi, manevî, dehşetli bir zarar hissetti.”

İkincisi: Otomobil şimdi Konyalı Sabri’nin yanına gönderilmeli, oraya gitsin. O razı olmazsa Medresetü’z-Zehra erkânlarına gitsin. Sabri merak etmesin, her ay Nurlara onun hârika hizmeti, bir otomobil fiyatından ziyadedir. Onun için gücenmesin.

Sâniyen: Kat’iyen biliniz ki bu dehşetli itabı gördüğümün sebebi; istirahat için bir arzu nevinde ve bir temenni tarzında, bir otomobil ile gezmeye gittiğim vakitte, otomobilci dedi ki: “Küçücük otomobiller çıkmış, bin lira gibi bir fiyatla satılıyor.” Ben de temenni nevinden dedim ki: “Keşke öyle bir emanet küçük otomobil elimize geçseydi, sair yerlerdeki Nurcu kardeşlerimi ziyaret etseydim.” demiştim. Buna hakiki ve ciddi bir karar vermemiştim.

Bir arzu iken buradaki iki has kardeşimiz, bu arzuyu ciddi bir karar zannedip bin lira değil, dört bin liraya kadar fedakârane çalışmışlar. Buraya geldikleri vakit, yedi saat memnuniyetle telakki edip o arzuyu bir dua-yı makbule zannettiğim halde, birden bu gecede manevî itiraz ve itab gördüm. O arzumun hatasını anladım. Hiç görmediğim bu tarz manevî itabın üç sebebi var, başka vakit izah edilecek.

Bu otomobili alan beş kardeşimiz kat’iyen bilsinler ki değil beşinin bir otomobili sadaka ve ihsan ve hediye etmişler, belki onların hayırlı niyetleri cihetinde Risale-i Nur dairesi hizmetinde her biri tam bir otomobil fiyatı kadar bir hediye bilfiil yapmışlar gibi manen kabul edildiğine bana bir işaret ve kanaat var.

Madem kardeşlerim, sizin hâlisane bu hizmetiniz hakkınızda böyle makbuliyet var. Siz müteessir olmayınız. Beni de bu manevî itabdan kurtarınız. Hem benim düstur-u hayatıma hem Risalei’n-Nur’un sırr-ı ihlasına gelmek ihtimali bulunan zararı çabuk tamir ediniz. Hem o otomobil burada kalmasın, en büyük hisseyi veren zatın yanına gitsin. Üç ehemmiyetli sebebi izah ettiğim vakit, bu telaşımın hakikatini anlarsınız. Zaten hem şuhur-u selâse hem üç ay mühim mecmuaların çıkmasına kadar bütün dünya saltanatı verilse de bakmamaya mecburum. Şayet otomobile verdiğiniz para tam çıkmazsa o noksanını alâküllihal ben her şeyimi satıp tekmil etmeye karar verdim.

Umumunuza selâm. Hakkınızı bana helâl ediniz. Ben de sizi helâl ediyorum.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye devamdadır. Bu yeni taarruzları inşâallah akîm kalacak hem Nur’un fütuhatına yardım edecek. Şimdilik telaşsız, kanun dairesinde hakkımızdaki kanunsuz muameleyi def’etmek için bir kardeşimiz Ankara’ya gitsin. Eski partinin müfettişi Hilmi Uran ve Afyon vilayetinin müfettişi mebus Celal’i ve Diyanet Riyasetinde Ahmed Hamdi ve ehl-i vukuftaki Yusuf Ziya gibi zatları görsün, bize edilen kanunsuz ve keyfî muameleyi değiştirmeye çalışsın.

Hem müsadere edilen Zülfikar ve Asâ-yı Musa ve makine için mahkemeye ve zabıtaya deyiniz ki: Bunların nüshalarının teksiri, hariç içindir; harice gönderilecektir. Madem şimalde üç devlet Kur’an’ı kabul edip mekteplerinde ders vermeye başlamışlar. Ve madem Hindistan bu hükûmetten iki milyon liralık Kur’an-ı Kerîm istedi. Ve madem Zülfikar ve Asâ-yı Musa eczalarını iki sene üç mahkemeniz ve feylesof âlimleriniz onları tetkik ettikten sonra ittifakla beraetimize karar verip bu kitapları takdir ve tahsin etmişler. Ve madem bu iki kitap, Kur’an’ın iki keskin kılıncı ve iki parlak hüccetleridir ve en muannidleri de teslime mecbur ediyorlar. Ve madem bu iki eser, dehşetli ve tahripçi anarşistliği yetiştiren, şimalden gelen dinsizlik cereyanına karşı tam mukabele edebilir bir kuvvette olduklarına binler ehl-i tahkik ve ehl-i fen şehadet ediyorlar. Ve madem şimdiki hükûmet Kur’an mekteplerini açıyor ve mekteplere dinî dersler vermeye emretmiş.

Elbette bize karşı bu muamele, emsalsiz ve keyfî bir zulüm ve vatana ve millete ve asayişe ve hürriyet-i vicdana bir cinayettir. Biz istemiyoruz ki dünya siyaseti bize bulaşsın. Yoksa haberiniz olsun ki biz hakkımızı tam müdafaa edebiliriz. Bizi mecbur etmeyiniz!

Umumunuza binler selâm…

Benim için münasip bir vakitte ciltlettirdiğiniz Asâ-yı Musa’dan gönderirsiniz. Hüsrev’in vazifesini tam yaptıktan sonra gelen bu maddî zararın hiç ehemmiyeti yok. Zülfikarlar tam intişar etti. Asâ-yı Musa’da az zayiat olmakla beraber inşâallah manevî pek çok menfaati olacak. Yalnız Nurcular sebat ve tesanüdlerini muhafaza edip telaş etmesinler, şevkleri kırılmasın.

