(Kuleönü karyesinden elmas kalemli Mustafa’nın kıymettar arkadaşı Hâfız Mustafa’nın fıkrasıdır.)

Ey Feyyaz-ı Mutlak ve Vâhid-i Ehad olan Cenab-ı Allah’a giden tarîk-ı müstakim yolunu gösterip pek elemli ve pek hatarlı uhrevî hayatımın kurtulmasına sebep olan Üstadım Efendim!

Bundan dört mah mukaddem, Kur’an-ı Hakîm’in elmas, inci dükkânından pırlantaları ve vüs’atimiz kadar uhrevî harçlığı almak üzere ziyaretinize arkadaşım Mustafa ile varmıştık. “Ne için geldiniz?” diye şefkatli bir tekdire binaen müteessirane geriye döndük. O tekdirden gelen şefkatli ve ücretli bir fırtınaya tutulduk. O zaman Üstadımın iksir-i a’zam olan o mübarek kalbini rencide ettiğimizi anlayınca ikinci bir teessür bana geldi. Bu zamana kadar pek âciz, hiç-ender hiç olan zayıf ruhum o teessürler içinde feryat ederken şefkatli tokat risalesinde, bizim fırtınalı tokadımızı zikreden Üstadımızın hakkımızda ne derece şefkatli olduğunu anladık. O teessüratımız sürura kalboldu. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Bu mübarek rebiü’l-evvelin on ikinci gecesi –mübarek bir gecede– üstadımın pek yakınımızda olan Isparta’ya hicreti beni o kadar memnun ve mesrur etti ki o yaralar ve bereler ve teessürlerden hiçbir şey kalmadı. Elhamdülillah rebiü’l-evvel ayının on ikinci gecesi, dünya ve âhiret yaratılmasına sebep olan, dünya ve âhireti, zerreden şemse kadar bütün mükevvenatı ziyalandıran; kıyamete kadar bâki, güneş gibi nurlu, feyizli, gıdalı şeriatı ile âhiret kapısını açan o mübarek Zat-ı Fahr-i Âlem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin o mübarek gecede dünyaya teşrif buyurması, bütün mükevvenatı memnun edecek pek mübarek bir gecede üstadımın hicreti, yani rebiü’l-evvelin on ikinci gecesi Isparta’nın harîmine dâhil olması ve hicretinin tevafuk ve tesadüf gelmesi, beni yine o elmas çarşısında pırlantaları vüs’atimiz kadar almak üzere üstadımın ziyaretine yol açtı. İnşâallah bu hicretiniz büyük fütuhata sebep olacaktır.

Nitekim sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında, Feth-i Mekke haberinin Cibril-i Emin ile nüzulü, Peygamberimizi ve sahabe efendilerimizi memnun ettiği gibi; Üstadımın tevafuk eden hicreti, fütuhata sebep olması, beni ve bütün Müslümanları memnun ve mesrur eyleyecektir efendim.

İmamoğlu Hâfız Mustafa (rh)

***

(İmamoğlu Hâfız Mustafa’nın bir fıkrasıdır.)

(Bütün Söz ve Mektubat’ın birer mürşid-i kâmil vazifesini gördüklerine dair hatıra gelen bir mektuptur.)

Üstadım Efendim!

Bundan bir sene evvel –Sözler ve Mektubat’ı istinsah esnasında– bazı nükteler, kendi emraz-ı kalbiyeme muvafık bir ilaç geldiğinden “Evet, bu nükteyi altın yazı ile yazmalı.” diye söylerdim. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى Lem’alar telif edildi. Bütün Söz ve Mektubat’a feyizleriyle anahtarlık yaptı. Şöyle ki:

Kışın en şedit tehlikeli ve fırtınalı zamanında –yırtıcı hayvanların en azgın ve kuvvetli zamanlarında– geniş sahrada, çamurlu bir yolda giden bir yolcunun imdatsız, kimsesiz, o tehlikeler içinde, düşe kalka, yüzde doksan dokuz fırtınalar ve o yırtıcı canavarların elinde parçalanacağı ve telef olacağı hengâmda, kendini kurtarmak isteyen o yolcunun gözüne tesadüf eden, sahranın ortasındaki çelikten daha güzel, polattan daha kuvvetli yapılmış bir saraya rast gelmesi, o yolcuyu o kadar memnun ve mesrur eder ki hattâ o saraya daha çabuk yetişip yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmasından halâs olmak için koşarak, acelesinden ayaklarının bile yere temas etmesini istemeyen bu yolcu, kendisinin saraya girmesine vesile olanlara, değil bütün malını vermek, belki canını feda eder.

İşte asrımızda Sözler ve Mektuplar, o yolcunun saraya rast gelmesiyle bütün tehlikelerden kurtulduğu gibi ins ve cin canavarlarının tehlikelerinden kurtulmak için Sözler’in her biri o kaleden daha sağlam bir tahassungâh olduğuna yüz bin kanaatim vardır. Lillahi’l-hamd, o sarayın anahtar vazifesini Lem’alar’ın feyziyle bulabildim. O tehlikelerden bîçare zayıf ruhumu kurtarmak için içeriye girdim. Gördüm ki: Cennet sekiz tabaka olup hiç birbirine mani olmadığı ve benzemediği gibi, birine girdiğimde onun letafeti evvelki girdiğimin lezzetini tazelendirdiği gibi risaleler aynen öyledir.

İmamoğlu Hâfız Mustafa (rh)

***

(Risale-i Nur’un tesvid ve tebyizinde çok hizmeti sebkat eden Şamlı Hâfız Tevfik’in Risale-i Nur’un hakkaniyetine dair istihracî bir fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Malûm olsun ki: “Zübdetü’r-Resail Umdetü’l-Vesail” namında kutbü’l-ârifîn Ziyaeddin Mevlana Şeyh Hâlid kuddise sırruhunun mektubat ve resail-i şerifelerinden muktebes nasayih-i kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi on üç sene mukaddem, Bursa’da Hocam Hasan Efendi’den almıştım. Nasılsa mütalaasına muvaffak olamamıştım. Tâ bugünlerde kitaplarımın arasında bir şey ararken elime geçti. Dedim: “Bu Hazret-i Mevlana Hâlid, Üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbanî’den sonra tarîk-i Nakşî’nin en mühim kahramanıdır. Hem Tarîk-i Hâlidiye-i Nakşiye’nin pîridir.” Risaleyi mütalaa ederken Hazret-i Mevlana’nın tercüme-i halinden şu fıkrayı gördüm:

Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahric buyurdukları:

اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دٖينَهَا

yani “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” hadîs-i şeriflerine mazhar ve mâsadak ve muzhir-i tam olan Mevlana eş-şehîr kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarîkatü’l-aliyye ve’l-müceddidiyye Hâlid-i Zülcenaheyn kuddise sırruhu ilh.

Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki tevellüdü 1193 tarihindedir. Sonra gördüm ki 1224 tarihinde Saltanat-ı Hint’in payitahtı olan Cihanabad’a dâhil olmuş. Abdullah Dehlevî Hazretlerinden aldıkları füyuzat-ı maneviye ile Tarîk-ı Nakşî silsilesine girip müceddidliğe başlamış.

Sonra 1238’de, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celbettiğinden, vatanını terk ederek diyar-ı Şam’a hicretle gitmiştir. Hem içinde gördüm ki Hazret-i Mevlana’nın nesli, Hazret-i Osman Bin Affan radıyallahu anha mensuptur.

Sonra gördüm ki tercüme-i halinde istidad-ı fıtrî ve kabiliyet-i hârika ile sinni yirmiye bâliğ olmadan a’lem-i ulema-i asr ve allâme-i vakt olmuş. Süleymaniye kasabasında tedris-i ulûm ile iştigal eylemiştir.

Sonra Üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım, dört mühim noktada tevafuk ediyorlar:

Birincisi: Hazret-i Mevlana 1193’te dünyaya gelmiş. Üstadım ise 1293’te tam Mevlana Hâlid’in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş.

İkincisi: Hazret-i Mevlana’nın tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve mukaddimesi, Hindistan’ın payitahtına 1224’te girmiş. Üstadım ise aynen yüz sene sonra, 1324’te Osmanlı saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i maneviyesine başlamış.

Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlana’nın fevkalâde şöhretinden tevehhüm ederek diyar-ı Şam’a nakl-i mekân ettirilmesi, 1238’de vaki olmuştur. Üstadım ise aynen yüz sene sonra 1338’de Ankara’ya gidip onlarla uyuşamayıp; onları reddederek, küserek tekrar Van’a gidip bir dağda inziva ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş. Üstadımızdan korkarak Burdur ve Isparta vilayetlerinde dokuz sene ikamet ettirilmiş.

Dördüncüsü: Hazret-i Mevlana Hâlid, yaşı yirmiye bâliğ olmadan evvel allâme-i zaman hükmünde, fuhûl-ü ulemanın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstadım ise tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malûmdur ki on dört yaşında icazet alıp a’lem-i ulema-i zamanla muarazaya girişmiş, on dört yaşında iken icazet almaya yakın talebeleri tedris etmiştir.

Hem Hazret-i Mevlana Hâlid neslen Osmanlı olduğu ve sünnet-i seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi üstadım da Kur’an-ı Hakîm’e hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’in arkasından gidip Hazret-i Mevlana gibi Risale-i Nur eczalarıyla –bütün kuvvetiyle– sünnet-i seniyenin ihyasına çalıştı.

İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fâsıla ile Risale-i Nur’un takviye-i din hususundaki tesiratı; Hazret-i Mevlana Hâlid’in tarîk-ı Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor. (Hâşiye[1])

Üstadım kendine ait medh ü senayı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur Kur’an’a ait olup medh ü sena Kur’an’ın esrarına aittir. Yalnız Üstadımla Hazret-i Mevlana’nın birkaç farkı var:

Birisi: Hazret-i Mevlana, zülcenaheyndir. Yani hem Kādirî hem Nakşî tarîkat sahibi iken Nakşîlik tarîkatı onda daha galiptir. Üstadım bilakis Kādirî meşrebi ve Şazelî mesleği daha ziyade onda hükmediyor.

Ben Üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlana Hindistan’dan tarîk-ı Nakşî’yi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şah-ı Geylanî’nin ba’de’l-memat hayatta olduğu gibi taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlana’nın manen tasarrufu –bidayeten– cây-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî’nin ruhaniyetleri Bağdat’a gelip Şah-ı Geylanî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki “Mevlana Hâlid senin evladındır, kabul et!” Şah-ı Geylanî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlana Hâlid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlana Hâlid birden parlamış. Bu vakıa, ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüya ile görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.

İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci gösteriyor. Hazret-i Mevlana Hâlid’in şahsiyeti, kutbü’l-irşad, merciü’l-has ve’l-âmm olmuştur.

Üçüncü fark: Hazret-i Mevlana Hâlid, zülcenaheyndir. Fakat zamanın muktezasıyla ilm-i tarîkatı ve sünnet-i seniyeyi esas tutmak cihetiyle tarîkatı daha ziyade tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise şu dehşetli zamanın muktezasıyla ilm-i hakikati ve hakaik-i imaniye cihetini iltizam ederek, tarîkata üçüncü derecede bakmışlar.

Elhasıl: Baştaki hadîs-i şerifin “Her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor.” vaad-i İlahîsine binaen Hazret-i Mevlana Hâlid –ekser ehl-i hakikatin tasdikiyle– 1200 senesinin yani on ikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki –nass-ı hadîs ile– Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.

Benim üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyor.”

Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum.

Şamlı Hâfız Tevfik

***

(Re’fet Bey ve Hüsrev gibi Risale-i Nur şakirdlerinin Risale-i Nur bereketine işaret eden, buldukları latîf bir tevafuktur.)

Risale-i Nur’un Isparta’ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevafuk-u acibe:

Risale-i Nur’un mazhar olduğu inayatın külliyetinden mühim bir ferdi de şudur ki: Isparta vilayeti sekiz seneden beri Risale-i Nur’un müellifini sinesinde saklamıştı ve Barla gibi şirin bir nahiyesinde –Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremiyle– muhafaza etmişti. Bu müddet zarfında yavaş yavaş intişar eden Risale-i Nur’dan Isparta’da binler adam imanlarını takviye ettiler. Bilhassa gençler pek çok istifade ve istifaza ettiler.