Kardeşiniz Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Madem Isparta Nur dershanesi hükmüne geçmiş ve şimdiye kadar her yerden ziyade oranın hükûmeti ve zabıtası müsamahakâr belki dost nazarıyla Nurculara bakmış, ziyade incitmemiş. Biz dahi Isparta’nın mübarekiyeti hesabına, onların bu hâdisede ilişmelerinden gücenmiyoruz ve bir cihette onları da tebrik ediyoruz ki Nur’un eczalarını vazifece tetkik etmeye ve okumaya ve istifade etmeye muvaffak oluyorlar.

Zaten onların hakkıdır. En evvel onlar okusunlar. İmanı kuvvetli bir zabıta veya adliye memurunun, on adam kadar millete ve vatana faydası olabilir. Onun için maddî zayiatımız, bu manevî faydaya nisbeten hiç ehemmiyeti yok.

Münasip gelse benim tarafımdan da emniyet müdürü ve müddeiumumîye selâm edip deyiniz ki: “Ben onlara beddua değil, bilakis dua ediyorum ki: Yâ Rabbi! Onlara iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver ve Nurlardan müstefid yap.”

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Gerçi şimdi ayrı ayrı kasabalarda kardeşlerimi görüp Nur hizmetinde bir cihette yardım etmek için beş kardeşimizin benim için minnetsiz olarak aldıkları otomobil, bir cihette kırk bin lira kadar faydası ve lüzumu varken, kabul etmediğimden zahirî bir zarar zannedildi. Fakat neticesinde Nur şakirdlerinin ellerinde kat’î bir hüccet oldu ki dünya için ilme ve dine zaruret var diye zarar veren muteriz hocaları ve siyasîleri; Risale-i Nur’un yüksek hakikati, dünyanın hiçbir menfaatine tenezzül edip âlet olmadığını kat’î bir surette bu hâdise ile bir hüccet olarak; onları ilzam etmesine kuvvetli bir senet olan hârika kerametinden daha kuvvetli bir bürhan hükmüne geçti. Hattâ çok evham eden ve Nur’dan kaçan ve Nur’un dünyanın hiçbir şeyine tenezzül etmediğine inanmayan bir kısmı, şimdi kemal-i teslimiyetle Nurların hakikatine ve her şeyin fevkinde olduğunu teslime mecbur oluyor. Demek o zararı da inayet-i Hak, hakkımızda ehemmiyetli bir rahmete çevirdi.

Hâşiye: Otomobil satıldıktan sonra yine onun fiyatından üç bin lira Emirdağı’na gönderilmişti ki Risale-i Nur’un hizmetinde sarf edilsin. Ben de telgraf havalesiyle sahiplerine gönderdim. Bugün işittim ki bu hâdiseyi dost memurlar muarızlara karşı demişler: Üç bin beş bin liraya tenezzül etmeyen bir adam, bu zamanda en ziyade itimat edilebilir bir adamdır ki hakikatten başka hiçbir şey onu alâkadar etmiyor.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bütün ruh u canımızla geçmiş rahmetli ve bereketli ve kerametli ve yağmurlu Mi’rac-ı Şerifinizi tebrik ve emsal-i kesîresiyle müşerref olmaklığınızı rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.

Ve bu sene aynen geçen sene gibi Mi’rac Gecesinden evvel gecede, hiç emsali görülmemiş bir tarzda yağmurun gelmesi ve Mi’rac Gecesi ve gündüzünde devam etmesi, kâinat ve anâsır bu mübarek geceyi alkışladığına bir alâmet olduğu gibi Zülfikar ve Asâ-yı Musa’nın fütuhatlarına –hususan resmî dairelerde– bir emaresi olduğuna kanaatimiz kat’îdir.

Ve bu mübarek gecenin yarısına kadar şiddetli ve çalışmaya bir derece mani bir rahatsızlık ve sancı birdenbire zâil olmaları bana kanaat verdi ki bu mübarek gecede kardeşlerim sıhhat ve âfiyetim için duaları, hakkımda makbuliyetinin eseri olduğuna ve o gecenin bir miktarında ziyade hastalık cihetiyle her bir saati on saat kadar sevaplı bulunmasını bir nevi manevî müjde aldım; Allah’a şükrettim. Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükür olsun dedim.

Sâniyen: Nur’un bir kumandanı kardeşimiz Re’fet Bey’in Ankara seyahatiyle Nurlara, az bir zamanda büyük bir hizmete muvaffak olduğuna şüphe yoktur. İnşâallah yakında eseri görünecek. Hususan Diyanet Riyasetinin müntesipleri umumen Zülfikar ve Asâ-yı Musa mecmualarını takdir ve tahsin ile karşılamaları ve tenkit değil belki himaye ve müdafaa edeceklerine söz vermeleri, çok ehemmiyetli bir hâdisedir ve Zülfikar ve Asâ-yı Musa’ya parlak bir ilannamedir.

***

Muhterem Üstadım, Efendim Hazretleri!

Kardeşimiz Müteahhid İsmail Efendi, Hilmi Bey’le hususi olarak her zaman görüşmekte olduğundan, bu hususta lâzım gelen izahatın verilmesini ona havale ederek biz doğruca Diyanet Riyasetine gittik. Orada evvela bizim Isparta’da iken tanıdığımız müderris Hasan Hüsnü Bey vardı. Kendisi Diyanet Riyaseti Heyet-i Müşavere azasındandır. Onunla hususi olarak bir müddet görüştüm ve izahat verdim. Bilâhare beraberce heyet-i müşavere odasına giderek Ankara ehl-i vukuf raporunda imzası bulunan müderris Yusuf Ziya’yı gördüm. Baktım, Zülfikar ve Asâ-yı Musa mecmualarıyla, hakkımızda yazılmış olan evraklar önünde duruyordu. Yanında yer gösterdi, mufassalan izahat verdim.

Dedim: “Sizin raporunuz ve Denizli mahkemesinin kararı ve Mahkeme-i Temyizin tasdiki varken, kitaplarımıza vuku bulan taarruz ve bizlere verilen bu sıkıntı neden ileri geliyor? Madem cumhuriyet idaresinde kanun her şeyin fevkindedir ve onun hükmü cari olur, biz kanun huzurunda beraet etmişiz, bundan böyle bize ilişmemek gerektir. Bunun men’i, sizin vereceğiniz isabetli bir kararla mümkündür. Yoksa biz hakkımızı arayabiliriz.” dedim.

Sonra ilâve etti: “Bu, oradaki adliye memurlarıyla zabıtanın sizin meseleye vukuf-u tammeleri olmadığından ileri geliyor. Şimdi evrak önümdedir. Sû-i tevehhüme uğramış mütalaalarına birer birer cevap vereceğim.” dedi ve eserleri takdir ettiğini söyledi. Ben de Üstadımızın selâmını söyledim, bi’l-mukabele selâm ve duanızı istediğini bildirdi.

Ondan sonra oradan ayrıldım, Diyanet Reisinin yanına girdim. Onunla da bir müddet görüştüm ve izahat verdim. Cevaben “Ben Hoca Hazretlerini Dârülhikmetten tanırım, hürmetim vardır. Kendisine selâm ve hürmetlerimi iblağ ediniz.” dedi. Ve bize “Lâzım gelen cevabı vereceğiz, inşâallah iyi olur.” dediler ve bilumum Diyanet müntesipleri, eserleri takdir ile karşıladılar. Bu gibi yolsuz işlerin ancak âsâr-ı diniye mütalaasında hüsn-ü niyet taşımayarak, kendi kafalarına göre mana vermelerinden ileri geldiğini anladım. Ertesi gün Mehmed Efendi kardeşimiz, Erzurum Mebusu Vehbi Paşayı görmüş. O zat dahi “Ben dâhiliye vekilini görüp bu hususta uzun uzadıya görüşeceğim. Üstad Hazretlerine hürmet ve selâmlarımı götürünüz.” demiş. Bunun üzerine parti erkânıyla görüşmeyi İsmail Efendi’ye havale ederek Ankara’dan ayrıldık.

Kusurlu, âciz talebeniz Re’fet

***

Bu şaşaalı (Hâşiye[1]) baharın çiçeklerini temaşa etmek için araba ile bir iki saat geziyorum. Hiç hayatımda görmediğim bir tarzda bütün çiçekli otlar, âdetin fevkinde bir tarzda büyümüş, çiçekler açmış, tebessümkârane tesbihat edip lisan-ı hal ile Sâni’-i Zülcelallerinin sanatını takdir edip alkışlıyorlar gibi hakkalyakîn hissettiğimden; hayat-ı dünyeviyeye müştak hissiyatım ve gafil ve tahammülsüz nefsim bu halden istifade ederek, dünyadan nefret ve hastalıklı ve sıkıntılı hayattan usanmak ve berzaha gitmeye ve oradaki yüzde doksan dostlarını görmeye iştiyak cihetinde karar veren kalbime ve fânide bâki zevk arayan nefsime itiraz geldi.

Birden hissiyata da damarlara da sirayet eden iman nuru o itiraza karşı gösterdi ki: Madem toprak bu kadar cemal ve rahmet ve hayat ve ziynetlere maddî cihetinde mazhar olmasından hadsiz bir rahmetin perdesidir ve içine giren hiçbir şey başı boş kalmıyor. Elbette bütün bu zahirî ve maddî ziynetlerin ve güzelliklerin ve hüsün ve cemal ve rahmet ve hayatın manevî merkezlerinin ve bir kısım tezgâhlarının faal bir nev’i, toprak perdesinin altında ve arkasındadır. Elbette bu himayetli annemiz olan toprak altına girmek ve kucağına sığınmak ve o hakiki ve daimî ve manevî çiçekleri seyretmek, daha ziyade sevilir ve iştiyaka lâyıktır diye o kör hissiyatın ve dünya-perest nefsin itirazını tamamıyla izale ve def’etti. ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ مِنْ كُلِّ وَجْهٍ‌ dünya-perest nefsime de dedirtti.

Said Nursî

***

Aziz, masum evlatlarım!

Kur’an’ı öğrenmek için ders almaya çalışıyorsunuz. Sizin bildiğiniz yeni harfte noksanlar olduğu için mümkün oldukça yeni harften okunmamak lâzım gelir.

Hem Kur’an’ı okumanın faydası, yalnız hâfız olmak ve dünyada onunla bir makam kazanmak, bir maaş almak değil belki her bir harfi, hiç olmazsa on hayrından tâ yüze, tâ binlere kadar cennet meyvelerini, âhiret faydalarını vermesini düşünüp ve ebedî hayatın rahatını ve saadetini temin etmek niyetiyle okumak lâzımdır.

Evet, mekteplerde dünya maişeti ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, faydası bir ise ebedî hayatta Kur’an ve Kur’an’ın kudsî kelimelerini ve nurlu ve imanî manalarını öğrenmek, binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir.