Vaktâ ki Üstadımızın Barla gibi latîf ve şirin bir mahaldeki sıkıntılı ve pek acıklı ve en katı kalpleri ağlatan işkenceli esareti bitti. Risale-i Nur’un müellifi olan üstadımızın nazarı Cenab-ı Hakk’ın avniyle Isparta’ya müteveccih oldu. Evhama düşen bazı zalim ehl-i dünyanın teşebbüskârane harekât-ı zahiriyesi bir sebeb-i âdi olarak yeni bir zulme hedef oldu. Üstadımız Isparta’ya getirildi.

Fakat üstadımızın teşrif ettiği zaman, yaz mevsiminin en hararetli zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, Isparta’yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menbaı kesilmiş; ağaçlar sararmaya, otlar kurumaya, çiçekler buruşmaya başlamıştı.

Risale-i Nur’un en ziyade intişar ettiği mahal Isparta vilayeti olduğu için Risale-i Nur hakkındaki inayat-ı Rabbaniyeyi pek yakından müşahede eden Risale-i Nur şakirdleri olan bizler, mühim bir vakıaya daha şahit olduk.

Bu hâdise ise müellifinin Isparta’ya teşrifini müteakip bir asır içinde bir veya iki defa vukua gelen, bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretli yağması olmuştur. Pek hârika bir surette yağan bu yağmur Isparta’nın her tarafını tamamen iska etmiş, nebatata yeniden hayat bahşedilmiş; bağlar, bahçeler başka bir letafet kesbetmiş; ekserisi hemen hemen ziraatla iştigal eden halkın yüzleri –Risale-i Nur’un nâil olduğu inayatından ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek– gülmüş, ruhları inbisat etmişti. Cenab-ı Hak kemal-i merhametiyle, bu yaz mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letafetli, en şirin ve en hoş vaziyetine tebdil etti.

Güya Risale-i Nur yüz on dokuz parçasıyla, müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoşâmedî etmek ve mahzun olan kalbine teselli vermek ve gamnâk ruhunu tatyib etmek ve diğer taraftan da sekiz seneden beri yaşadığı Barla’yı unutturmak ve o muhteşem çınar ağacını ve dostlarını ve alâkadar olduğu şeylerden gelen firak hüznünü hatırlatmamak için Cenab-ı Hak’tan yüz on dokuz risalenin eliyle, yüz on dokuz bin kelimeleri diliyle dua etti, yağmur istedi. Cenab-ı Hak öyle bereketli bir yağmur ihsan etti ki bir misli doksan üç tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki bu tarih, Üstadımızın tarih-i veladetine tesadüf etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli yağmur, hususi bir surette Risale-i Nur’a baktığına bir delili de şudur ki:

Risale-i Nur’un neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Isparta’yı gayet hararetli ve yağmursuzluktan toz toprak içinde görmüş. Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım, diye telaş ediyordu. Üçüncü veya dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek gayet müteessirane su istiyor, yağmur talep ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Bey’den –değirmenleri çeviren suyu göstererek– “Isparta’nın suyu bu kadar mı?” diye sormuştu. Bekir Bey cevap verdi: “Gölcük’ün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta’nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur.” dedi.

Üstadımızın Isparta’da çok talebesi bulunduğundan ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki elli seneden beri Isparta böyle bir hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki o tevafuk tesadüfî değil; bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nur’a bakıyor. Lillahi’l-hamd. Bu kerem-i İlahî neticesi olarak Üstadımız diyor ki “Isparta bana Barla’yı unutturdu. Unutamayacağım bir şey varsa o da –her yerde olduğu gibi– Barla’da bulunan ciddi dost ve talebelerimdir.”

Talebesi Mustafa, Talebesi Lütfü, Hizmetkârı Rüşdü, Hizmetkârı Hüsrev, Daimî Hizmetkârı Bekir Bey, Daimî Hizmetkârı Re’fet

***

(Süleyman Efendi, Mustafa Çavuş ve Bekir Bey’in bir fıkrasıdır. Isparta’daki kardeşlerimizin fıkrasındaki davayı ispat eden kuvvetli iki delili gösteriyor.)

Re’fet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin hârika bir surette yağan umumî yağmur içinde Risale-i Nur bereketine hususiyetle baktığına, bizim de kanaatimiz geliyor. Çünkü gözümüzle yağmur hâdisesini, hususi bir şekilde hizmet-i Kur’an ve Risale-i Nur’a baktığını iki suretle gördük.

Birinci Suret: Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan Üstadımızın camii, Barla’da seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedit oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu.

Sonra dedi ki: “Kur’an’ın hizmetine set çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki yağmur gelmiyor. Öyle ise madem Kur’an’ın itabı var. Yâsin Suresini şefaatçi yapıp Kur’an’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.”

Üstadımız, Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen kırk bir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken ikindi namazı vaktinde, Üstadımız daima itimat ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”

Aynı gecede evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki Üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmed’in bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed Sultan’ın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul Şem’î ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler.

İşte bu hâdise kat’iyen delâlet ediyor ki o yağmur, hizmet-i Kur’an’la münasebettardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var ki Sure-i Yâsin anahtar ve şefaatçi oldu ve yağmur kâfi miktarda yağdı.

İkinci Suret: Kuraklık zamanında, yirmi otuz gün içinde yağmur Barla’ya yağmamışken, Yokuşbaşı Çeşmesi yapıldığı bir zamanda menbaına yakın Üstadımız ve biz (yani Süleyman, Mustafa Çavuş, Ahmed Çavuş, Abbas Mehmed ve sair kardeşlerimiz) beraber cemaatle namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, Üstadımız yağmur duası etti. Kur’an’ı şefaatçi yaptı. Birden o güneş altında, her birimizin ellerine yedi sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi.

Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası anında dua eden her ele, yedi sekiz damla düşmesi gösterdi ki bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu, bir işaret-i İlahiyedir. Cenab-ı Hak manen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra Sure-i Yâsin şefaat edecek. Nitekim öyle olmuştur.

Elhasıl: Isparta’daki kardeşlerimizin umumî rahmet içindeki Risale-i Nur’un bereketine dair dava ettikleri hususiyeti, bu iki kuvvetli delil ile tasdik ediyoruz.