Hem peder ve validenize hakiki ve faydalı evlatlar olabilirsiniz. Siz madem masumsunuz, daha günahınız yok; böyle kudsî bir niyetle okusanız sizleri Risale-i Nur’un masum şakirdleri içinde kabul edip umum şakirdlerin dualarına hissedar olursunuz ve nurlu ve mübarek talebeler olursunuz.

Hem üstadınızı hem sizi hem peder ve validelerinizi hem memleketinizi tebrik ediyorum.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bütün ruh u canımızla, geçen Leyle-i Beratınızı tebrik ediyoruz.

Sâniyen: Nur’un ehemmiyetli bir kumandanı ve nâşiri Re’fet Bey’in Nur hizmeti için İstanbul’a gitmesi çok iyi, çok güzeldir. Zaten oraya, onun gibi bir Nurcu lâzımdır. Cenab-ı Hak muvaffak eylesin, âmin!

Sâlisen: Ben ikisini Camiü’l-Ezher ulemasına, ikisini Medine-i Münevvere’nin Ravza-i Mutahhara civarındaki âlimlerine, ikisini de Şam-ı Şerif heyet-i ulemasına göndermek üzere üç Asâ-yı Musa üç Zülfikar’ı hazırladım. Başlarında, evvelce Camiü’l-Ezher ulemasına hitaben size gönderdiğimiz bir mektup dercedilmiştir. Mümkün olduğu kadar çabuk göndereceğiz inşâallah.

Râbian: Ben, iki cihette manevî hizmetlerinize ve dualarınıza ve benim yerimde yapamadığım manevî kazançlarınızın imdadıma gelmesine şiddetle ihtiyacım var:

Birinci sebep: Bütün hayatımda şimdiki kuvvetsizlik ve gittikçe ziyadeleşen zafiyeti hissetmemiştim. Çok sıkıntılarla daimî evradlarımı bazı da noksan olarak yapabilirim. Halbuki bu eyyam ve leyali-i mübarekede yüz derece çalışmaya ihtiyacım var. Ve sizin şirket-i maneviyenize hissem itibarıyla yardım etmek ve dualarınıza bin derece ziyade âminlerle iştirake koşmak lâzım iken bu iktidarsızlığım o şirket-i maneviyeye pek cüz’î yardım edebilir. Bunun çaresi, vazife-i Nuriyede benim vazifem size verildiği gibi o şirketteki vazifeyi de sizlerin manevî yardımlarına dayanıp haddimden ve istidadımdan pek çok ziyade bu âciz kardeşinizdeki hüsn-ü zannınıza muvafık çalışmayı rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyorum.

İhtiyacın ikinci sebebi: Hem siz hem bizden olmayan bir kısım zatlar, Risale-i Nur’un hakikatinden ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinden tezahür eden fevkalâde halleri ve neticeleri bu bîçare kardeşinizden zannedildiğinden, o büyük neticelere karşı çok büyük bir iktidar, bir tahammül lâzımken pek cüz’î ve şahsî çalışmam, bu hastalık ve zafiyetle beraber, elbette beni şiddetle manevî yardımınıza muhtaç ediyor. Ben de bu manevî yardımlarınızı kendime koşturmak için اَجِرْنَا اِرْحَمْنَا gibi bütün mütekellim-i maalgayr tabir edilen kelimelerde sizleri niyet ediyorum. Güya umumunuzla beraberiz gibi çalışıyorum. Ve âmin dediğim vakitte, bütün dualarınıza bir âmin niyet ediyorum. İnşâallah Erhamü’r-Râhimîn rahmetiyle o çok noksan ve cüz’î çalışmamı, büyük çalışmanıza mükemmel bir âmin hükmünde kabul eder.

Hâmisen: Sâbık hâdiseden vaziyetiniz ne şekilde olduğunu çok merak ederdim. Cenab-ı Hakk’a şükür ki mektubunuzda Kahraman Tahirî’nin İstanbul’a makine ve kâğıt almak için gitmesi gösteriyor ki o hâdise sönüyor ve Nurların neşrine mani olmayacak belki başka yerlerde olduğu gibi orada da galibane fütuhatı var, inşâallah.

***

عَلٰى صَاحِبِهَا اَفْضَلُ الصَّلَاةِ وَ السَّلَامِ

Ravza-i Mutahhara civarındaki mübarek heyet-i ulemaya takdim edilen Asâ-yı Musa ve Zülfikar Risalesi’dir. Hem bir vesile-i şefaat hem kudsî yerde hayırlı dualarına mazhar olmak için müellifin bedeline o mübarek yerleri ve elleri ziyaret etmek için gönderilmiştir.

Bu fıkra yalnız Şam, Mısır ve Hint’e gidenlerde Ravza-i Mutahhara yerinde Camiü’l-Ezher ve Şam ve Hint cemaat-i İslâmiyesine yazılmış. Aynen hem dört Zülfikar hem dört Asâ-yı Musa başlarında yazdık, ikişer nüsha olarak hem Mısır Camiü’l-Ezher hem Şam ulemasına hem Hindistan’da iki milyon liraya mukabil Kur’anları isteyen heyete gönderdik.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Asâ-yı Musa ve Zülfikar-ı Mu’cizat-ı Ahmediye ve Kur’aniye mecmualarından, münasip gördüğünüz zaman Ravza-i Mutahhara’nın civarındaki ulemaya göndermekle beraber, onlara yazınız ki:

عَلٰى صَاحِبِهَا اَفْضَلُ الصَّلَاةِ وَ السَّلَامِ

Nur risalelerinin Medresetü’z-Zehrası, (Hâşiye[2]) Ravza-i Mutahhara’nın civarındaki ulemanın şefkatine çok muhtaç manevî bir mahdumudur, bir talebesidir, şiddetli düşmanların hücumuna maruz kalmış bir şakirdidir ve âlem-i İslâm’ı daima tenvir eden sizin o büyük medresenizin küçük bir dairesi ve şubesidir. Onun için o âlîkadr üstad ve müşfik peder ve hamiyetkâr mürşid-i a’zam olan zatlar bu bîçare evladına tam manevî yardım etmesini onların ulüvv-ü himmetinden bekliyoruz. O pek büyük üstadlarımıza takdim edilen iki kitap ise bir talebe dersini ne derece anlamış diye akşam üzeri üstadına ve babasına yazıp vermesi gibi o iki dersimiz, o şefkatli allâmelerin nazar-ı müsamahalarına arz edilmiş diye bir mektup yazınız ve selâm ve ihtiramlarımı ve ellerinden öptüğümü tebliğ ediniz.

“Bu risalelerin müellifi Said Nursî, yirmi iki senedir inzivadadır. Tecrid-i mutlak içinde bulunduğundan halklarla görüşemez. Ancak zaruret derecesinde başkalarıyla az bir zaman sohbet edebilir. Yanında hiçbir kitap bulunmaz. Bütün yazdıkları, yüz otuz parça risalelerin menbaları, me’hazleri yalnız Kur’an’dır.” diyor.

Biz de bütün kuvvetimizle tasdik ediyoruz. Kendisi hem hasta hem gurbette hem perişan bir halde bazen çok süratli yazdığı risalelerde sehivler bulunabilir diye sizin gibi allâmelerden nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ettiğini bize söyledi. Biz de ricasını tebliğ ederek ellerinizden öperiz.

Nur şakirdlerinden

Tahirî, Hayri, Mustafa, Sadık, Osman, Hüsrev, Tahir

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya Kur’an’ı mekteplerinde en büyük halâskâr bir kitap olarak kabul ettikleri gibi şimdi erkân-ı İslâmiyenin birincisi olan ramazan sıyamını tutmak niyetiyle Camiü’l-Ezhere “Şimalin pek uzun günlerinde bir çare-i tahfifi ve tehiri yok mu?” diye sormuşlar. Demek, Avrupa’nın yalnız o küçük hükûmetleri değil belki siyaset manası verilmemek için kendini izhar etmeyen eskide büyük ve dünyanın yüksek mevkiini tutmakla beraber, gayet dehşetli bir tarzda dünyanın fena ve fâniliğini dehşetli tokatla o yüksek mertebelerin hiçe indiğini görmekle hakiki teselli, yalnız ve ancak hakaik-i Kur’aniyede bulmasıyla, o küçüklerle manen beraber tahmin edilebilir.

Evet, dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra elbette hayat-ı ebediyeden başka beşeriyetin o inkisar-ı hayal yarasını tedavi edecek, Kur’an’dan başka yoktur.

***

Çok aziz ve sıddık, kahraman Sabri!

Cenab-ı Hak, Galib Bey gibi çok fedakârları İslâm ordusunda yetiştirsin. Bu zat garpta, aynı şarkta Hulusi Bey gibi imana hizmet ediyor. Tarîkat cihetiyle ehl-i imanı dalaletten çekmeye çalışıyor. Bu zat, eskiden beri Risale-i Nur’u görmeden Nur mesleğinde hareket etmeye çalışmış, sonra Nurlarla münasebeti kuvvetleştiği zaman, daha ziyade hizmet edebilir. Fakat Nur’un mesleği, hakikat ve sünnet-i seniye ve feraize dikkat ve büyük günahlardan çekinmek esastır; tarîkata ikinci, üçüncü derecede bakar. Galib kardeşimiz Alevîler içinde Kādirî, Şazelî, Rufaî tarîkatlarının bir hülâsasını sünnet-i seniye dairesinde Hulefa-yı Raşidîn, Aşere-i Mübeşşere’ye ilişmemek şartıyla muhabbet-i Âl-i Beyt dairesinde bir tarîkat dersi vermesini düşünüyor.

Hakikat namına ve imanı kurtarmak ve bid’alardan muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç dört faydası var:

Birincisi: Alevîleri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve müfrit Râfızîlik ve siyasî Bektaşîlikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faydası var.

İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyt’i meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse Râfızî de olsa; zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beyt’in adâvetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyet’e o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarîkat namına çekmek, büyük bir faydadır.

Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasî cereyanlar Alevîlerin fıtrî fedakârlıklarından istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirdlerinin üstadı İmam-ı Ali’dir (ra) ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır, elbette hakiki Alevîler kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri gerektir.

Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-ü sülûk-u kalbî ile tarîkat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkülat bulunduğundan, Nur dairesi hakikat mesleğinde gidip tarîkatların faydasını temin eder diye o kardeşimize ramazanını tebrik ve selâmımla beraber yazınız. O da bize dua etsin.

***

Safranbolu’daki hâlis kardeşlerimizden Hıfzı’nın küçük medrese-i Nuriyesi olan hanesindeki küçük ve çok çalışkan masumları on bir yaşında Yılmaz ve on üç yaşında Hüsnü’nün ve onlar gibi Nur’a çalışan muhterem validelerinin mübarek kalemleriyle yazdıkları tebriklerini, umum Safranbolu ve Eflani medrese-i Nuriyesi namına bu ramazanın bir firdevsî teberrükü hesabına kabul ettik. Yılmaz’ın rüyası aynen çıkmış.