Barla’da Şem’î, Mustafa Çavuş, Bekir Bey, Muhacir Hâfız Ahmed, Süleyman

***

Ehl-i iman –bilhassa şimdiki Risale-i Nur’un zâkir ve muvahhid şakirdleri– öyle bir cadde ve minhaca girmişler ki o cadde gayet müstakim, gayet nurlu, gayet sevimli. Bütün iki tarafı elmas, inci dükkânı. Bunların başında nass-ı Kur’an’dan gelen ve Kur’an-ı Kerîm’in ve Furkan-ı Hakîm’in âyât-ı beyyinatından intişar eden Risale-i Nur’un yüz yirmi parçasından beher parçası birer mürşid-i a’zam, birer mürşid-i ekmel, birer kale-i hasîn, birer elmas kılınç olarak sabittir.

Öyle ise ey Lütfü! Risale-i Nur’a sıkı yapış ki bir mürşid-i ekmel bulasın. Lisanına tevhidi ver ki şu muhkem kaleye giresin; Feyyaz-ı Mutlak’ın kelâmı olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’a hâdim ol ki o elmas kılıncı elinde tutasın.

İşte o kılınçla, hiç havfsız, başlarını sarhoşlukla o bataklığa sokan dinsizlerin kafalarına vurarak atla. Ondan sonra فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ gibi kat’î delilleri Peygamberimiz Sallallahu Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimizden müteselsilen, bütün Risale-i Nur’un müellifi Üstadımız Said Nursî’nin yetiştiği ve serbest gezdiği şeriat-ı garra-yı Muhammediye (asm) olan hatt-ı müstakimi bari bir parça da sen takip et ki başın felâh bulsun.

Şu geçen cuma günü ruhumda bir sıkıntı devam ederek, Üstadım için بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ sırrını istinsah ediyordum. Maalesef emraz-ı asabiyemin hadsiz istilası, o mühim risaleyi pek âni olarak akîm bıraktırdı. Tekrar yine başladım, bir parça yazdım; baktım ki yine satır geçmişim, evvelki yazdığım yere mürekkep dökülmüş. Kendimde o sıkıntı hâlâ duruyor. Tekrar olarak abdest üstüne abdest aldım, bütün seyyiatımı itiraf ederek ortaya döktüm. İstiğfar ettim. Mübarek dua olan salavat-ı şerifeye başladım. Sonra kalbime geldi ki Üstadımdan himmet isteyeyim. Üstadımın üstadına dediği gibi ben de derim ve dedim…

O hal, o vaziyet el-ân devam ediyordu. Hattâ intihar derecesine kadar gelmişti. Dedim: “Aman ya Rabbi! Bundaki hikmet nedir?” ve o risaleyi ertesi güne ta’lik ettim.

O akşam yani cumartesi gecesi, âlem-i menamda: Üstadım Atabey’in Zergendere Mescidi’nde imiş. Sabah namazına gidiyormuşum, tesadüfî bir karakol kumandanı bana dedi ki: “Nereye gidiyorsun?” Camiye, dedim. Beni takiben camiye o da girdi. Gördüm ki Üstadım bir karyola üzerindedir. Evvelki cemaatimizden hariç, içeride beş altı daha jandarma bulunuyor. Cemaat لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ … الخ devam ediyorlar. O beraber girdiğimiz kumandan ise cemaatimize karşı “Aman siz ne yapıyorsunuz?” diyerek kendisinin leîmliğini ispat edip mağruriyetinden içeriye tükürdü. O anda Üstadım o dinsizin yüzüne tükürüp “Git yanımızdan pis!” dedi, tard etti. Hemen o zaman elimi sağ taraftaki deliğe uzattığımda bir kasatura geldi. Hiç meslek ve meşrebimize uymayan, her cihetle muhalif hareket eden Hasan isminde bir adam o kasaturayı alıp ve ucuyla o dinsizi göstererek “Aman efendim, aman hocam siz yalnız emir buyurunuz, bu dinsizin imhasına sebep ben olacağım.” dedi ve aynı zamanda bir sağ omuzuna, bir de sol omuzuna vurdu ve gitti. Bütün bu dinsizler bunu görünce tevehhüme düşüp “Başımıza bela bulduk, bizden hocanın yanına kimse gitmez. Ancak Edhem Çavuş (Hâşiye[2]) var, onu gönderelim, bizim için yalvarsın, yakarsın; aman biz hepsinden vazgeçtik.” dediler.

O sabah bu garib rüyayı Zühdü Efendi ve Hâfız Ahmed ağabeylerime söyledim. Hattâ o gün Hâfız Ahmed, Üstadımı ziyaret için iki bardak su ile beraber Isparta’ya gitmek istedi. Fakir de gittiğine memnun oldu. Rüyayı tenbih ettim çünkü o gece gördüm. Nitekim söylemiş. Fakat çok acıklı haberden o kadar müteessir oldum ki o zaman anladım, ruhumdaki sıkıntı bu imiş. (Hâşiye[3])

Lütfü

***

 

MEKTUBAT’IN ÜÇÜNCÜ KISMI

(Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

“Mirkatü’s-Sünne ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a” ismine hakikaten elyak olan Otuz Birinci Mektup’un On Birinci Lem’a’sını kardeşlerimle ve dostlarımla defaatle okudum. Gayet azîm bir tebşirat-ı Peygamberî ile başlayan bu risalenin on bir nüktesinden her bir nüktesi, başka bir hüsün ve başka bir letafette yazılmakla beraber; ittiba-ı sünnetin maddî ve manevî fevaidi ta’dad edilirken, akla açılan kapılardan içeriye giriyor. Her kapının içerisinde bulunan kapılar ve pencerelerden bakarak, gördüğü hakikatler karşısında hayran oluyor. Gösterdiği deliller ile muterizlerin itirazlarına mükemmel ve muntazam cevaplar vermekle mukabele ediyor.

Ehl-i şevke “Benim gösterdiğim kapılardan girseniz müşkülatsız, ebedî bir saadete kavuşmuş olacaksınız.” diyerek ittiba-ı sünneti, her bir Müslüman’a, hayatında düstur ittihaz etmesini tavsiye ediyor. Talebelerine, anlayabilecekleri bir tarzda emr-i azîm olan dersini takrir ederken “Ben zahirde 15-16 sahifeden ibaret küçük bir risaleyim. Fakat hakikatte neşrettiğim nurla, çok büyük denizleri geçecek bir azamette ve çok büyük yıldızların nurlarını setredecek kudretteyim. Bahtiyar ol kimsedir ki beni hâfızasında nakşederek benimle âmil olur.” diyerek beliğ ve çok yüksek ve nihayet derecede latîf sözleriyle bizleri irşad ediyor.