Eflani’nin hakikaten küçük kahramanlarından Mustafa Sungur’un güzel ve samimi mektubunun bir kısmı Lâhika’ya geçecek. Elhak Mustafa Osman’ın, Mustafa Oruç ve Mustafa Sungur gibi iki namdaş ve Nur hizmetinde pek ciddi arkadaş bulması, sadakatinin ve muvaffakıyetinin bir kerameti hükmündedir. Hususan Safranbolu Hasan Feyzi’si olan Ahmed Fuad’ın vesair o mektuplarında isimleri bulunanlara birer birer selâm ve dua ediyoruz ve onların fevkalâde gayretlerini tebrik ediyoruz.

Umum kardeşlerimize binler selâm ediyoruz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Siracünnur’un sıhhatli, mükemmel, güzel çıkması Medresetü’z-Zehranın gayet ehemmiyetli bir yeni dersidir ki geniş daire-i Nuriyede merakla okunacaktır, inşâallah.

Sâniyen: Kastamonu’nun Hüsrev’i Mehmed Feyzi’nin hiç sarsılmadan kemal-i iştiyakla Nurlara çalışması ve çalıştırılması ve okutmasını gösteren Nihad’ın ve Abdurrahman İhsan’ın mektupları gösterdiği gibi oradan gelenler de aynı haberi veriyorlar. Tam şakirdliğini yapıyor, Allah muvaffak eylesin, âmin! Ve Nur’un kahramanlarından Mustafa Osman’ın Karabük’te perde altında faaliyetle Nur’a hizmetini ve o havalideki ve Eflani’deki şakirdlerin şevk ve gayretini Leyle-i Kadirleriyle beraber tebrik ediyoruz.

Hâşiye: Siracünnur’u tashih ederken bu ramazanda ehemmiyetli virdlerime tam vakit bulamadığımdan müteessir oldum. Birden ihtar edildi ki: Okuduğun bu mebhaslar, bir cihetle ibadet olduğu gibi hem ayn-ı marifetullah ve zikrullah ve huzur-u kalbî ve muhabbet-i imaniye olmasından, senin noksan bıraktığın virdlerinin yerini tam doldurur. Ben de Elhamdülillah dedim.

***

Eğer kolay ise İstanbul’a gönderilen kitaplar buraya da uğrasa münasip olur. Benim için de yirmi otuz nüsha İstanbul’da ciltlense bana gönderilse iyi olur. Şimdilik fiyatı elimde yoktur ki göndereyim hem çoklara da hediye vermeye mecbur oluyorum.

Nurların erkânlarından bir iki doktor, benim hastalığımın şiddetiyle beraber o hâlis, sadık zatlara hastalık noktasında müracaat etmeyip ve ilaçlarını da yemeyip çok ağır hastalıklar içinde onlarla meşveret etmeyerek ve şiddet-i ihtiyacım ve elemlerim içinde yanıma geldikleri vakit, hastalığa dair bahis açmadığımdan endişeli bir merak onlara geldiğinden, sırlı bir hakikati izhara mecbur oldum. Belki size de faydası var diye yazıyorum. Onlara dedim ki:

Hem gizli düşmanlarım hem nefsim, şeytanın telkiniyle zayıf bir damarımı arıyorlar ki beni onunla yakalayıp Nurlara tam ihlas ile hizmetime zarar gelsin. En zayıf damar ve dehşetli mani, hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verdikçe hiss-i nefs-i cisim galebe eder; zarurettir, mecburiyet var der, ruh ve kalbi susturur; doktoru müstebit bir hâkim gibi yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilaçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise fedakârane, ihlasla hizmete zarar verir.

Hem gizli düşmanlarım da bu zayıf damarımdan istifadeye çalışmışlar ve çalışıyorlar. Nasıl ki korku ve tama’ ve şan ve şeref cihetinde çalışıyorlar. Çünkü insanın en zayıf damarı olan korku cihetinde bir halt edemediler, idamlarına beş para vermediğimizi anladılar.

Sonra insanın bir zayıf damarı, derd-i maişet ve tama’ cihetinde çok soruşturdular. Nihayetinde, o zayıf damardan bir şey çıkaramadılar. Sonra onlarca tahakkuk etti ki: Onlar mukaddesatını feda ettikleri dünya malı, nazarımızda hiç ehemmiyeti yok ve çok vukuatlarla onlarca da tahakkuk etmiş. Hattâ bu on sene zarfında yüz defadan ziyade resmen “Ne ile yaşıyor?” diye mahallî hükûmetlerden sormuşlar.

Sonra en zayıf bir damar-ı insanî olan şan ve şeref ve rütbe noktasında bana çok elîm bir tarzda o zayıf damarımı tutmak için emredilmiş ihanetler, tahkirlerle, damara dokunduracak işkencelerle dahi hiçbir şeye muvaffak olamadılar. Ve kat’iyen anladılar ki onların perestiş ettiği dünya şan ve şerefini bir riyakârlık ve zararlı bir hodfüruşluk biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet verdikleri hubb-u câh ve şan ve şeref-i dünyeviyeye beş para ehemmiyet vermiyoruz, belki onları bu cihette divane biliyoruz.

Sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zayıf damar sayılan fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan manevî makam sahibi olmak ve velayet mertebelerinde terakki etmek ve o nimet-i İlahiyeyi kendinde bilmektir ki insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaat-perestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlasa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı maneviyeyi aramamak iktiza ediyor; harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki hakiki ihlasın sırrı bozulmasın.

İşte bunun içindir ki herkesin aradığı keşif ve keramatı ve kemalât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı zayıf damarlarımı tutmaya çalışanlar anladılar. Bu noktada dahi mağlup oldular.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve gelecek Leyle-i Kadri her bir Nurcu hakkında seksen üç sene ibadetle geçmiş bir ömür hükmüne geçmesini hakikat-i Leyle-i Kadri şefaatçi ederek rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bu aşr-i âhir-i ramazanda her gece, hususan tek gecelerde Leyle-i Kadrin bulunmak ihtimali kuvvetli olduğunu hadîs-i şerif ferman ediyor. Onun için Nurcular, o nur-u a’zamdan istifadeye çalışmak gerektir.

Sâniyen: Hüsrev ve Tahirî gibi vazifelerini tam yapan ve bin Hüsrev ve beş yüz Tahirî meydanda bırakan iki kardeşimiz ve onların sisteminde bir Nurcuyu sulh mahkemesine vermek… İnşâallah neticesinde büyük bir inayet ve fütuhat olacak, hiç merak etmeyiniz. عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrıyla bu hâdise, zulmedenlere maddî manevî cehennemi ve Nurculara dünyevî uhrevî cenneti kazandırmaya bir sebeptir, inşâallah.

Sâlisen: Bu mektup münasebetiyle dünkü gün yanıma gelen mühim bir resmî memura böyle söyledim ki: Eski Said’in sergüzeşte-i hayatından hârika üç vakıa, şimdi tahakkuk etmiş ki ileride çıkacak Risale-i Nur’un kerameti imiş. Şöyle ki:

31 Mart Hâdisesi’nde Hareket Ordusunun başkumandanı Mahmud Şevket Paşa bana karşı fazla hiddetli iken ve Divan-ı Harb-i Örfîde beni muhakeme ettikleri gün, on beş adam karşımda darağacında asılı bir vaziyette Divan-ı Harb-i Örfî Reisi Hurşid Paşa benden sordu: “Sen şeriatı istedin mi? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar.”

Ben de: “Şeriatın bir meselesine bin ruhum olsa feda ederim.” dediğim halde ve beni mahkûm etmeye pek çok esbab –muhbirlerin iftiralarıyla– varken, benim müstesna bir surette müttefikan beraetime karar vermeleri…

Hem eski harb-i umumînin nihayetinde İstanbul’da İngilizlerin başkumandanının eline benim İngiliz aleyhine şiddetli yazdığım Hutuvat-ı Sitte ve başpapazına tahkirkârane sözlerim eline geçtiği halde, beni mahvetmek yüzde yüz ihtimali varken, hiddetini geri alıp ilişmemesi…

Hem Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok mebuslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip bana karşı bağırarak: “Seni buraya çağırdık ki bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” Dehşetli bir pot kırdım. Hazır mebus dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikati hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususi riyaset odasında: “Hücumat-ı Sitte”nin “Birinci Desise” içinde bulunan “Mesela, Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemalden ilâ âhir…” cümlesinden başlayan tâ “İkinci Desise”ye kadar, bir saat tamamen ona söyledim. Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hattâ taltifime çok çalışması…

Kat’iyen bu üç cebbar fevkalâde kumandanların bu üç acib haletleri, âdeta Eski Said’den korkmaları, şüphesiz ki Risale-i Nur’un, ileride kahraman şakirdlerin şahs-ı manevîsinin hârika bir kuvveti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerametidir.

Râbian: Kardeşimiz Yakub Cemal’in Denizli şakirdleri namına ramazan ve Leyle-i Kadir tebriğine karşı bin bârekellah ve nefsine karşı mücadelesi veffekakellah ve İngiliz Devleti’nin payitahtında hatipleri kürsülerinde “Artık İngiltere’nin İslâmiyet’i kabul etmesi lâzımdır.” diyerek bağırdıklarını ve beşeriyetin bütün hakiki ihtiyacatını câmi’ olan Furkan-ı Hakîm’in âyetlerini birer birer okuyup tefsir ve beyan ettiklerini en son gazetede arkadaşların okuduklarını işitiyoruz diye o kardeşimizin bu havadisine bin elhamdülillah deriz. Evet, o devletin hem dünyası hem saltanatı hem saadeti onunla kurtulabilir.

Mübarekler pehlivanı ve Nur’un büyük Abdurrahman’ı büyük ruhlu Küçük Ali’nin Lemaat’taki muvaffakıyetine binler bârekellah ve masum mahdumu Nur Mehmed’in hâfızlığına bin mâşâallah veffekakellah deriz. Fakat Lem’alar mecmuasında Siracünnur’a ve Sikke-i Gaybiye ve Tılsımlar’a giren parçalar mükerrer olmamak için tensibinize havale ediyoruz.

Umumunuza binler selâm…

***

Hem benim şahsım hakkında desin ki: Kat’iyen bizce tahakkuk etti ki bu adam, altı yedi ay şiddetli hasta olduğu halde, kendi cismine nazar etmemek ve ehemmiyet vermemek için gayet sevdiği doktorlara kat’iyen ne müracaat etti ve ne de ilaçlarını aldı.

Hem dünyaya bakmamak ve hem de hizmet-i imaniyede ihlasına zarar gelmemek için on sene zarfında –mahkemece ispat edilmiş ki– Harb-i Umumî’ye bakmamış, merak etmemiş. Yine siyasete ve dünyaya bir meyil uyanmamak için yirmi beş sene bir gazeteyi dinlemedi ve okumamış, bütün kardeşlerine ve talebelerine de karışmayınız diye tavsiye etmiş.