Bu hakaiki gösteren bu risaleden, gücüm yetse de yüz tane, iki yüz tane yazabilsem. Heyhat! Elim kısa, sa’yim mahdud, aczim her bir emr-i hayrı arzuma kadar îfaya mani. Bu kadar arzuya rağmen yazabildiğim bir nüshasını takdim etmiş bulunuyorum. Hüsn-ü kabul buyurulursa benim için ne büyük bir saadettir.

Ahmed-i Bedevî Hazretlerinin kerametkârane harekâtıyla, semavat ve arzın tabakatından bahseden On İkinci Lem’a’yı üç dört defa okudum.

Sevgili Üstadım! Rızka muhtaç her bir zîhayatın rızkı, Rezzak-ı Hakiki tarafından taahhüd altına alındığı ve rızık ancak Mün’im-i Hakiki’nin yed-i kudretinde bulunduğu, o kadar güzel bir üslup ile tarif buyuruluyor ki ve talebelerine o kadar şirin ve âlî bir ders veriyor ki akıl eğriliğe, nefis itiraza, kalp inkâra sapacak hiçbir yol bulamıyor. Zaferi kazanan ordular gibi insanın bütün kuvasına “Ey kıymettar risaleler ve ey nurani feyyaz Sözler, meydan sizindir! Size teslim olmuşuz! Beşeriyete ve bütün mükevvenata hükümran olan Hâlık-ı Azîm’in hak sözleriyle bizlere tarîk-ı hidayeti ve istikameti gösteriyorsunuz!” dedirtiyor. Bilhassa arz ve semavatın yedişer tabaka olduğuna dair âyât-ı azîmenin küllî ve umumî ve şümullü maânîsinin tatlı ve lezzetli ve şirin hakaikini okurken, insanın hissiyatına kalemi tercüman olabilse de bu risalelere mukabele edebilse… Heyhat!

Her tarafını anlayabilmek imkânı olmamakla beraber –bu kısımda– arzın yedi iklimi ve birbirine muttasıl yedi tabakası ve bu tabakalardaki nurani mahlukatın mürur ve ubûruna hiçbir şeyin mani olmaması hâlâtı; ve elektrik ve ziya ve harareti nâkil ve kâinatı baştan başa istila eden madde-i esîriyeden başlayarak semavatın yedi tabakasının kabul edilmesine hiçbir mani olamayacağı fennen, aklen ve hikmeten muhtelif delail ile ispat edilmesi ve en sonunda semavatın yedi tabaka ve arzın yedi kat olduğu hakkında Kur’an-ı Hakîm’in ifadatının tasdik edilişi, akıl ve kalp şübehata atılacak yol bulamaması, risalelerin büyüklüklerine has bir keramet-i kübra olduğunu gösteriyor. Böyle azîm hakikat-i Kur’aniyeyi göremeyen feylesofların ve kozmoğrafyacıların kulakları çınlasın!

Evet sevgili, kıymettar Üstadım! Bu nurlu misilsiz eserler, insanın şübehatını izale ettiğine ve şüpheleri davet edecek karanlık bir nokta bırakmadığına kat’î bir kanaatle iman ettiğim gibi temas ettiğim kardeşlerimden ve mütalaasında bulunan zevattan, kanaatimin umumen tasdik edildiğini işittiğim anlar, her tarafımı meserret kapladığını hissediyorum.

Ey sevgili Üstadım, her hususta size yapılacak dua için kelimat bulamıyorum. Zat-ı Zülcemal bu kadar güzelliklere, hazine-i rahmetinden binler güzellikleri size ihsan etmekle mukabele buyursun, âmin!

Ahmed Hüsrev

***

(Sabri Efendi’nin bir fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstad!

Kelâmullahi’l-Azizi’l-Mennan olan Hazret-i Kur’an, şeair-i İslâmiyenin hâdimlerini cenah-ı himaye ve re’fetine alarak –bu defaki hâdise-i elîmede– bir seneden beri mülhidlerin çevirdikleri planlarını akîm bırakıp zahiren üç kardeşimizi beraet ve manen milyonlar mü’min muvahhidînin zümresine nişane-i beraetini bahş ve mülhidlere ebediyet ve ezeliyetini izhar ile kendini müdafaa ve hâdimlerini muhafaza ve himaye ettiğini ve edeceğini göstermekle, Kur’an hâdimlerinin kulûbü behçet ve sürura müstağrak olarak, ilerlemek istedikleri hâlisane emel ve gayelerinde adımlarını daha ziyade uzatmaya ve dairelerini daha ziyade tevsie başlamışlardır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Aziz Üstadım! Cenab-ı Kibriya’nın mahza bir lütuf ve nihayetsiz bir kerem ve ihsanı olarak Nurlar Külliyatı, bu abd-i pür-kusur gibi nice gafillere ihsan buyurularak, sürekli yağmurların arz üzerinde tathirat yaptığı gibi; Nurlar mahallesinde şu asr-ı dalalet ve devr-i bid’atte çirkâb-ı hayat-ı maddiye bataklığına batan bu âciz kula “Zararın neresinden dönsen kârdır.” ders-i ikazını vererek hamden sümme hamden zulmet vâdisinden çıkararak şâhika-i Nur’a yetiştirmişti.

Her nasılsa bir sene evvel “Ey Sabri! Belki hubb-u câha meyledersin, olur ki o cihette bir arzu uyandırır. Gel o bedbahtların bulanık havuzcuğuna bir daha dal, çık.” denildi. Elhamdülillah selâmet çıktım. Bundan halâsım nazar-ı fakiranemde pek ehemmiyetli bir kurtuluştur.

Talebeniz Sabri

***

(Osman Nuri’nin bir fıkrasıdır.)

Kitapların en büyüğüsün Kelâm-ı Kadîm,

Hak kanunların anasısın Kur’an-ı Azîm,

Kudsî tarihlerin nur babasısın Kelâm-ı Kadîm,

Sen dinimizin bekçisisin Kur’an-ı Azîm.

Dört İlahî kitabın anası, yalnız sensin,

İftihar eder seninle bütün din-i İslâm,

Sensiz yaşamak isteyen kalpler gebersin,

Sen hakikatin ilk ve son güneşisin.

Her varlığın üstünde, sönmeyecek güneşsin,

Bütün gizli ve aşikârın miftahı sensin,

Seni tanımayan ve tabi olmayan, her yerde

Sahibinin gazabına uğrasın, gebersin.

Hükmün muhakkak kıyamete kadar bâkidir,

Sana inanmayanlar âdi, zelil, kâfirdir,

Sen her varlığın üstünde doğan güneşsin,

Seni istemeyenler dünyada cehenneme göçsün.

Hâşâ! Seni beğenmeyen ve yanlış diyenlerin,

Dilleri kesilsin, yere batsın.

Sana hor bakmak isteyenleri, Allah kahretsin,

Sen hakikatin ilk ve son güneşisin.

Osman Nuri

***

(Hâfız Ali’nin bir fıkrasıdır.)

Aziz Üstadım!

Otuz Birinci Mektup’un On Üçüncü Lem’a’sı “Hikmetü’l-İstiaze” nam-ı âlîyi taşıyan bir parça-i nuru aldım. Elhamdülillah istinsaha muvaffak oldum. Cenab-ı Hak hazine-i bînihayesinden emsal-i sairesini ihsan buyursun, âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Üstadım Efendim! Bu azîm hakikati taşıyan risale, fakir talebenizde pek azîm tesirat yaparak, dimağım ve bütün duygu ve hâsselerim, o azîm hakaik üzerine serpilerek toplanmaz bir hale geldiler. Gündüzde güneşin ziyası karşısında kalan yıldız böceği gibi gerek güneşin tarifini ve gerekse kendi şavkıyla daire-i muhitinde bulunanları tarif edemediği gibi; fakir, aynı hal kesbettim.

Evvela: Bu risale, diğer tevhide dair büyük risalelerin bir büyük kardeşi olabilir. Zira nasıl ki öbür kütle-i Nur, Cenab-ı Hakk’ın âlem-i kebirde cilve-i cemal ve kemal ve esma-i hüsnasını pek zahir bir tarzda âmâ olanlara da gösterdiler. Aynen bu parça-i Nur, âlem-i asgar olan ve esma-i hüsnaya âyine olan ve hilkat-i dünyanın ruhu mesabesindeki beşerin, kemal ve sukutuna, ebediyet ve ademine sebep olan en büyük vesile ve desiseleri, pek yakînen keşfedip gösteriyorlar.

Sâniyen: Bu hakikatleri düşünürken kalbime şöyle geldi ki nasıl ki “Hüdhüd-ü Süleymanî, zeminin suyu meçhul olan yerlerinde hafriyatsız suyu bulmaya vesile idi.” diyorlar. Aynen bu risale, Hüdhüd-ü Süleymanî tarzında, âlem-i asgar olan insanın ezdadlardan müteşekkil cism-i vücudunda nur-u iman yatağı olan kalbi, biaynihî gösteriyor. Zemin yüzünde zararlı ve zararsız otları teşhis eden kimyagerin âb-ı hayat bulduğu gibi; binde bir hakikatini ancak görebildiğimi anladığım bu eser-i âlî, bütün ehl-i iman ve zîşuura, menba-ı hakikisi olan Kur’an-ı Hakîm gibi nurları ile âb-ı hayatı serpiyor.

Hâfız Ali (rh)

***

(Ahmed Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Üstadım Efendim!

Bir hafta evvel “Hikmetü’l-İstiaze” isimli risalenin bir kısmını ve birkaç gün evvel de diğer kısmıyla On Dördüncü Lem’a’nın Birinci Makamını aldım. “Hikmetü’l-İstiaze”nin Birinci Kısmını müteaddid defalar kardeşlerimle okudum.

Ey sevgili Üstadım! Bu kıymettar risale ile mücahid talebelerinize öyle güzel bir ilaç takdim ediyorsunuz ki bu ilaçlarla manevî yaralarımızı o kadar güzel ve çabuk tedavi ediyorsunuz ki o pek müthiş yaralarımız bir anda iltiyam buluyor, ızdıraplarımız o anda zâil oluyor, kalplerimiz serâpa sürur ile doluyor. Rabb-i Kerîm’imize karşı taşımakta olduğumuz muhabbetimiz tezayüd ediyor. Ve Hâlık-ı Rahîm’e karşı olan âdabımıza bile halel gelmeyeceğini okudukça, vazifedeki şevk ve gayretimizi artırıyor.

Evet, aziz Üstadım! Ekser zamanlar ins ve cin şeytanlarının hücumlarından ve terbiye edemediğim âsi nefsimden gelen birtakım havatır-ı şeytaniyeden kurtulmak için pek çok çabaladığım zamanlarım oluyordu. Kalp, bu gibi haletten kurtulmak için inziva ararken Nakşî kahramanlarının “Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk” diye olan esasatı dimağıma ilişiyordu. Fakat bu söze cevap veren aziz Üstadımın beyanatı arasında “İnsan bir kalpten ibaret olsa idi, bu söz doğru olabilirdi. Halbuki insanda, kalpten başka akıl, ruh, sır, nefis gibi mevcud olan letaif ve hâsseleri, kendilerine mahsus vezaife sevk ederek zengin bir dairede, kalbin kumandası altında îfa-yı ubudiyeti” tavsiye buyuruluyor. Güneş gibi böyle hakikatleri izhar eden böyle nurlu düsturlar talebelerinde esas olduğu için sâlifü’l-arz havatıra çare arıyordum.

Talebelerinin her an ihtiyaçlarını düşünüp çareler arayan, ilaçlar hazırlayan, ihzaratını zahmetsiz olarak talebelerine istimal ettiren, mukabilinde hiçbir şey istemeyerek minnet ve medhin Cenab-ı Hakk’a yapılmasını emreden sevgili Üstadım! Size evvelden beri “Lokman” nazarıyla bakmaktayım. Evet, hakikaten bir Lokman’sınız. Lokman Hekim gibi kalbî arzularımızı işiterek bu risaleler ile mualece uzatıyorsunuz. Bedî’ olan Cenab-ı Hakk’ın bedayi’i içinde, kemaliyle her cihette derece-i nihayeye vâsıl olan bedî’ kelâmından, bedî’ bir kulu ile ihsan ettiği bu bedayi’i medhedebilmek, intak-ı bi’l-hak olmadıkça elbette imkânsızdır. Beşer, bu vâdide ne kadar söz söylese yine azdır.

Sevgili Üstadım, herhangi bir risaleyi açıp okuyacak olsam, hissem kadar dersimi alıyorum. Halbuki evvelce bu risaleleri mütemadiyen yazdığım için okumaya pek az vakit bulabiliyordum ve el-ân da öyleyim. Evvelce okuduğum zamanlar istifadem az oluyordu. Şimdi ise Nurların hakikatlerini gördükçe minnet ve şükrüm tezayüd ediyor, kalbim nurlar ile doluyor, ruhum nurlarla istirahat ediyor, letaifim bu Nurlar ile hisseleri kadar feyizyâb oluyor. Ve yine Cenab-ı Hak’tan ümit ediyorum ki hissem ve istifadem, gün geçtikçe çoğalacaktır ve nasibim artacaktır.

Bu hâdisat gösteriyor ki bedî’ âsârın büyük bir hâsiyeti ve bir kerametidir ki talebelerini başka ellere vermiyor ve nurlandırmak için başka kapılara boyun büktürmüyor. Ağlayan kalplerimize teselliler veriyor. İmanlarımızı takviye ediyor. Lika-i İlahîyi iştiyakla istetiyor ve sonunda da “Yâ Rab! Sen Üstadımızdan hoşnut olacağı tarzda razı ol!” nidalarını, lisanen ve kalben söylettiriyor.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Talebeniz Ahmed Hüsrev

***

(Sabri’nin bir fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstad!

Eyyam-ı baharın her bir gününün, birer letafet ve taravet-i bîmisali ve acib tebeddülü; Fâtır-ı Akdes Hazretlerinin nihayetsiz kudret ve azametini irae eylediği gibi derya-yı Nur’un da bînazir ve hayret-bahş bir baharı; Minhaclar, Mirkatlar, İstiazeler ve emsali latîf, şirin, nurani ezhar ve esmar-ı bînihayeleri, ehl-i iman ve tevhide taze hayat bahşediyorlar. Bu Nurlar öyle manevî gıdalar ki herkesi, her an doyurmaya kâfi ve bu elmaslar öyle kıymettar birer ridâlardır ki herkesi her zaman ısıtmaya vâfidir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Aziz, büyük Üstadım! Bu risaleleri okudukça ruhum güller gibi açılıyor, hayat-ı fâniyeden gelen âlâm ve meşakkati kaldırıp atıyor. Yerine, kanaat gibi bir kenz-i mahfîyi iddihar ediyor. Ve diyorum: Ey ruh! Şimdiye kadar manevî talep ve arzularını temin eden Nur Fabrikasının elmas ve cevherlerinden her birerlerinin ayrı ayrı kıymet ve zarafetlerini görünce, bundan daha kıymettar bir eser olamaz deyip sen halen, ben kālen hükmediyorduk. Envar-ı Kur’aniye ve reşehat-ı Furkaniye ve lemaat-ı bekaiyenin işte nihayeti yokmuş. Elhamdülillah hakaik-i Kur’aniyeden yevmen fe-yevmen nasibedar oluyoruz ve olacağız inşâallah. Hemen Cenab-ı Kibriya şu enhar-ı kevseri, hayat-ı bâkiye harmanı olan mahşere kadar akıtsın, âmin!

Üstadım Efendim, bugün harekât-ı maziyem ile ahval-i hazıramı mukayese ciheti ihtar edildi. Alâ kadri’l-istitaa tetkik ettim. Neticede ahval-i hazıramı “hamden sümme hamden” sıklet cihetinde pek hafif ve kıymet hususunda pek ağır buldum. Harekât-ı sâbıkam ise bunun hilafınadır. Elhamdülillah Cenab-ı Feyyaz-ı Hakiki; âciz, fakir, muhtaç kullarından rahmet-i Rabbaniyesini esirgemedi.

“Armut piş ağzıma düş.” kabîlinden her nevi malzeme-i cerrahiye-i ruhiyeyi, hâzık bir operatörle beraber ihsan buyurdu. Eğer bizler, bu ameliyatı görmeseydik ve bu nurlu ve zevkli, şevkli ihrama girmeseydik, hubb-u câh yüzünden acaba hangi bid’attan geri duracaktık.

İşte lâyüad velâ yuhsa Nurların bîpâyan füyuzatı, zümre-i muvahhidîni medyun-u şükran bırakmıştır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ‌

Hemen Cenab-ı Hak cümle ümmet-i Muhammed’i envar-ı Kur’aniyeden müstefid ve hakiki muvahhidîn sınıfına ilhak ve şimdiye kadar gafletle geçirdiğimiz zamanlardan defter-i a’malimize yazılan seyyiatımızı, rahmetiyle af buyursun, âmin!

Hulusi-i Sânî Sabri

***

(Zekâi’nin bir fıkrasıdır.)

Üstadım!

Bir meydan-ı mücadele ve imtihan olan şu dünyanın her köşesinde beşere ders-i ibret olacak bir hâdise, bir numune eksik değil. Her yerde muhtelifü’l-mizaç insanlarda ayrı ayrı temayülat-ı kalbiye bulunuyor. Hâdisat-ı dünyeviye içinde en elîm olan şeyin, meslek-i uhreviye ve diniye perdesi altında vahşet ve hayvaniyet ruhlarıyla karşılaşmak olduğunu tecrübelerim ve müşahedelerim bana öğretiyor.

Evet, ehl-i iman için mûcib-i teessür şeyler, kendisini ıslah-ı hale ircâ etmek üzere, ubudiyetle Hâlık’ına yalvarırken, bir mülhidin uysal bir mahluk gibi sokularak birkaç zaman hileli etvar gösterdikten sonra, ruhunun çirkinliği ile karşısındakine hücum ederek kendine onu benzetmek istemelerini ve hattâ karşısındaki mü’min hakkında, sû-i zan ve sû-i tefehhüme düştüğünü görmektir.

Âh Üstadım, ne vardı, insanlar ya göründüğü gibi olsa yahut olduğu gibi görünselerdi. Ehl-i irşad, ahkâm-ı Kur’aniyeyi tebliğ hususunda müşkülat çekmeyecek ve inkâr edilmeyecekti. Benim gibi henüz kendini ıslah edemeyenler de bazı budalaların ruhlarında safiyet ve hüsn-ü insaniyet aramaya çalışmayacaktı.

Aziz Üstadım, inşâallah Cenab-ı Hak, hak ve hakikatin güneş gibi yükseldiğini size ve bize göstersin. Bir zindan hayatına benzeyen, birçok manevî mahrumiyetler içerisinde geçen şu günleri, sürurlu ve serbest günlere tebdil eylesin, âmin!

Talebeniz Zekâi

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Üstad-ı Ekremim!

Hikmetü’l-İstiaze’nin İkinci Kısmı öyle kıymettar bir hazine-i cevahir ve maraz-ı vesvesenin iksir bir ilacıdır ki âlem-i fâniden âlem-i bekaya göçünceye kadar, nefis ve şeytanın hücumuna maruz bulunan insan, kalbinin üzerine asıp beraberinde taşımalı. O iki düşman her zaman köpük gibi zahirde bir şeye benzeyip hakikatte ele avuca girmeyen havaî itirazat-ı muannidane yaparlar. Onlara karşı en rasîn tahassungâh ve en güzel esliha ve bu uğurda sarf edilecek hâlis sikkeler bunlardır.

Zira vücudumda tecrübe yaptım. Sualleri okuduğum vakit nefsim, sual cihetine mâil bulunuyor ve ehemmiyet veriyor. Fakat elhamdülillah akabinde, tevali eden Kur’anî elmas müdafaalar, o kabîl emraz-ı nefsaniyeyi çabuk çürütüyor ve kökünden kurutuyor. Şu nurani ve Kur’anî hikmetleri, bihakkın takdir hususunda, zîruh ve zîşuurun mükemmeli bulunan nev-i beşerin, bidayet-i vahiyden tâ haşre kadar, i’caz ve îcazında izhar-ı acz edegeldikleri, davamızın bâriz ve zahir bir delilidir.

Hülâsa: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ahkâm-ı bînazirinden olan şu Risale-i İstiaze-yi Furkaniyeyi mütalaamda, derya-yı hakaikte sermest-i hayran kalarak kemal-i aşkla dedim: Yâ Rab, şu Kitab-ı Mübin’in infaz-ı ahkâmını teshil ve teysir ve dellâl-ı Kur’an’ı da âmâl ve makasıdında muvaffak ve cemi’ ihvanımla beraber bu kemter kulunu da hulûl-i ecelime değin, Kitab-ı Mübin’e hâdim buyur, duasıyla arîza-i âciziyeye hâtime veririm.

Sabri

***

[1] Hâşiye: Madem Hazret-i Mevlana Hâlid, milyonlar etbalarının ittifaklarıyla müceddiddir ve baştaki hadîs-i şerifin bir mâsadakıdır. Ve madem tam yüz sene sonra, dört mühim cihet-i tevafukla beraber Risale-i Nur aynı vazifeyi görüyor. Demek, nass-ı hadîs ile Risale-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.

[2] Hâşiye: Cây-ı hayrettir ki o gecede Keçiborlu’da bulunan Edhem Çavuş herkesten evvel o hâdiseden müteessir olarak imdada gelmişti.

[3] Hâşiye: Garib ve latîf bir tevafuktur ki Isparta’da cumartesi gecesinde başıma gelen gayet sıkıntılı bir hâdiseyi sekiz sene kemal-i sadakatle, hiç gücendirmeden bana hizmet eden Sıddık Süleyman aynı zamanda, benim gibi aynı sıkıntı çektiğinden ve sebebini de bilmediğinden Isparta’ya pazardan evvel geldi. Sıkıntısının manevî sebebini de anladı. Süleyman’ın ne kadar selim bir kalbi bulunduğu malûmdur. Hem aynı gecede, has talebelerin içinde letafet-i kalbiyle mümtaz Küçük Lütfü, bu fıkrada mezkûr rüyayı ve sıkıntıyı görüp aynı sıkıntıma iştirak ve az bir tabir ile aynı vaziyetimi müşahede ediyor.

Elhasıl: Süleyman’ın selim kalbi, Lütfü’nün latîf ruhu imdadıma koşmak istemişler. Demek ki Risale-i Nur’un şakirdlerinin ruhları birbiriyle alâkadardır. Cesetleri müteaddiddir, ruhları müttehid hükmündedir. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Süleyman Rüşdü namındaki kardeşimiz, bu hâdise gecesinden evvel –sabahleyin– bana ve Bekir Bey’e dedi ki: “Ben bu gece bir rüya gördüm. Bu rüyada siz Üstadımı valinin makamında vali olarak gördüm. Etrafınızda hükûmet adamları bulunuyordu. Elinizde bulunan küçük bir kâğıda not yapmışsınız, nutuk söyleyecekmişsiniz. Sonra bir daha gördüm ki: Üstadım siz, Bekir Bey ve Hüsrev bir faytona binmişsiniz, hükûmetten eve geliyordunuz.” dedi. O sabahın akşamı, hükûmet dairesinde aynı hal vuku bulmuş, faytonda aynı adamlar bulunup selâmetle eve dönülmüştür. İsticvab makamında söylenen sözler tam yerinde olduğu için nutuk suretinde ona görünmüş. Hem Hâfız Ali –aynı gecede– bana olan hücumu ve sû-i kasdı kendine karşı görmüş. Sabahleyin başındaki kasketinin siperliğini dikmiş tâ hücumdan kurtulsun.

Elhasıl: Risale-i Nur’un şakirdlerinin şahs-ı manevîsi kerametkârane bir hassasiyet gösteriyor ki Hâfız Ali ulvi sadakatiyle, birinci Süleyman selim kalbiyle, ikinci Süleyman Rüşdü müstakim aklıyla, Küçük Lütfü latîf nuruyla üstadlarının imdadına manen koşmuşlar, sıkıntısına iştirak ile tahfifine çalışmışlar.

Said