Hem maişetçe yalnız ve ihtiyar olduğu halde, evham yüzünden kendisine yapılan sıkıntılara tahammül edip dünyaya bakmamış ve yirmi senedir istirahati için hükûmete müracaat etmemiş, zarurî bir hizmet olmadıkça kimseyi kabul etmiyor ve hiç kimsenin yardım ve ihsanını kabul etmiyor. Ve diyor ki:

Ben bu millet ve bu vatana en büyük, en elzem hizmet bildiğim imanlarına kuvvet vermek için Kur’an-ı Hakîm’in bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olarak bazı hakaik-i imaniyeyi dertlerime deva bulduğum gibi derhal kaleme aldım. İki sene üç mahkeme ve Ankara ehl-i vukufunun tetkikinden sonra, bu millet ve vatana hiçbir zararı olmadığına dair ittifaken beraet kararı verildiği için bu hizmet-i imaniye devam etmek gayesiyle arkadaşına izin vermiş ki bazıları teksir edilsin.

Hem biz bu adamdan işitiyoruz ki: Bu memleket ve millet ve hükûmet, bu eserlere şiddetle muhtaçtır. Hükûmetin erkânlarından bekliyordum ki bazıları bu eserlere sahip çıksın. Çünkü ben, ölmek üzereyim hem elim bağlı, sahip olamıyorum. İnşâallah Ahmed Hamdi gibi dindar, muktedir zatlar benim bedelime sahip çıkacaklarına ümitle müteselli oluyorum. Bu vatanın ve İslâmiyet câmiasına yapacağınız bu kudsî vazifenizin mahkeme-i kübrada şefaatçi olmasına dua eder hem de bilhassa o iki zata selâm ederim.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Leyle-i Kadirde kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikate pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer bu son Harb-i Umumî’nin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadı ile ve merhametsiz tahribatı ile ve bir düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlupların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli telaş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fanteziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve ebed-perest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla ve gaflet ve dalaletin, en sert, sağır olan tabiatın, Kur’an’ın elmas kılıncı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyasetin rûy-i zeminde pek çirkin, pek gaddarane hakiki sureti görünmesiyle elbette hiçbir şüphe yok ki:

Şimal’de, Garp’ta, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen nev-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviyesi, böyle çirkin ve geçici olmasından fıtraten beşerin hakiki sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak. Ve elbette hiç şüphe yok ki:

Bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve davasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarîhan ve işareten on binler defa dava edip, haber verip sarsılmaz kat’î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetlerle hayat-ı bâkiyeyi kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ın kabulüne çalışan meşhur hatipleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli dinî cemiyeti gibi rûy-i zeminin kıtaları ve hükûmetleri Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’an’ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.

Sâniyen: Madem Risale-i Nur, o mu’cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi hem ruhu hattâ hissiyatı tam tenvir edecek ve ilaçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’aniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me’haz ve mercii olmayan bir mu’cize-i maneviyesi bulunan Risale-i Nur, o vazifeyi yapıyor. Ve aleyhinde dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış. Ve dalaletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfakında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Musa’daki Meyve’nin Altıncı Meselesi ve Birinci ve İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş.

Elbette bizlere lâzım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususi dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlerinin izahı olduğu için hem ilim (Hâşiye[3]) hem marifet hem ibadettir.

Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşâallah Nur medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.

Ve hem hükûmet ve millet ve vatan hem hayat-ı dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faydası bulunan bu Kur’an lemaatlarına ve dellâlı bulunan Risale-i Nur’a değil ilişmek, tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki geçen dehşetli günahlara keffaret ve gelecek müthiş belalara ve anarşistliğe bir set olabilsin.

Sâlisen: Bu ramazan-ı şerifte, Kur’an’ı zevk ve şevk ile okumak çok ihtiyacım vardı. Halbuki elemli hastalık, maddî ve manevî sıkıntılar, yorgunlukla ve meşgalelerin tesiriyle telaş ettim. Birden Hüsrev’in şirin kalemiyle yazılan mu’cizatlı cüzler ve Hâfız Ali ve Tahirî’ye pek çok sevap kazandıran parlak ve kerametli Hizbü’l-Ekber-i Kur’aniye’yi birbiri arkasından okumaya başlarken öyle bir zevk ve şevk verdi ki bütün o yorgunlukları hiçe indirdi. Hiçbir vesveseye meydan vermeyerek pek parlak bir surette ders-i Kur’aniyeyi onlardan dinlerken bütün ruh u canımla arzu ettim ve kasd u azmettim ki mümkün olduğu derecede aynı Hizbü’l-Ekber-i Kur’aniye gibi fotoğrafla mu’cizatlı Kur’an’ımızı tabedeceğiz, inşâallah.

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Bu senenin emsalsiz bir rahmetli yağmuru ve ordunun başından şapkanın kısmen kalkması ve Kur’an mekteplerinin resmen açılması ve Zülfikar, Asâ-yı Musa’nın iman kurtarmak için tesirli bir surette intişar etmesi, bunun gibi çok rahmetli neticeleri vermesine delildir.

Umum kardeşlerimize binler selâm ve dua ediyoruz.

[2] Hâşiye: Medresetü’z-Zehranın maddî tesisine çok maniler bulunduğundan şimdilik Nur şakirdlerinin heyet-i mecmuasının dairesinden ibarettir.

[3] Hâşiye: Şayet biri biliyor, taallüm etmeye muhtaç değilse ibadete muhtaç veya marifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir.