Barla Lâhikası s.160-180

(Kuleönü karyesinden elmas kalemli Mustafa’nın kıymettar arkadaşı Hâfız Mustafa’nın fıkrasıdır.)

Ey Feyyaz-ı Mutlak ve Vâhid-i Ehad olan Cenab-ı Allah’a giden tarîk-ı müstakim yolunu gösterip pek elemli ve pek hatarlı uhrevî hayatımın kurtulmasına sebep olan Üstadım Efendim!

Bundan dört mah mukaddem, Kur’an-ı Hakîm’in elmas, inci dükkânından pırlantaları ve vüs’atimiz kadar uhrevî harçlığı almak üzere ziyaretinize arkadaşım Mustafa ile varmıştık. “Ne için geldiniz?” diye şefkatli bir tekdire binaen müteessirane geriye döndük. O tekdirden gelen şefkatli ve ücretli bir fırtınaya tutulduk. O zaman Üstadımın iksir-i a’zam olan o mübarek kalbini rencide ettiğimizi anlayınca ikinci bir teessür bana geldi. Bu zamana kadar pek âciz, hiç-ender hiç olan zayıf ruhum o teessürler içinde feryat ederken şefkatli tokat risalesinde, bizim fırtınalı tokadımızı zikreden Üstadımızın hakkımızda ne derece şefkatli olduğunu anladık. O teessüratımız sürura kalboldu. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Bu mübarek rebiü’l-evvelin on ikinci gecesi –mübarek bir gecede– üstadımın pek yakınımızda olan Isparta’ya hicreti beni o kadar memnun ve mesrur etti ki o yaralar ve bereler ve teessürlerden hiçbir şey kalmadı. Elhamdülillah rebiü’l-evvel ayının on ikinci gecesi, dünya ve âhiret yaratılmasına sebep olan, dünya ve âhireti, zerreden şemse kadar bütün mükevvenatı ziyalandıran; kıyamete kadar bâki, güneş gibi nurlu, feyizli, gıdalı şeriatı ile âhiret kapısını açan o mübarek Zat-ı Fahr-i Âlem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin o mübarek gecede dünyaya teşrif buyurması, bütün mükevvenatı memnun edecek pek mübarek bir gecede üstadımın hicreti, yani rebiü’l-evvelin on ikinci gecesi Isparta’nın harîmine dâhil olması ve hicretinin tevafuk ve tesadüf gelmesi, beni yine o elmas çarşısında pırlantaları vüs’atimiz kadar almak üzere üstadımın ziyaretine yol açtı. İnşâallah bu hicretiniz büyük fütuhata sebep olacaktır.

Nitekim sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında, Feth-i Mekke haberinin Cibril-i Emin ile nüzulü, Peygamberimizi ve sahabe efendilerimizi memnun ettiği gibi; Üstadımın tevafuk eden hicreti, fütuhata sebep olması, beni ve bütün Müslümanları memnun ve mesrur eyleyecektir efendim.

İmamoğlu Hâfız Mustafa (rh)

***

(İmamoğlu Hâfız Mustafa’nın bir fıkrasıdır.)

(Bütün Söz ve Mektubat’ın birer mürşid-i kâmil vazifesini gördüklerine dair hatıra gelen bir mektuptur.)

Üstadım Efendim!

Bundan bir sene evvel –Sözler ve Mektubat’ı istinsah esnasında– bazı nükteler, kendi emraz-ı kalbiyeme muvafık bir ilaç geldiğinden “Evet, bu nükteyi altın yazı ile yazmalı.” diye söylerdim. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى Lem’alar telif edildi. Bütün Söz ve Mektubat’a feyizleriyle anahtarlık yaptı. Şöyle ki:

Kışın en şedit tehlikeli ve fırtınalı zamanında –yırtıcı hayvanların en azgın ve kuvvetli zamanlarında– geniş sahrada, çamurlu bir yolda giden bir yolcunun imdatsız, kimsesiz, o tehlikeler içinde, düşe kalka, yüzde doksan dokuz fırtınalar ve o yırtıcı canavarların elinde parçalanacağı ve telef olacağı hengâmda, kendini kurtarmak isteyen o yolcunun gözüne tesadüf eden, sahranın ortasındaki çelikten daha güzel, polattan daha kuvvetli yapılmış bir saraya rast gelmesi, o yolcuyu o kadar memnun ve mesrur eder ki hattâ o saraya daha çabuk yetişip yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmasından halâs olmak için koşarak, acelesinden ayaklarının bile yere temas etmesini istemeyen bu yolcu, kendisinin saraya girmesine vesile olanlara, değil bütün malını vermek, belki canını feda eder.

İşte asrımızda Sözler ve Mektuplar, o yolcunun saraya rast gelmesiyle bütün tehlikelerden kurtulduğu gibi ins ve cin canavarlarının tehlikelerinden kurtulmak için Sözler’in her biri o kaleden daha sağlam bir tahassungâh olduğuna yüz bin kanaatim vardır. Lillahi’l-hamd, o sarayın anahtar vazifesini Lem’alar’ın feyziyle bulabildim. O tehlikelerden bîçare zayıf ruhumu kurtarmak için içeriye girdim. Gördüm ki: Cennet sekiz tabaka olup hiç birbirine mani olmadığı ve benzemediği gibi, birine girdiğimde onun letafeti evvelki girdiğimin lezzetini tazelendirdiği gibi risaleler aynen öyledir.

İmamoğlu Hâfız Mustafa (rh)

***

(Risale-i Nur’un tesvid ve tebyizinde çok hizmeti sebkat eden Şamlı Hâfız Tevfik’in Risale-i Nur’un hakkaniyetine dair istihracî bir fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Malûm olsun ki: “Zübdetü’r-Resail Umdetü’l-Vesail” namında kutbü’l-ârifîn Ziyaeddin Mevlana Şeyh Hâlid kuddise sırruhunun mektubat ve resail-i şerifelerinden muktebes nasayih-i kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi on üç sene mukaddem, Bursa’da Hocam Hasan Efendi’den almıştım. Nasılsa mütalaasına muvaffak olamamıştım. Tâ bugünlerde kitaplarımın arasında bir şey ararken elime geçti. Dedim: “Bu Hazret-i Mevlana Hâlid, Üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbanî’den sonra tarîk-i Nakşî’nin en mühim kahramanıdır. Hem Tarîk-i Hâlidiye-i Nakşiye’nin pîridir.” Risaleyi mütalaa ederken Hazret-i Mevlana’nın tercüme-i halinden şu fıkrayı gördüm:

Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahric buyurdukları:

اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دٖينَهَا

yani “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” hadîs-i şeriflerine mazhar ve mâsadak ve muzhir-i tam olan Mevlana eş-şehîr kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarîkatü’l-aliyye ve’l-müceddidiyye Hâlid-i Zülcenaheyn kuddise sırruhu ilh.

Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki tevellüdü 1193 tarihindedir. Sonra gördüm ki 1224 tarihinde Saltanat-ı Hint’in payitahtı olan Cihanabad’a dâhil olmuş. Abdullah Dehlevî Hazretlerinden aldıkları füyuzat-ı maneviye ile Tarîk-ı Nakşî silsilesine girip müceddidliğe başlamış.

Sonra 1238’de, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celbettiğinden, vatanını terk ederek diyar-ı Şam’a hicretle gitmiştir. Hem içinde gördüm ki Hazret-i Mevlana’nın nesli, Hazret-i Osman Bin Affan radıyallahu anha mensuptur.

Sonra gördüm ki tercüme-i halinde istidad-ı fıtrî ve kabiliyet-i hârika ile sinni yirmiye bâliğ olmadan a’lem-i ulema-i asr ve allâme-i vakt olmuş. Süleymaniye kasabasında tedris-i ulûm ile iştigal eylemiştir.

Sonra Üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım, dört mühim noktada tevafuk ediyorlar:

Birincisi: Hazret-i Mevlana 1193’te dünyaya gelmiş. Üstadım ise 1293’te tam Mevlana Hâlid’in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş.

İkincisi: Hazret-i Mevlana’nın tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve mukaddimesi, Hindistan’ın payitahtına 1224’te girmiş. Üstadım ise aynen yüz sene sonra, 1324’te Osmanlı saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i maneviyesine başlamış.

Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlana’nın fevkalâde şöhretinden tevehhüm ederek diyar-ı Şam’a nakl-i mekân ettirilmesi, 1238’de vaki olmuştur. Üstadım ise aynen yüz sene sonra 1338’de Ankara’ya gidip onlarla uyuşamayıp; onları reddederek, küserek tekrar Van’a gidip bir dağda inziva ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş. Üstadımızdan korkarak Burdur ve Isparta vilayetlerinde dokuz sene ikamet ettirilmiş.

Dördüncüsü: Hazret-i Mevlana Hâlid, yaşı yirmiye bâliğ olmadan evvel allâme-i zaman hükmünde, fuhûl-ü ulemanın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstadım ise tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malûmdur ki on dört yaşında icazet alıp a’lem-i ulema-i zamanla muarazaya girişmiş, on dört yaşında iken icazet almaya yakın talebeleri tedris etmiştir.

Hem Hazret-i Mevlana Hâlid neslen Osmanlı olduğu ve sünnet-i seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi üstadım da Kur’an-ı Hakîm’e hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’in arkasından gidip Hazret-i Mevlana gibi Risale-i Nur eczalarıyla –bütün kuvvetiyle– sünnet-i seniyenin ihyasına çalıştı.

İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fâsıla ile Risale-i Nur’un takviye-i din hususundaki tesiratı; Hazret-i Mevlana Hâlid’in tarîk-ı Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor. (Hâşiye[1])

Üstadım kendine ait medh ü senayı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur Kur’an’a ait olup medh ü sena Kur’an’ın esrarına aittir. Yalnız Üstadımla Hazret-i Mevlana’nın birkaç farkı var:

Birisi: Hazret-i Mevlana, zülcenaheyndir. Yani hem Kādirî hem Nakşî tarîkat sahibi iken Nakşîlik tarîkatı onda daha galiptir. Üstadım bilakis Kādirî meşrebi ve Şazelî mesleği daha ziyade onda hükmediyor.

Ben Üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlana Hindistan’dan tarîk-ı Nakşî’yi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şah-ı Geylanî’nin ba’de’l-memat hayatta olduğu gibi taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlana’nın manen tasarrufu –bidayeten– cây-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî’nin ruhaniyetleri Bağdat’a gelip Şah-ı Geylanî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki “Mevlana Hâlid senin evladındır, kabul et!” Şah-ı Geylanî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlana Hâlid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlana Hâlid birden parlamış. Bu vakıa, ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüya ile görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.

İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci gösteriyor. Hazret-i Mevlana Hâlid’in şahsiyeti, kutbü’l-irşad, merciü’l-has ve’l-âmm olmuştur.

Üçüncü fark: Hazret-i Mevlana Hâlid, zülcenaheyndir. Fakat zamanın muktezasıyla ilm-i tarîkatı ve sünnet-i seniyeyi esas tutmak cihetiyle tarîkatı daha ziyade tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise şu dehşetli zamanın muktezasıyla ilm-i hakikati ve hakaik-i imaniye cihetini iltizam ederek, tarîkata üçüncü derecede bakmışlar.

Elhasıl: Baştaki hadîs-i şerifin “Her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor.” vaad-i İlahîsine binaen Hazret-i Mevlana Hâlid –ekser ehl-i hakikatin tasdikiyle– 1200 senesinin yani on ikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki –nass-ı hadîs ile– Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.

Benim üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyor.”

Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum.

Şamlı Hâfız Tevfik

***

(Re’fet Bey ve Hüsrev gibi Risale-i Nur şakirdlerinin Risale-i Nur bereketine işaret eden, buldukları latîf bir tevafuktur.)

Risale-i Nur’un Isparta’ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevafuk-u acibe:

Risale-i Nur’un mazhar olduğu inayatın külliyetinden mühim bir ferdi de şudur ki: Isparta vilayeti sekiz seneden beri Risale-i Nur’un müellifini sinesinde saklamıştı ve Barla gibi şirin bir nahiyesinde –Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremiyle– muhafaza etmişti. Bu müddet zarfında yavaş yavaş intişar eden Risale-i Nur’dan Isparta’da binler adam imanlarını takviye ettiler. Bilhassa gençler pek çok istifade ve istifaza ettiler.

Vaktâ ki Üstadımızın Barla gibi latîf ve şirin bir mahaldeki sıkıntılı ve pek acıklı ve en katı kalpleri ağlatan işkenceli esareti bitti. Risale-i Nur’un müellifi olan üstadımızın nazarı Cenab-ı Hakk’ın avniyle Isparta’ya müteveccih oldu. Evhama düşen bazı zalim ehl-i dünyanın teşebbüskârane harekât-ı zahiriyesi bir sebeb-i âdi olarak yeni bir zulme hedef oldu. Üstadımız Isparta’ya getirildi.

Fakat üstadımızın teşrif ettiği zaman, yaz mevsiminin en hararetli zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, Isparta’yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menbaı kesilmiş; ağaçlar sararmaya, otlar kurumaya, çiçekler buruşmaya başlamıştı.

Risale-i Nur’un en ziyade intişar ettiği mahal Isparta vilayeti olduğu için Risale-i Nur hakkındaki inayat-ı Rabbaniyeyi pek yakından müşahede eden Risale-i Nur şakirdleri olan bizler, mühim bir vakıaya daha şahit olduk.

Bu hâdise ise müellifinin Isparta’ya teşrifini müteakip bir asır içinde bir veya iki defa vukua gelen, bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretli yağması olmuştur. Pek hârika bir surette yağan bu yağmur Isparta’nın her tarafını tamamen iska etmiş, nebatata yeniden hayat bahşedilmiş; bağlar, bahçeler başka bir letafet kesbetmiş; ekserisi hemen hemen ziraatla iştigal eden halkın yüzleri –Risale-i Nur’un nâil olduğu inayatından ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek– gülmüş, ruhları inbisat etmişti. Cenab-ı Hak kemal-i merhametiyle, bu yaz mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letafetli, en şirin ve en hoş vaziyetine tebdil etti.

Güya Risale-i Nur yüz on dokuz parçasıyla, müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoşâmedî etmek ve mahzun olan kalbine teselli vermek ve gamnâk ruhunu tatyib etmek ve diğer taraftan da sekiz seneden beri yaşadığı Barla’yı unutturmak ve o muhteşem çınar ağacını ve dostlarını ve alâkadar olduğu şeylerden gelen firak hüznünü hatırlatmamak için Cenab-ı Hak’tan yüz on dokuz risalenin eliyle, yüz on dokuz bin kelimeleri diliyle dua etti, yağmur istedi. Cenab-ı Hak öyle bereketli bir yağmur ihsan etti ki bir misli doksan üç tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki bu tarih, Üstadımızın tarih-i veladetine tesadüf etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli yağmur, hususi bir surette Risale-i Nur’a baktığına bir delili de şudur ki:

Risale-i Nur’un neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Isparta’yı gayet hararetli ve yağmursuzluktan toz toprak içinde görmüş. Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım, diye telaş ediyordu. Üçüncü veya dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek gayet müteessirane su istiyor, yağmur talep ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Bey’den –değirmenleri çeviren suyu göstererek– “Isparta’nın suyu bu kadar mı?” diye sormuştu. Bekir Bey cevap verdi: “Gölcük’ün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta’nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur.” dedi.

Üstadımızın Isparta’da çok talebesi bulunduğundan ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki elli seneden beri Isparta böyle bir hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki o tevafuk tesadüfî değil; bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nur’a bakıyor. Lillahi’l-hamd. Bu kerem-i İlahî neticesi olarak Üstadımız diyor ki “Isparta bana Barla’yı unutturdu. Unutamayacağım bir şey varsa o da –her yerde olduğu gibi– Barla’da bulunan ciddi dost ve talebelerimdir.”

Talebesi Mustafa, Talebesi Lütfü, Hizmetkârı Rüşdü, Hizmetkârı Hüsrev, Daimî Hizmetkârı Bekir Bey, Daimî Hizmetkârı Re’fet

***

(Süleyman Efendi, Mustafa Çavuş ve Bekir Bey’in bir fıkrasıdır. Isparta’daki kardeşlerimizin fıkrasındaki davayı ispat eden kuvvetli iki delili gösteriyor.)

Re’fet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin hârika bir surette yağan umumî yağmur içinde Risale-i Nur bereketine hususiyetle baktığına, bizim de kanaatimiz geliyor. Çünkü gözümüzle yağmur hâdisesini, hususi bir şekilde hizmet-i Kur’an ve Risale-i Nur’a baktığını iki suretle gördük.

Birinci Suret: Risale-i Nur’un vasıta-i neşri olan Üstadımızın camii, Barla’da seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedit oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu.

Sonra dedi ki: “Kur’an’ın hizmetine set çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki yağmur gelmiyor. Öyle ise madem Kur’an’ın itabı var. Yâsin Suresini şefaatçi yapıp Kur’an’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.”

Üstadımız, Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen kırk bir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken ikindi namazı vaktinde, Üstadımız daima itimat ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”

Aynı gecede evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki Üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmed’in bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed Sultan’ın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul Şem’î ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler.

İşte bu hâdise kat’iyen delâlet ediyor ki o yağmur, hizmet-i Kur’an’la münasebettardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var ki Sure-i Yâsin anahtar ve şefaatçi oldu ve yağmur kâfi miktarda yağdı.

İkinci Suret: Kuraklık zamanında, yirmi otuz gün içinde yağmur Barla’ya yağmamışken, Yokuşbaşı Çeşmesi yapıldığı bir zamanda menbaına yakın Üstadımız ve biz (yani Süleyman, Mustafa Çavuş, Ahmed Çavuş, Abbas Mehmed ve sair kardeşlerimiz) beraber cemaatle namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, Üstadımız yağmur duası etti. Kur’an’ı şefaatçi yaptı. Birden o güneş altında, her birimizin ellerine yedi sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi.

Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası anında dua eden her ele, yedi sekiz damla düşmesi gösterdi ki bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu, bir işaret-i İlahiyedir. Cenab-ı Hak manen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra Sure-i Yâsin şefaat edecek. Nitekim öyle olmuştur.

Elhasıl: Isparta’daki kardeşlerimizin umumî rahmet içindeki Risale-i Nur’un bereketine dair dava ettikleri hususiyeti, bu iki kuvvetli delil ile tasdik ediyoruz.

Barla’da Şem’î, Mustafa Çavuş, Bekir Bey, Muhacir Hâfız Ahmed, Süleyman

***

Ehl-i iman –bilhassa şimdiki Risale-i Nur’un zâkir ve muvahhid şakirdleri– öyle bir cadde ve minhaca girmişler ki o cadde gayet müstakim, gayet nurlu, gayet sevimli. Bütün iki tarafı elmas, inci dükkânı. Bunların başında nass-ı Kur’an’dan gelen ve Kur’an-ı Kerîm’in ve Furkan-ı Hakîm’in âyât-ı beyyinatından intişar eden Risale-i Nur’un yüz yirmi parçasından beher parçası birer mürşid-i a’zam, birer mürşid-i ekmel, birer kale-i hasîn, birer elmas kılınç olarak sabittir.

Öyle ise ey Lütfü! Risale-i Nur’a sıkı yapış ki bir mürşid-i ekmel bulasın. Lisanına tevhidi ver ki şu muhkem kaleye giresin; Feyyaz-ı Mutlak’ın kelâmı olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’a hâdim ol ki o elmas kılıncı elinde tutasın.

İşte o kılınçla, hiç havfsız, başlarını sarhoşlukla o bataklığa sokan dinsizlerin kafalarına vurarak atla. Ondan sonra فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ gibi kat’î delilleri Peygamberimiz Sallallahu Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimizden müteselsilen, bütün Risale-i Nur’un müellifi Üstadımız Said Nursî’nin yetiştiği ve serbest gezdiği şeriat-ı garra-yı Muhammediye (asm) olan hatt-ı müstakimi bari bir parça da sen takip et ki başın felâh bulsun.

Şu geçen cuma günü ruhumda bir sıkıntı devam ederek, Üstadım için بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ sırrını istinsah ediyordum. Maalesef emraz-ı asabiyemin hadsiz istilası, o mühim risaleyi pek âni olarak akîm bıraktırdı. Tekrar yine başladım, bir parça yazdım; baktım ki yine satır geçmişim, evvelki yazdığım yere mürekkep dökülmüş. Kendimde o sıkıntı hâlâ duruyor. Tekrar olarak abdest üstüne abdest aldım, bütün seyyiatımı itiraf ederek ortaya döktüm. İstiğfar ettim. Mübarek dua olan salavat-ı şerifeye başladım. Sonra kalbime geldi ki Üstadımdan himmet isteyeyim. Üstadımın üstadına dediği gibi ben de derim ve dedim…

O hal, o vaziyet el-ân devam ediyordu. Hattâ intihar derecesine kadar gelmişti. Dedim: “Aman ya Rabbi! Bundaki hikmet nedir?” ve o risaleyi ertesi güne ta’lik ettim.

O akşam yani cumartesi gecesi, âlem-i menamda: Üstadım Atabey’in Zergendere Mescidi’nde imiş. Sabah namazına gidiyormuşum, tesadüfî bir karakol kumandanı bana dedi ki: “Nereye gidiyorsun?” Camiye, dedim. Beni takiben camiye o da girdi. Gördüm ki Üstadım bir karyola üzerindedir. Evvelki cemaatimizden hariç, içeride beş altı daha jandarma bulunuyor. Cemaat لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ … الخ devam ediyorlar. O beraber girdiğimiz kumandan ise cemaatimize karşı “Aman siz ne yapıyorsunuz?” diyerek kendisinin leîmliğini ispat edip mağruriyetinden içeriye tükürdü. O anda Üstadım o dinsizin yüzüne tükürüp “Git yanımızdan pis!” dedi, tard etti. Hemen o zaman elimi sağ taraftaki deliğe uzattığımda bir kasatura geldi. Hiç meslek ve meşrebimize uymayan, her cihetle muhalif hareket eden Hasan isminde bir adam o kasaturayı alıp ve ucuyla o dinsizi göstererek “Aman efendim, aman hocam siz yalnız emir buyurunuz, bu dinsizin imhasına sebep ben olacağım.” dedi ve aynı zamanda bir sağ omuzuna, bir de sol omuzuna vurdu ve gitti. Bütün bu dinsizler bunu görünce tevehhüme düşüp “Başımıza bela bulduk, bizden hocanın yanına kimse gitmez. Ancak Edhem Çavuş (Hâşiye[2]) var, onu gönderelim, bizim için yalvarsın, yakarsın; aman biz hepsinden vazgeçtik.” dediler.

O sabah bu garib rüyayı Zühdü Efendi ve Hâfız Ahmed ağabeylerime söyledim. Hattâ o gün Hâfız Ahmed, Üstadımı ziyaret için iki bardak su ile beraber Isparta’ya gitmek istedi. Fakir de gittiğine memnun oldu. Rüyayı tenbih ettim çünkü o gece gördüm. Nitekim söylemiş. Fakat çok acıklı haberden o kadar müteessir oldum ki o zaman anladım, ruhumdaki sıkıntı bu imiş. (Hâşiye[3])

Lütfü

***

 

MEKTUBAT’IN ÜÇÜNCÜ KISMI

(Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

“Mirkatü’s-Sünne ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a” ismine hakikaten elyak olan Otuz Birinci Mektup’un On Birinci Lem’a’sını kardeşlerimle ve dostlarımla defaatle okudum. Gayet azîm bir tebşirat-ı Peygamberî ile başlayan bu risalenin on bir nüktesinden her bir nüktesi, başka bir hüsün ve başka bir letafette yazılmakla beraber; ittiba-ı sünnetin maddî ve manevî fevaidi ta’dad edilirken, akla açılan kapılardan içeriye giriyor. Her kapının içerisinde bulunan kapılar ve pencerelerden bakarak, gördüğü hakikatler karşısında hayran oluyor. Gösterdiği deliller ile muterizlerin itirazlarına mükemmel ve muntazam cevaplar vermekle mukabele ediyor.

Ehl-i şevke “Benim gösterdiğim kapılardan girseniz müşkülatsız, ebedî bir saadete kavuşmuş olacaksınız.” diyerek ittiba-ı sünneti, her bir Müslüman’a, hayatında düstur ittihaz etmesini tavsiye ediyor. Talebelerine, anlayabilecekleri bir tarzda emr-i azîm olan dersini takrir ederken “Ben zahirde 15-16 sahifeden ibaret küçük bir risaleyim. Fakat hakikatte neşrettiğim nurla, çok büyük denizleri geçecek bir azamette ve çok büyük yıldızların nurlarını setredecek kudretteyim. Bahtiyar ol kimsedir ki beni hâfızasında nakşederek benimle âmil olur.” diyerek beliğ ve çok yüksek ve nihayet derecede latîf sözleriyle bizleri irşad ediyor.

Bu hakaiki gösteren bu risaleden, gücüm yetse de yüz tane, iki yüz tane yazabilsem. Heyhat! Elim kısa, sa’yim mahdud, aczim her bir emr-i hayrı arzuma kadar îfaya mani. Bu kadar arzuya rağmen yazabildiğim bir nüshasını takdim etmiş bulunuyorum. Hüsn-ü kabul buyurulursa benim için ne büyük bir saadettir.

Ahmed-i Bedevî Hazretlerinin kerametkârane harekâtıyla, semavat ve arzın tabakatından bahseden On İkinci Lem’a’yı üç dört defa okudum.

Sevgili Üstadım! Rızka muhtaç her bir zîhayatın rızkı, Rezzak-ı Hakiki tarafından taahhüd altına alındığı ve rızık ancak Mün’im-i Hakiki’nin yed-i kudretinde bulunduğu, o kadar güzel bir üslup ile tarif buyuruluyor ki ve talebelerine o kadar şirin ve âlî bir ders veriyor ki akıl eğriliğe, nefis itiraza, kalp inkâra sapacak hiçbir yol bulamıyor. Zaferi kazanan ordular gibi insanın bütün kuvasına “Ey kıymettar risaleler ve ey nurani feyyaz Sözler, meydan sizindir! Size teslim olmuşuz! Beşeriyete ve bütün mükevvenata hükümran olan Hâlık-ı Azîm’in hak sözleriyle bizlere tarîk-ı hidayeti ve istikameti gösteriyorsunuz!” dedirtiyor. Bilhassa arz ve semavatın yedişer tabaka olduğuna dair âyât-ı azîmenin küllî ve umumî ve şümullü maânîsinin tatlı ve lezzetli ve şirin hakaikini okurken, insanın hissiyatına kalemi tercüman olabilse de bu risalelere mukabele edebilse… Heyhat!

Her tarafını anlayabilmek imkânı olmamakla beraber –bu kısımda– arzın yedi iklimi ve birbirine muttasıl yedi tabakası ve bu tabakalardaki nurani mahlukatın mürur ve ubûruna hiçbir şeyin mani olmaması hâlâtı; ve elektrik ve ziya ve harareti nâkil ve kâinatı baştan başa istila eden madde-i esîriyeden başlayarak semavatın yedi tabakasının kabul edilmesine hiçbir mani olamayacağı fennen, aklen ve hikmeten muhtelif delail ile ispat edilmesi ve en sonunda semavatın yedi tabaka ve arzın yedi kat olduğu hakkında Kur’an-ı Hakîm’in ifadatının tasdik edilişi, akıl ve kalp şübehata atılacak yol bulamaması, risalelerin büyüklüklerine has bir keramet-i kübra olduğunu gösteriyor. Böyle azîm hakikat-i Kur’aniyeyi göremeyen feylesofların ve kozmoğrafyacıların kulakları çınlasın!

Evet sevgili, kıymettar Üstadım! Bu nurlu misilsiz eserler, insanın şübehatını izale ettiğine ve şüpheleri davet edecek karanlık bir nokta bırakmadığına kat’î bir kanaatle iman ettiğim gibi temas ettiğim kardeşlerimden ve mütalaasında bulunan zevattan, kanaatimin umumen tasdik edildiğini işittiğim anlar, her tarafımı meserret kapladığını hissediyorum.

Ey sevgili Üstadım, her hususta size yapılacak dua için kelimat bulamıyorum. Zat-ı Zülcemal bu kadar güzelliklere, hazine-i rahmetinden binler güzellikleri size ihsan etmekle mukabele buyursun, âmin!

Ahmed Hüsrev

***

(Sabri Efendi’nin bir fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstad!

Kelâmullahi’l-Azizi’l-Mennan olan Hazret-i Kur’an, şeair-i İslâmiyenin hâdimlerini cenah-ı himaye ve re’fetine alarak –bu defaki hâdise-i elîmede– bir seneden beri mülhidlerin çevirdikleri planlarını akîm bırakıp zahiren üç kardeşimizi beraet ve manen milyonlar mü’min muvahhidînin zümresine nişane-i beraetini bahş ve mülhidlere ebediyet ve ezeliyetini izhar ile kendini müdafaa ve hâdimlerini muhafaza ve himaye ettiğini ve edeceğini göstermekle, Kur’an hâdimlerinin kulûbü behçet ve sürura müstağrak olarak, ilerlemek istedikleri hâlisane emel ve gayelerinde adımlarını daha ziyade uzatmaya ve dairelerini daha ziyade tevsie başlamışlardır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Aziz Üstadım! Cenab-ı Kibriya’nın mahza bir lütuf ve nihayetsiz bir kerem ve ihsanı olarak Nurlar Külliyatı, bu abd-i pür-kusur gibi nice gafillere ihsan buyurularak, sürekli yağmurların arz üzerinde tathirat yaptığı gibi; Nurlar mahallesinde şu asr-ı dalalet ve devr-i bid’atte çirkâb-ı hayat-ı maddiye bataklığına batan bu âciz kula “Zararın neresinden dönsen kârdır.” ders-i ikazını vererek hamden sümme hamden zulmet vâdisinden çıkararak şâhika-i Nur’a yetiştirmişti.

Her nasılsa bir sene evvel “Ey Sabri! Belki hubb-u câha meyledersin, olur ki o cihette bir arzu uyandırır. Gel o bedbahtların bulanık havuzcuğuna bir daha dal, çık.” denildi. Elhamdülillah selâmet çıktım. Bundan halâsım nazar-ı fakiranemde pek ehemmiyetli bir kurtuluştur.

Talebeniz Sabri

***

(Osman Nuri’nin bir fıkrasıdır.)

Kitapların en büyüğüsün Kelâm-ı Kadîm,

Hak kanunların anasısın Kur’an-ı Azîm,

Kudsî tarihlerin nur babasısın Kelâm-ı Kadîm,

Sen dinimizin bekçisisin Kur’an-ı Azîm.

Dört İlahî kitabın anası, yalnız sensin,

İftihar eder seninle bütün din-i İslâm,

Sensiz yaşamak isteyen kalpler gebersin,

Sen hakikatin ilk ve son güneşisin.

Her varlığın üstünde, sönmeyecek güneşsin,

Bütün gizli ve aşikârın miftahı sensin,

Seni tanımayan ve tabi olmayan, her yerde

Sahibinin gazabına uğrasın, gebersin.

Hükmün muhakkak kıyamete kadar bâkidir,

Sana inanmayanlar âdi, zelil, kâfirdir,

Sen her varlığın üstünde doğan güneşsin,

Seni istemeyenler dünyada cehenneme göçsün.

Hâşâ! Seni beğenmeyen ve yanlış diyenlerin,

Dilleri kesilsin, yere batsın.

Sana hor bakmak isteyenleri, Allah kahretsin,

Sen hakikatin ilk ve son güneşisin.

Osman Nuri

***

(Hâfız Ali’nin bir fıkrasıdır.)

Aziz Üstadım!

Otuz Birinci Mektup’un On Üçüncü Lem’a’sı “Hikmetü’l-İstiaze” nam-ı âlîyi taşıyan bir parça-i nuru aldım. Elhamdülillah istinsaha muvaffak oldum. Cenab-ı Hak hazine-i bînihayesinden emsal-i sairesini ihsan buyursun, âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Üstadım Efendim! Bu azîm hakikati taşıyan risale, fakir talebenizde pek azîm tesirat yaparak, dimağım ve bütün duygu ve hâsselerim, o azîm hakaik üzerine serpilerek toplanmaz bir hale geldiler. Gündüzde güneşin ziyası karşısında kalan yıldız böceği gibi gerek güneşin tarifini ve gerekse kendi şavkıyla daire-i muhitinde bulunanları tarif edemediği gibi; fakir, aynı hal kesbettim.

Evvela: Bu risale, diğer tevhide dair büyük risalelerin bir büyük kardeşi olabilir. Zira nasıl ki öbür kütle-i Nur, Cenab-ı Hakk’ın âlem-i kebirde cilve-i cemal ve kemal ve esma-i hüsnasını pek zahir bir tarzda âmâ olanlara da gösterdiler. Aynen bu parça-i Nur, âlem-i asgar olan ve esma-i hüsnaya âyine olan ve hilkat-i dünyanın ruhu mesabesindeki beşerin, kemal ve sukutuna, ebediyet ve ademine sebep olan en büyük vesile ve desiseleri, pek yakînen keşfedip gösteriyorlar.

Sâniyen: Bu hakikatleri düşünürken kalbime şöyle geldi ki nasıl ki “Hüdhüd-ü Süleymanî, zeminin suyu meçhul olan yerlerinde hafriyatsız suyu bulmaya vesile idi.” diyorlar. Aynen bu risale, Hüdhüd-ü Süleymanî tarzında, âlem-i asgar olan insanın ezdadlardan müteşekkil cism-i vücudunda nur-u iman yatağı olan kalbi, biaynihî gösteriyor. Zemin yüzünde zararlı ve zararsız otları teşhis eden kimyagerin âb-ı hayat bulduğu gibi; binde bir hakikatini ancak görebildiğimi anladığım bu eser-i âlî, bütün ehl-i iman ve zîşuura, menba-ı hakikisi olan Kur’an-ı Hakîm gibi nurları ile âb-ı hayatı serpiyor.

Hâfız Ali (rh)

***

(Ahmed Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Üstadım Efendim!

Bir hafta evvel “Hikmetü’l-İstiaze” isimli risalenin bir kısmını ve birkaç gün evvel de diğer kısmıyla On Dördüncü Lem’a’nın Birinci Makamını aldım. “Hikmetü’l-İstiaze”nin Birinci Kısmını müteaddid defalar kardeşlerimle okudum.

Ey sevgili Üstadım! Bu kıymettar risale ile mücahid talebelerinize öyle güzel bir ilaç takdim ediyorsunuz ki bu ilaçlarla manevî yaralarımızı o kadar güzel ve çabuk tedavi ediyorsunuz ki o pek müthiş yaralarımız bir anda iltiyam buluyor, ızdıraplarımız o anda zâil oluyor, kalplerimiz serâpa sürur ile doluyor. Rabb-i Kerîm’imize karşı taşımakta olduğumuz muhabbetimiz tezayüd ediyor. Ve Hâlık-ı Rahîm’e karşı olan âdabımıza bile halel gelmeyeceğini okudukça, vazifedeki şevk ve gayretimizi artırıyor.

Evet, aziz Üstadım! Ekser zamanlar ins ve cin şeytanlarının hücumlarından ve terbiye edemediğim âsi nefsimden gelen birtakım havatır-ı şeytaniyeden kurtulmak için pek çok çabaladığım zamanlarım oluyordu. Kalp, bu gibi haletten kurtulmak için inziva ararken Nakşî kahramanlarının “Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk” diye olan esasatı dimağıma ilişiyordu. Fakat bu söze cevap veren aziz Üstadımın beyanatı arasında “İnsan bir kalpten ibaret olsa idi, bu söz doğru olabilirdi. Halbuki insanda, kalpten başka akıl, ruh, sır, nefis gibi mevcud olan letaif ve hâsseleri, kendilerine mahsus vezaife sevk ederek zengin bir dairede, kalbin kumandası altında îfa-yı ubudiyeti” tavsiye buyuruluyor. Güneş gibi böyle hakikatleri izhar eden böyle nurlu düsturlar talebelerinde esas olduğu için sâlifü’l-arz havatıra çare arıyordum.

Talebelerinin her an ihtiyaçlarını düşünüp çareler arayan, ilaçlar hazırlayan, ihzaratını zahmetsiz olarak talebelerine istimal ettiren, mukabilinde hiçbir şey istemeyerek minnet ve medhin Cenab-ı Hakk’a yapılmasını emreden sevgili Üstadım! Size evvelden beri “Lokman” nazarıyla bakmaktayım. Evet, hakikaten bir Lokman’sınız. Lokman Hekim gibi kalbî arzularımızı işiterek bu risaleler ile mualece uzatıyorsunuz. Bedî’ olan Cenab-ı Hakk’ın bedayi’i içinde, kemaliyle her cihette derece-i nihayeye vâsıl olan bedî’ kelâmından, bedî’ bir kulu ile ihsan ettiği bu bedayi’i medhedebilmek, intak-ı bi’l-hak olmadıkça elbette imkânsızdır. Beşer, bu vâdide ne kadar söz söylese yine azdır.

Sevgili Üstadım, herhangi bir risaleyi açıp okuyacak olsam, hissem kadar dersimi alıyorum. Halbuki evvelce bu risaleleri mütemadiyen yazdığım için okumaya pek az vakit bulabiliyordum ve el-ân da öyleyim. Evvelce okuduğum zamanlar istifadem az oluyordu. Şimdi ise Nurların hakikatlerini gördükçe minnet ve şükrüm tezayüd ediyor, kalbim nurlar ile doluyor, ruhum nurlarla istirahat ediyor, letaifim bu Nurlar ile hisseleri kadar feyizyâb oluyor. Ve yine Cenab-ı Hak’tan ümit ediyorum ki hissem ve istifadem, gün geçtikçe çoğalacaktır ve nasibim artacaktır.

Bu hâdisat gösteriyor ki bedî’ âsârın büyük bir hâsiyeti ve bir kerametidir ki talebelerini başka ellere vermiyor ve nurlandırmak için başka kapılara boyun büktürmüyor. Ağlayan kalplerimize teselliler veriyor. İmanlarımızı takviye ediyor. Lika-i İlahîyi iştiyakla istetiyor ve sonunda da “Yâ Rab! Sen Üstadımızdan hoşnut olacağı tarzda razı ol!” nidalarını, lisanen ve kalben söylettiriyor.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Talebeniz Ahmed Hüsrev

***

(Sabri’nin bir fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstad!

Eyyam-ı baharın her bir gününün, birer letafet ve taravet-i bîmisali ve acib tebeddülü; Fâtır-ı Akdes Hazretlerinin nihayetsiz kudret ve azametini irae eylediği gibi derya-yı Nur’un da bînazir ve hayret-bahş bir baharı; Minhaclar, Mirkatlar, İstiazeler ve emsali latîf, şirin, nurani ezhar ve esmar-ı bînihayeleri, ehl-i iman ve tevhide taze hayat bahşediyorlar. Bu Nurlar öyle manevî gıdalar ki herkesi, her an doyurmaya kâfi ve bu elmaslar öyle kıymettar birer ridâlardır ki herkesi her zaman ısıtmaya vâfidir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Aziz, büyük Üstadım! Bu risaleleri okudukça ruhum güller gibi açılıyor, hayat-ı fâniyeden gelen âlâm ve meşakkati kaldırıp atıyor. Yerine, kanaat gibi bir kenz-i mahfîyi iddihar ediyor. Ve diyorum: Ey ruh! Şimdiye kadar manevî talep ve arzularını temin eden Nur Fabrikasının elmas ve cevherlerinden her birerlerinin ayrı ayrı kıymet ve zarafetlerini görünce, bundan daha kıymettar bir eser olamaz deyip sen halen, ben kālen hükmediyorduk. Envar-ı Kur’aniye ve reşehat-ı Furkaniye ve lemaat-ı bekaiyenin işte nihayeti yokmuş. Elhamdülillah hakaik-i Kur’aniyeden yevmen fe-yevmen nasibedar oluyoruz ve olacağız inşâallah. Hemen Cenab-ı Kibriya şu enhar-ı kevseri, hayat-ı bâkiye harmanı olan mahşere kadar akıtsın, âmin!

Üstadım Efendim, bugün harekât-ı maziyem ile ahval-i hazıramı mukayese ciheti ihtar edildi. Alâ kadri’l-istitaa tetkik ettim. Neticede ahval-i hazıramı “hamden sümme hamden” sıklet cihetinde pek hafif ve kıymet hususunda pek ağır buldum. Harekât-ı sâbıkam ise bunun hilafınadır. Elhamdülillah Cenab-ı Feyyaz-ı Hakiki; âciz, fakir, muhtaç kullarından rahmet-i Rabbaniyesini esirgemedi.

“Armut piş ağzıma düş.” kabîlinden her nevi malzeme-i cerrahiye-i ruhiyeyi, hâzık bir operatörle beraber ihsan buyurdu. Eğer bizler, bu ameliyatı görmeseydik ve bu nurlu ve zevkli, şevkli ihrama girmeseydik, hubb-u câh yüzünden acaba hangi bid’attan geri duracaktık.

İşte lâyüad velâ yuhsa Nurların bîpâyan füyuzatı, zümre-i muvahhidîni medyun-u şükran bırakmıştır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ‌

Hemen Cenab-ı Hak cümle ümmet-i Muhammed’i envar-ı Kur’aniyeden müstefid ve hakiki muvahhidîn sınıfına ilhak ve şimdiye kadar gafletle geçirdiğimiz zamanlardan defter-i a’malimize yazılan seyyiatımızı, rahmetiyle af buyursun, âmin!

Hulusi-i Sânî Sabri

***

(Zekâi’nin bir fıkrasıdır.)

Üstadım!

Bir meydan-ı mücadele ve imtihan olan şu dünyanın her köşesinde beşere ders-i ibret olacak bir hâdise, bir numune eksik değil. Her yerde muhtelifü’l-mizaç insanlarda ayrı ayrı temayülat-ı kalbiye bulunuyor. Hâdisat-ı dünyeviye içinde en elîm olan şeyin, meslek-i uhreviye ve diniye perdesi altında vahşet ve hayvaniyet ruhlarıyla karşılaşmak olduğunu tecrübelerim ve müşahedelerim bana öğretiyor.

Evet, ehl-i iman için mûcib-i teessür şeyler, kendisini ıslah-ı hale ircâ etmek üzere, ubudiyetle Hâlık’ına yalvarırken, bir mülhidin uysal bir mahluk gibi sokularak birkaç zaman hileli etvar gösterdikten sonra, ruhunun çirkinliği ile karşısındakine hücum ederek kendine onu benzetmek istemelerini ve hattâ karşısındaki mü’min hakkında, sû-i zan ve sû-i tefehhüme düştüğünü görmektir.

Âh Üstadım, ne vardı, insanlar ya göründüğü gibi olsa yahut olduğu gibi görünselerdi. Ehl-i irşad, ahkâm-ı Kur’aniyeyi tebliğ hususunda müşkülat çekmeyecek ve inkâr edilmeyecekti. Benim gibi henüz kendini ıslah edemeyenler de bazı budalaların ruhlarında safiyet ve hüsn-ü insaniyet aramaya çalışmayacaktı.

Aziz Üstadım, inşâallah Cenab-ı Hak, hak ve hakikatin güneş gibi yükseldiğini size ve bize göstersin. Bir zindan hayatına benzeyen, birçok manevî mahrumiyetler içerisinde geçen şu günleri, sürurlu ve serbest günlere tebdil eylesin, âmin!

Talebeniz Zekâi

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Üstad-ı Ekremim!

Hikmetü’l-İstiaze’nin İkinci Kısmı öyle kıymettar bir hazine-i cevahir ve maraz-ı vesvesenin iksir bir ilacıdır ki âlem-i fâniden âlem-i bekaya göçünceye kadar, nefis ve şeytanın hücumuna maruz bulunan insan, kalbinin üzerine asıp beraberinde taşımalı. O iki düşman her zaman köpük gibi zahirde bir şeye benzeyip hakikatte ele avuca girmeyen havaî itirazat-ı muannidane yaparlar. Onlara karşı en rasîn tahassungâh ve en güzel esliha ve bu uğurda sarf edilecek hâlis sikkeler bunlardır.

Zira vücudumda tecrübe yaptım. Sualleri okuduğum vakit nefsim, sual cihetine mâil bulunuyor ve ehemmiyet veriyor. Fakat elhamdülillah akabinde, tevali eden Kur’anî elmas müdafaalar, o kabîl emraz-ı nefsaniyeyi çabuk çürütüyor ve kökünden kurutuyor. Şu nurani ve Kur’anî hikmetleri, bihakkın takdir hususunda, zîruh ve zîşuurun mükemmeli bulunan nev-i beşerin, bidayet-i vahiyden tâ haşre kadar, i’caz ve îcazında izhar-ı acz edegeldikleri, davamızın bâriz ve zahir bir delilidir.

Hülâsa: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ahkâm-ı bînazirinden olan şu Risale-i İstiaze-yi Furkaniyeyi mütalaamda, derya-yı hakaikte sermest-i hayran kalarak kemal-i aşkla dedim: Yâ Rab, şu Kitab-ı Mübin’in infaz-ı ahkâmını teshil ve teysir ve dellâl-ı Kur’an’ı da âmâl ve makasıdında muvaffak ve cemi’ ihvanımla beraber bu kemter kulunu da hulûl-i ecelime değin, Kitab-ı Mübin’e hâdim buyur, duasıyla arîza-i âciziyeye hâtime veririm.

Sabri

***

[1] Hâşiye: Madem Hazret-i Mevlana Hâlid, milyonlar etbalarının ittifaklarıyla müceddiddir ve baştaki hadîs-i şerifin bir mâsadakıdır. Ve madem tam yüz sene sonra, dört mühim cihet-i tevafukla beraber Risale-i Nur aynı vazifeyi görüyor. Demek, nass-ı hadîs ile Risale-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.

[2] Hâşiye: Cây-ı hayrettir ki o gecede Keçiborlu’da bulunan Edhem Çavuş herkesten evvel o hâdiseden müteessir olarak imdada gelmişti.

[3] Hâşiye: Garib ve latîf bir tevafuktur ki Isparta’da cumartesi gecesinde başıma gelen gayet sıkıntılı bir hâdiseyi sekiz sene kemal-i sadakatle, hiç gücendirmeden bana hizmet eden Sıddık Süleyman aynı zamanda, benim gibi aynı sıkıntı çektiğinden ve sebebini de bilmediğinden Isparta’ya pazardan evvel geldi. Sıkıntısının manevî sebebini de anladı. Süleyman’ın ne kadar selim bir kalbi bulunduğu malûmdur. Hem aynı gecede, has talebelerin içinde letafet-i kalbiyle mümtaz Küçük Lütfü, bu fıkrada mezkûr rüyayı ve sıkıntıyı görüp aynı sıkıntıma iştirak ve az bir tabir ile aynı vaziyetimi müşahede ediyor.

Elhasıl: Süleyman’ın selim kalbi, Lütfü’nün latîf ruhu imdadıma koşmak istemişler. Demek ki Risale-i Nur’un şakirdlerinin ruhları birbiriyle alâkadardır. Cesetleri müteaddiddir, ruhları müttehid hükmündedir. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Süleyman Rüşdü namındaki kardeşimiz, bu hâdise gecesinden evvel –sabahleyin– bana ve Bekir Bey’e dedi ki: “Ben bu gece bir rüya gördüm. Bu rüyada siz Üstadımı valinin makamında vali olarak gördüm. Etrafınızda hükûmet adamları bulunuyordu. Elinizde bulunan küçük bir kâğıda not yapmışsınız, nutuk söyleyecekmişsiniz. Sonra bir daha gördüm ki: Üstadım siz, Bekir Bey ve Hüsrev bir faytona binmişsiniz, hükûmetten eve geliyordunuz.” dedi. O sabahın akşamı, hükûmet dairesinde aynı hal vuku bulmuş, faytonda aynı adamlar bulunup selâmetle eve dönülmüştür. İsticvab makamında söylenen sözler tam yerinde olduğu için nutuk suretinde ona görünmüş. Hem Hâfız Ali –aynı gecede– bana olan hücumu ve sû-i kasdı kendine karşı görmüş. Sabahleyin başındaki kasketinin siperliğini dikmiş tâ hücumdan kurtulsun.

Elhasıl: Risale-i Nur’un şakirdlerinin şahs-ı manevîsi kerametkârane bir hassasiyet gösteriyor ki Hâfız Ali ulvi sadakatiyle, birinci Süleyman selim kalbiyle, ikinci Süleyman Rüşdü müstakim aklıyla, Küçük Lütfü latîf nuruyla üstadlarının imdadına manen koşmuşlar, sıkıntısına iştirak ile tahfifine çalışmışlar.

Said

Barla Lâhikası s.146-159

(Risale-i Nur’un tesvidinde çok hizmeti sebkat eden temiz kalpli, ihlaslı, güzel bir hâfız, müdakkik bir hoca olan Hâfız Hâlid’in bir fıkrasıdır.)

Risale-i Nur’un müellifi Bedîüzzaman, nadire-i cihan, hâdim-i Kur’an Said Nursî hakkında hissiyatımdan binden birini beyan ediyorum:

Üstadım –kendisi– Nur ism-i celiline mazhardır. Bu ism-i şerif, kendileri hakkında bir ism-i a’zamdır. Kendi karyesinin adı Nurs, validesinin ismi Nuriye, Kādirî üstadının ismi Nureddin, Nakşî üstadının ismi Seyyid Nur Muhammed, Kur’an üstadlarından Hâfız Nuri, hizmet-i Kur’aniyede hususi imamı Zinnureyn; fikrini, kalbini tenvir eden âyet-i Nur olması ve müşkül mesailini izaha vasıta olan nur temsilatı gayet kıymettardır. Resailin mecmuuna Risale-i Nur tesmiyesi, Nur ismi onun hakkında ism-i a’zam olduğunu teyid etmektedir.

Risale-i Nur adlı hârika telifatının bir kısmı Arabî olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar yüz on dokuza bâliğ olmuştur. Her bir risale, kendi mevzuunda hârikadır. Gayet yüksek olmakla beraber, Onuncu Söz ismiyle iştihar eden haşre dair olan risalesi pek hârikadır, câmi’dir. Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gayet kuvvetli ve kat’î delail-i akliye ile ispat etmiştir. Onunla çokların imanını kurtarmışlar.

هُوَ الَّذٖى جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَٓاءً وَ الْقَمَرَ نُورًا âyetinin sırrıyla diyebilirim ki Risale-i Nur bir kamer-i marifettir ki şems-i hakikat olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın nurunu istifaza eylemiş ki نُورُ الْقَمَرِ مُسْتَفَادٌ مِنَ الشَّمْسِ olan meşhur kaziye-i felekiyeye mâsadak olmuştur. Hem diyebilirim ki Üstadım, Kur’an hakkında bir kamer hükmünde olup sema-i risaletin şemsi olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan “nurî istifade” edip Risale-i Nur şeklinde tezahür etmiş.

Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz hasletlerinden, zahirî tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa ilm-i hali bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın bir derya kesiliyor. Mezun olduğu miktarı ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. Bende nur yok, kıymet yok der.

Bir hasleti de tam tevazuudur ve مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللّٰهُ hadîsiyle tam âmil olmasıdır. İşte bu haslet icabatındandır ki bizim gibi talebelerinden bazı mesail-i ilmiyede muhalefet bulunsa onların sözlerini içinde arar, hak bulduğu vakit, kemal-i tevazu ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. Mâşâallah der. Siz benden daha iyi bildiniz der, Allah razı olsun der. Hak ve hakikati, nefsin gurur ve enaniyetine daima tercih eder. Hattâ ben bazı meselelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunane bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce, damarıma dokunmayarak beni ikaz eder. Eğer güzel bir şey söylemiş isem çok memnun olur.

Üstadım bilhassa hikmet-i hakikiye fenninde, yani hikmet-i şeriat ve İslâmiyet noktasında pek hârikadır ve hikmet-i beşeriyede dahi çok ileridir. Hattâ o ilimde, Eflatun ve İbn-i Sina’yı geçmiş diyebilirim.

Bundan on üç sene evvel Dârülhikmeti’l-İslâmiye azasından iken, küçükten beri şimdiye kadar manen izn-i İlahî ile onun bir muîni ve nâsırı ve muhafızı olan kutb-u Rabbanî ve kandil-i nurani Abdülkadir-i Geylanî aleyhi nazaru’r-Rahmanî Hazretlerinin Fütuhu’l-Gayb risalesini tefe’ülen açtığı esnada اَنْتَ فٖى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَلْبَكَ ibaresi çıktı. O ibare, onun hakkında pek manidar olarak, Eski Said’i Yeni Said’e çevirmesine sebebiyet vermiştir.

Eski Said olduğu zamanlarda, İngilizlerin dinî suallerine gayet latîf ve müskit bir cevap vermiştir. Ve ilm-i mantıkta, İbn-i Sina’nın telifatından geçecek “Ta’likat” namında hârika bir risalesi var. İşkâl-i mantıkıyeyi kıyas-ı istikraî cihetiyle on bine kadar iblağ edip hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş. “Sünuhat” isminde bir risalesinde gördüm ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, âlem-i manada, bir medresede ona ders verdiğini görmüş. O ders-i maneviyeye binaen “İşaratü’l-İ’caz” namındaki hârika tefsiri yazmış. Bana bir gün dedi ki:

“Harb-i Umumî hâdisat ve netaicleri mani olmasa idi, İşaratü’l-İ’caz’ı Allah’ın tevfiki ve izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşâallah Risale-i Nur, ahîren o mutasavver hârika tefsirin yerini tutacak.”

Üstadımla yedi sekiz sene musahabetim esnasında mühim meşhudatım çoktur. Fakat اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ mûcibince, deryaya delâlet maksadıyla bu fıkra kâfi görüldü. Çünkü Üstadımdan iftirak zamanı idi, acele yazdım. Üstadım وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ âyetinin sırrıyla çok defa yanlarında beni musahib bulmak hakkını ve teveccüh duasıyla yerine getireceklerine eminim.

Hâfız Hâlid (rh)

***

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Aziz, muhterem, müşfik ve mükerrem Üstadım!

Bu defa irsaline inayet buyurulan Risale-i Nur eczalarının dört kısımlık fihristesini aldım. Daha evvel Otuz Birinci Mektup’un On Üçüncü ve On Dördüncü Lem’alarını almış fakat ihtisaslarımı arza muvaffak olamamıştım. Fihristeler dört tarafımı aydınlattılar ve itikadda bir olup çok metin hikmetlerle bazı a’malde ayrılıkları olan dört mezheb-i hak gibi; bu fakire hakka, hakikate, sıdka, imana, nura, rızaya giden yolları gösterdiler.

Hâdisat-ı dünyeviye meşgalesi, şimdiye kadar başımdan geçmemiş bir tarzda beni yormuş. Koca bir dairenin maddî ve manevî ağır yükü altında, tek başıma kaldığımdan çok bunalmıştım.

Aziz üstadımın Otuz Birinci Mektup’un Birinci Lem’a’sıyla tavsiye buyurduğu evradın kuvveti, Risale-i Nur’un feyzi, müşfik üstadımın müstecab duası ve üstadımın üstadı Hazret-i Gavs’ın lillahi’l-hamd en küçük hâcetimi görecek kadar zahir himmeti, mahza bir lütf u fazl-ı İlahî eseri olarak devam edebildiğim salavat-ı şerife berekâtıyla zuhur eden imdad-ı risalet-penahî ve Cenab-ı Allah’ın nihayetsiz in’am ve ihsan ve inayeti sayesinde –yüz binler hamd ve şükürler olsun– yeise ve fütura düşmekten kurtulmuş; yalnız huzur-u manevînize birkaç satırlık arîza ile çıkmak geç kalmıştır.

Hakikaten, elmas kalemli çok kıymetli kardeşlerimin âsâr-ı Nur’un cem’ ve teksir ve neşrinde gösterdikleri gayret ve himmet ve sevgili üstadımıza bu kudsî vazifede yaptıkları muavenet, her türlü takdirin fevkindedir. Allahu Zülcelal cümlesinden razı olsun ve neşr-i envar-ı Kur’aniyede daimî muvaffakıyetlere mazhar buyursun.

Otuz Birinci Mektup’un On Üçüncü ve On Dördüncü Lem’alarında, o kadar büyük dersler, o kadar azametli hakikatler, o derece şaşaalı hikmetler ve nurlu, kudsî, lahutî feyizler mündemicdir ki bu bîçare kardeşinizin sönük zekâsı, kısa düşüncesi, perişan, müşevveş dimağı ile hissedebildiği zevkleri ifade etmesine imkân yoktur.

“İdrak-i maâlî bu küçük akla gerekmez

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”

On Üçüncü Lem’a’nın on üç işaretle beyanı, Suretü’l-Felak ve Suretü’n-Nâs âyetleriyle وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطٖينِ ۞ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ âyetlerinin mecmu-u adedine veya bu iki surenin her birinde okunmakta olan اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ‌ adediyle ve Fatiha başta sayılmazsa yüz on üçüncü sureye tam ve latîf tevafuk ve işaret göstermesi nazar-ı dikkati celbetmektedir. Her işaretin nihayetinde, o işaretteki hakaik, birkaç enseb ve a’lâ kelime ile ifade edilmiştir ki bundan daha kuvvetli beyan olamaz. İhtisasımı, bu işaretlerdeki kelimelerle kısaca arz edeyim.

Birinci İşaret: Şeytanın ve onun şerik ve muînleri olan ehl-i dalaletin şerrinden ancak şeriat-ı Muhammediye (asm) ile âmil ve sünnet-i Ahmediye (asm) ile mütemessik olmakla kurtulmak imkânı olduğunu,

İkinci İşaret: Küfre giren ehl-i dalaletin kemiyeten çokluğunun kıymetsizliğini; şeytan ve avenelerinin tasallutlarına karşı istiaze, istiğfar, hıfz-ı İlahîye iltica ve takva ile sünnet-i seniyeye yapışmaktan başka çare olmadığını,

Üçüncü İşaret: Zahiren cüz’î hata ve isyanla çok büyük tahribat yapmakta olan hizbü’ş-şeytana karşı en kuvvetli kale olan Kur’anî kaleye iltica lâzım geldiğini,

Dördüncü İşaret: مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyetine bir nevi tefsir mahiyetinde, cüz’î ihtiyar ve icadsız kesb ile şerlere sebebiyet veren şeytanın müthiş tahribatına karşı, istiğfar ve Allah’a iltica ve sünnet-i seniyeye riayet iktiza ettiğini,

Beşinci İşaret: Kur’an-ı Hakîm’in azîm tergib ve teşviklerinin tam yerinde olup ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları, imansızlıktan ve imanın zayıflığınden ileri gelmediğini hem günah-ı kebairi işleyenlerin küfre girmediklerinin فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ۞ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ iki âyetle sabit olduğunu ve nihayet Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’in Gafur ve Rahîm isimlerini melce ve tahassungâh yaparak şeytandan istiaze edilmesini,

Altıncı İşaret: Tahayyül-ü küfrü, tasdik-i küfürle iltibas ve tasavvur-u dalaleti, dalaletin tasdiki suretinde gösteren desais-i şeytaniyeden kurtulmak için hakaik-i imaniye ve muhkemat-ı Kur’aniyeye sarılmak ve lümme-i şeytaniyeden gelen desiselere karşı istiaze etmek ve her iki manevî yaraya karşı sünnet-i seniyeyi merhem yapmak icab ettiğini,

Yedinci İşaret: Erkân-ı imaniyeden biri olan kadere tevilsiz iman etmek lâzım olduğunu ve günah-ı kebireyi işleyen mü’min kalabileceğini fakat şeytanların tahribatına karşı Cenab-ı Hakk’ın bin bir isminin tecelli etmekte olduğunu, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan Ehl-i Hak mezhebinden ayrılmamak ve Kur’an’ın çetin ve metin kalesine girerek sünnet-i seniyenin muktezasına tevfik-i hareket eylemekle kurtulmaya muvaffak olunacağını,

Sekizinci İşaret: Küfür ve dalalet yoluna insanların nasıl ihtiyarlarıyla sülûk ettiklerini ve bunların nasıl hayat geçirebildiklerini aliyyü’l-a’lâ bir tarzda ders verdikten sonra, ehl-i iman için Kur’an’ın himayesi altına iman-ı tam ve itikad-ı kâmil ile girmek ve sünnet-i seniyenin daire-i nuraniyesine seve seve dâhil olmaklığın ne kadar güzel olduğunu,

Dokuzuncu İşaret: Hizbullah’ın neden çok defa hizbü’ş-şeytan olan ehl-i dalalete mağlup olduklarını; Medine münafıklarının dalalette ısrar ederek hidayete girmemeleri ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın iki muharebedeki mağlubiyetinin hikmetini beyan ederek o Seyyidü’l-mürselîn’in sünnetine ittiba sayesinde muvakkat acıların geçeceğini,

Onuncu İşaret: İblisin en mühim bir desisesi olarak kendine tabi olanlara kendini inkâr ettirdiğinden, dört misal ile izah etmek suretiyle bahis; ehl-i imana, cin ve ins şeytanlarının şerlerinden, Allah’a iltica etmekle selâmete kavuşulacağını,

On Birinci İşaret: Cirm ve cismi küçük, cürüm ve zulmü büyük, ayb ve zenbi azîm bîçare insanı; kâinatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtarmak için Kur’an-ı Hakîm’in daire-i kudsiyesine girmeye ve sünnet-i seniyeye ittiba eylemeye davet ettiğini,

On İkinci İşaret: Mahdud günahlara cehennemle mukabelenin mahz-ı adalet olduğuna, cehennemin ceza-yı amel, cennetin fazl-ı İlahî ile olduğuna; seyyienin az yazılıp hasenenin çok yazılmasına; ehl-i dalaletin muvaffakıyetlerinin –hâşâ– kendilerinde hakikat olduğuna veya ehl-i hakta zaaf bulunduğuna delâlet etmediğini gösteren dört meraklı suale gayet fasih ve beliğ cevaplar vermek suretiyle, ehl-i imanı رَاْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللّٰهِ düsturuna, her türlü saadeti câmi’ olan Kur’an ve Sünnet şahrahına girmeye teşvik ettiğini,

On Üçüncü İşaret: Üç noktasıyla, şeytanın desiselerine müptela olan bîçare insana, hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye selâmeti ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalp için muhkemat-ı Kur’aniye mizanlarıyla ve sünnet-i seniye terazileriyle a’mal ve hatıratını tart ve Kur’an’ı ve sünnet-i seniyeyi daima rehber yap ve اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ‌ diyerek Cenab-ı Hakk’a ilticada bulun diye çok kıymetli tavsiyede bulunduğunu ve خِتَامُهُ مِسْكٌ nevinden on üç işaret halinde tefsir olunan Suretü’n-Nâs ve iki âyeti tekrar ile derse nihayet verdiğini, gayet zevkli ve şevkli ve alâkalı bir surette beyan ve ifade eylemektedir.

On Dördüncü Lem’a’nın Birinci Makamını teşkil eden iki mesele bence çok mühimdir. Bu dersin takrir ve tahririne vesile olan Re’fet Bey kardeşimizden Allah razı olsun. İkinci Makam başlı başına bir şaheserdir. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ hakkındaki beyan buyurulan altı sır, öyle bir hazine-i esrar-ı Rabbanîdir ki ancak Rahman-ı Rahîm’in inayetiyle bu mübarek eseri okuyup anlayanlar ondan zevk alabilirler.

Bundan evvelki bir mektupta, ihtiyarsız Birinci Söz’ü teşkil eden بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ hakkındaki mübarek eserden, kalb-i âcizîye gelen bazı hoş tefekkürattan bahsetmiştim. Daima şefkatle dua ve derslerinden istifade ettiren muazzez üstadım, benim daha evvelden de بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ içindeki Rahman ve Rahîm isimlerinin hikmet-i tahsisi hususundaki sualime, ikinci ve mutantan bir cevap daha lütfetmiş oluyorlar. Bu mazhariyetten dolayı, Hâlık-ı Rahîm’e ne kadar şükretsem azdır.

Fihriste’yi harfi harfine henüz okuyamadım fakat inşâallah okuyacağım. On Birinci Mektup’un neleri ihtiva ettiğini öğrendim. Yazılmayan ve rahmet-i İlahiyeden yazılmasına muvaffakıyet niyaz olunan âsârın da neşrine muvaffakıyetinizi, eltaf-ı Sübhaniyeden tazarru ve niyaz eylerim. Otuzuncu Söz’ün, mahkeme başkâtibini nasıl tehdit ettiği hatırasını tamamıyla gözümün önüne getirdim.

Fihriste-i Güldeste: Fihriste namı altındaki bütün risalelerde yazılı olduğu tarzda değildir. Tamamen hususiyet göstermektedir. Sözler’in ve Mektuplar’ın bir hülâsatü’l-hülâsası denecek vaziyettedir.

Âsâr-ı Nur’un bir zübdesi, hazain-i Nur’un elmas anahtarı, resail ve mektubatın nurlu kapısı olan bu hayırlı telife sebep olanları da müellifini de Allahu Zülcelali ve’l-kemal hazretleri saadet-i dâreyne mazhar buyursun, âmin!

Hulusi

***

(Hüsrev’in fihriste hakkında bir fıkrasıdır.)

Aziz Üstadım!

Senelerden beri vücuda getirilen misilsiz âsâra, Otuz Birinci Mektup’un On Beşinci Lem’a’sıyla öyle misilsiz bir eser daha ilâve buyurulmuş oluyor ki o şaheserler, böyle şah bir eseri; o hârika bedîiyyat, böyle bedî’ bir zübdeyi; o acib telifat, böyle acib bir mecmuayı; o azîm hakaik, böyle azîm bir külliyat-ı hakaiki ve o nurlu risaleler, böyle nurlu bir fihristeyi istiyordu.

Yüz binler şükrolsun ol Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine ki hiçbir müellifin muvaffak olamadığı böyle misilsiz eseri, hazine-i rahmetinden ihsan etmekle, yüz yirmi adede vâsıl olan Külliyat-ı Nur’u, yüz yirmi sahifeden aşağı olmayan misilsiz fihristesiyle bir yerde toplamış bulunuyor. Bu risalenin menfaati, fevaidi o kadar çok ki izaha hâcet yok. Bu kıymettar risale, kendi kendini lâyık olduğu bir tarzda medhediyor. Hem o kadar güzel medhediyor ki fevkinde beyan olamaz.

Hüsrev

***

(Dereli Hâfız Ahmed Efendi’nin çok manidar rüyalı bir fıkrasıdır.)

Aziz ve müşfik Üstadım Efendim!

Bir gün âlem-i menamda bir sahrada gezerken, birçok kalabalık ahalinin içine girdim. Dersim olan Kelime-i Tevhid’e devam ediyordum. O ahalinin cümlesi Nasâra imiş. Biz aşikâre Kelime-i Tevhid’i çektiğimizden, hepsi bize iştirak etti. Her yüz başında “Muhammedü’r-Resulullah” diyorum. O Nasâralar “İsa ruhullah” diyorlar.

Onlara dedim ki: “Yahu biz İsa aleyhisselâmı tasdik ediyoruz.” Ve kendilerine Kelime-i Tevhid’i okudum “İsa ruhullah” dedim. İşte bakınız, ben sizin peygamberinizi tasdik ediyorum, siz de bizim peygamberimizi tasdik etseniz ne olur, dedim.

“Hayır! İsa aleyhisselâm gökten inmedikçe ve sizin peygamberinizi aşikâr tasdik etmedikçe biz tasdik etmeyiz.” dediler.

Bunun üzerine yanımda iki arkadaş bulundu. Lâkin arkadaşlarım kimler olduğunu bilmiyorum. “Biz dua edelim de İsa aleyhisselâm gelsin ve bizi nasıl tasdik ediyor, göreceksiniz.” Dua ettik. İki kişi “Âmin” dediler. Lâkin İsa aleyhisselâm gelmeyince müteessir olduk. Yine dua ettik “Yâ Rabbi! Bizi bunların yanında niçin mahcup çıkarıyorsun?” dedik. “Bu din âlî değil mi?”

Tahminen, arası bir saat veya bir buçuk saat sonra, karşıdan üç kişi çıktı. Elhamdülillah İsa aleyhisselâm geliyor. Baktım birisi sakallı, ikisi şâbb-ı emred.

Dedim: “İsa aleyhisselâm otuz üç yaşında olduğu halde göğe huruç etti, ne için sakalında beyaz var?” Kalbime geldi ki “Allahu a’lem İsa aleyhisselâm değilse?” Bu zat ve iki arkadaşıyla yanımıza geldiler. Dikkatle baktım, Üstadımızın siması ve elbisesidir. Bizim yanımıza gelince, bizim altımız mağara imiş.

Yanındaki iki kişiye emretti: “Şurada kilitli salîbler, haçlar var. Cümlesini çıkarınız.” Çıkardılar. Nasâralara karşı hepsini kırdı ve kelime-i tevhid getirip Peygamberimizi tasdik edince, biz de Nasâralara “Bakınız, işte İsa aleyhisselâmın vekili geldi.” deyince, cümlesi tasdik ettiler.

Allahu a’lem bu rüyanın bir tabiri şudur ki: Üstadımızın Kur’an-ı Hakîm’den aldığı ve neşrettiği Risale-i Nur vasıtasıyla Nasâra’nın bir kısmı İslâmiyet’i kabul edecek ve Nasâra Müslümanları veya Hristiyan mü’minleri hükmüne geçip Üstadımızın sözlerini İsa aleyhisselâmın sözleri nevinden hüsn-ü kabul edeceklerine işarettir.

Evet, Risale-i Nur’da öyle bir kuvvet vardır ki Avrupa’nın en muannid feylesoflarını dahi teslime mecbur eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikisi olan, hakiki iman nurunu arayan Hristiyan muvahhidler, elbette Risale-i Nur’u görseler Hazret-i İsa aleyhisselâmın vesayası nevinden kabul edip sarılacaklardır.

Dereli Mutaf Hâfız Ahmed

***

(Âsım Bey’in fıkrasıdır.)

Bu Risale Fihristesi, hakikaten menba-ı nur ve mecma-ı hakikattir. Elhak Nur fihristeleridir. Şöyle söyleyebilirim ki: Otuz üç Söz, otuz üç Mektup’un her biri, feyezanda olan birer menba-ı nur-u hakikat ve gülistan-ı bağ-ı cinandır. Binaenaleyh bu müteaddid güller bağının her birisinden müteaddid güller koparıp dört kısım üzerine güller demeti yapılmış gibi vücuda getirilmiş bir eser-i cihan-kıymet olduğuna kanaat ettim.

Bu Fihristeleri okumak; herhalde ve behemehal Söz ve Mektuplar risale-i şerifenizi görmek, okumak, yazmak için insanı iştiyak ve gayrete sevk ediyor ve şiddetli kamçılıyor. Fakirce noksan olan risale-i şerifelerin hangisini evvela yazayım? Çünkü her biri birbirleriyle nur ve hakikat müsabakasına çıkmış diye mütelaşî ve heyecanlı bir vaziyetteyim. İnşâallah –dua-yı üstadaneleriyle– kâffesini yazarım. Şurasını da arz etmek isterim ki: Sabri Efendi kardeşimin ilhahı ve zat-ı üstadanelerinin ilhamı ile Fihristelerin telifi, çok musîb ve hayırlı hem hadsiz hakikatlere anahtar olmuştur.

Cenab-ı Hak, sevgili üstadımızı âfiyette daim, ömürlerine bereket ve her bir umûrunda muvaffakıyet ihsan buyursun da pek çok zamanlar başımızda tac-ı zafer olarak taşıyalım ve hizmet-i Kur’an’da çalışalım, yorulalım, yol alalım. Ve cümle mü’minîn de istifade etsin ve ehl-i bid’a ve mülhidlerin de başları yere gelsin.

Talebeniz Âsım (rh)

***

(Kuleönü’nden Sarıbıçak Mübarek Mustafa’nın kardeşi Küçük Ali’nin fıkrasıdır.)

(Bulunduğumuz asrın yaralılarından, manevî doktora muhtaç bir gencin fıkrasıdır.)

Aziz, şefkatli, muhterem Üstadım!

Bulunduğumuz asır, manevî seferberlik (harp) zamanı olduğundan, vücudumdaki yaralara baktıkça, yaralar gitgide daha fazlalaşmakta iken bir gün işittim ki “Sağdan sola geçiniz.” diye ilan ediyorlar. Ve otuz iki harfin birkaç adedini gaib edip ilan edince öyle bir yara daha açıldı ki evvelki yaraları unutturdu. Nasıl ki nass-ı Kur’an’da:

اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَٓا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا

Ashab-ı Kehf efendilerimiz beş veya sekiz delikanlı –asrımızdaki tahammül edilmeyen fenalık gibi– o asırda fenalıktan, fitneden kaçarak mağaraya iltica ettiler. Sebebi ise din-i hak üzere bulunan ehl-i imanı, zamanlarının padişahı olan Dakyanus putperestliğe davet edip kabul edenleri putlara kurban kestirip kabul etmeyenleri katliam ettiği sırada, Ashab-ı Kehf efendilerimiz mağaraya çekildiler.

Ben de asrımıza ve yaralarımıza baktıkça, bütün gün ruhum çırpınmakta iken “Acaba bu karmakarışık zamanda, benim gibi böyle manevî yaralı gençler, o mahkeme-i kübrada, Cenab-ı Vâcibü’l-vücud ve Takaddes Hazretlerinin huzurunda, Peygamberimiz Muhammed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm Efendimizden nasıl şefaat dileyebilirler?” diyerek, bütün gün ruhum ağlardı.

Madem Muhammed aleyhissalâtü vesselâma, binlerce maddî ve manevî yaralılar, dilsizler, nüzul olmuş, bütün kalbi kararmış, imanı yok bedevî adamlar, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın yanına vardığında, bir saat, bir gün sohbet-i Nebevîde bulunur; sonra kavim ve kabilelerine rehber ve muallim olarak döndüler. Ve madem kıyamete kadar bâki bıraktığı Kur’an ve Kur’an’ın tayin etmiş olduğu manevî doktorlar, kıyamete kadar gelecek mü’minlere maddî ve manevî doktorluk vazifesini görecekler. Ve şimdiki hal vilayetimiz dâhilinde bulunan manevî doktora müracaat edeyim diyerek, ruhum her an gezmekte iken bîhuş olup yattım.

Bana rüyamda üç şahıs gösterildi. İkisinin ismini söylemediler. Diğeri Üstadım Bedîüzzaman’ı, ismiyle söylediler. Hemen eline yapışıp ellerini öptüm. Üstadım acele olarak cebinden bir kalem ve bir kâğıt parçası çıkarıp bana verdi, hemen uyandım. Peder ve validem ehl-i kalp olduğundan, rüyayı anlattım.

Pederim “Bu zat Barla’ya henüz yeni geldi. Bir iki sene kadar oldu. Git, müracaat et.” dedi. Ben dedim: “Daha askere gitmedim, yaşım genç. Böyle büyük manevî bir doktorun yanına bu yaralar ile nasıl gideyim ve nasıl cerrahiyesine dayanayım?” Bana “Git!” denildi. Hitap iki oldu.

Hemen sabahleyin kalkıp gittim. Üstadımı görünce bir iki dakika titredim. Sonra fesübhanallah dedim. Doktoru görünce o yaralar bütün kuvvetleriyle bağırıyorlar. Verdiği eczalara tahammül edemeyecekler. O yaraları açamadım. Üstadım da talebeliğe kabul edip beş vakit farzı bırakmayacağıma çok çok tenbih etti.

Avdetten bir iki ay sonra, hemen askere gittim. Terhis oluncaya kadar; yirmi mah mukaddem bu yaralar içinde, her saat ve her dakika “El-mevtü hakkun” kaziyesini düşünüp “Acaba benim halim ne olur?” derdim.

Memlekete avdetimde, ağabeyim Mustafa’yı görünce ruhum biraz genişledi. Acaba bu nereden ileri geliyor, dedim. Bir iki gün sonra, mübarek ramazan-ı şerif gecesi üçüncü hitap olarak yine rüyamda, memleketimizin kenarında, Üstadım Bedîüzzaman, elinde bir asâ, çoban olup dellâllığını ilan ediyor. Ve diyor: “Ben Kur’an’ın dellâlıyım.” diye yüksek sesle bağırıyor, ilan ediyor. Ben heyecanımdan hemen uyandım.

Demek bakınız ey kardeşlerim ve bütün mü’minler! Üstadım Hazretleri değil memleketimize, bütün üç yüz elli milyon Müslüman’a her saat, her dakika, her an bağırıyor. Benim gibi zahir kulağıyla dinlemeyiniz, kalp kulağıyla dinleyelim ki her an bağırıp çağırdığını işitelim. Madem bu elmas ve cevherler, bu sergiler asrımıza verilmiş; bütün asrımızda kazancımızı versek yine o elmasların birinin fiyatını veremeyeceğiz. Bahar mevsimi geçmeden bütün cevherlerden alalım. O cevherler ise Risale-i Nur Külliyatıdır.

Ben âciz de Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü ve Beşinci Dal’ını okumaya ve yazmaya başladım. Ve yaralarımın birer birer kuruduğunu hissedince, Mektubat ve Sözler’i bütün kuvvetimle yazmaya karar verdim. Benim gibi yaralı kardeşlerime, bütün Müslümanlara, bütün kuvvetimle bağırıyorum: “Eyvah! Bu asrımızda, bu yaralar ile nasıl istirahat edebiliriz, yoksa… Bu asrın manevî doktoru ve ilaçları ise Kur’an’dan tereşşuh eden Risale-i Nur ve Mektubatü’n-Nur’dur. Onlara sıkı sarılalım.”

Âciz Talebeniz Ali Ulvi

***

(Kuleönü karyesinden İbişoğlu Mehmed’in bir fıkrasıdır.)

Muhterem Üstadım Efendim!

Kardeşim Mustafa, risaleleri yazmaya başlayalı beş sene oldu. Maalesef iki senesini zayi ettik. Üç seneden beri, risaleleri sair arkadaşlarla beraber, hizmetimizin haricinde her zaman okuyup istifade ediyoruz.

Bazı, köyümüzün ehl-i tarîkat olanları, bidayeten kardeşim Mustafa’nın okuduğuna ehemmiyet vermiyorlardı. Ben de bu okunan Sözler hem tarîkata hem hakikate pek muvafıktır. Bu zamanın yaralarına bir ilaçtır diyordum. Ve her ne zaman yeis içerisinde kalsam kardeşimin yanına gelir, işittiğim hakikatleri Risale-i Nur’dan okutur, dinler ve Risale-i Nur’un verdiği feyizle yaralarım tedavi olur, giderdim. Herhangi bir meseleden bahsedilse Risale-i Nur’da en iyisi vardır. Yalnız çok insanlar var ki Sözler’in kıymetini bilmiyorlar. Ben de bütün bu söylenen sözlere ilaç, risalelerde vardır diyorum. Olanca kuvvetimle küre-i arza bağırarak derim ki: “Hariçte görülen marazlara ilaç vardır.”

Ey kardeşlerim, istifade edelim. Bu risalelerden istifade etmeyenler ne kadar akılsızdırlar. Çok şükürler olsun ki böyle bir zat-ı muhtereme Cenab-ı Hak bizi eriştirdi. لِلّٰهِ الْحَمْدُ وَ الْمِنَّةُ

Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, ihsanıyla, eltafıyla, üstad-ı muhteremin himmetiyle ehl-i tarîkat ile birleştik. Şimdi Sözler’i çok okuyoruz. Ve onlar da çok istifade ediyorlar, menfaattar oluyorlar. Sözler’in hak olduğunu tamamıyla anladılar. Hattâ okumak için kardeşimi çok zaman icbar ediyorlar.

Bir gün kardeşim Mustafa risaleleri yazmaklığım için beni teşvik etti. Ben de yazmak için Yirminci Mektup’u aldım. İstinsah ettiğim bu mektupta üç tevafuk gördüm. Satırın yukarısında iki tane “nihayetsiz” var ve altında da üç “dünya” tevafuku var. Bu halden müteessir oldum. Dünya beni salmayacak diye yazmayı bıraktım. Şimdi tekrar niyet ettim. Bu niyetimin üzerine bir rüya gördüm. Üstad-ı muhterem siyah merkebin üzerinde râkiben yanıma geldi. Şu merkebi sağlam bir yulara bağla, emir buyurdunuz. Siz Üstadımın göstermiş olduğunuz her tarafı zincirden olan yuları merkebe taktım. Sıkı olarak bağlandı. Kımıldanmayacak bir şekilde kaldı. Ben de anladım ki o merkep dünyadır. İnşâallah duanızın himmetiyle, dünyamın bağlandığını anladım. Ve minallahi’t-tevfik deyip Üstad-ı muhteremimin himmetiyle risaleleri yazmaya muvaffak olurum ümidindeyim, inşâallah.

Yirminci Mektup’u elimde götürürken meydanda idi. Karşımda muhtar odası olduğundan risaleyi saklamıştım. O gece rüyamda, Üstad-ı muhteremimi büyük bir denizde ve denizin içerisinde sarayda gördüm. Bizim köyün insanları da o sarayın etrafında idiler. Âciz talebeniz doru ata binerek zatınızın yanına vardım. O adamlar bana, denizden nasıl atladığımı sordular. Ben de o adamlara cevaben: “At yeni nallı olduğundan hiç zahmet çekmeden geldim.” Halbuki deniz ince bir surette incimad etmişti. O esnada üstadım karşıma çıkarak “Ne için Sözler’i saklıyorsunuz? Bundan sonra Sözler meydanda olacak.” dediniz. O esnada benden at istediniz. Ben de güzel yürüyüşlü atı getirdim, o esnada uyandım. Allah hayretsin.

Âciz talebeniz Hacı Mehmed

***

Barla Lâhikası s.121-146

(Said’in fıkrasıdır.)

(Hulusi gibi mühim bir talebemin bana gönderdiği hediyesinin iadesine dair yazdığım bir mektubu, arkadaşlarımın tensiblerine binaen onların fıkraları içinde dercedildi.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, vefadar âhiret kardeşlerim Hacı Nuh Bey, Molla Hamid!

Sizler benim için çok ehemmiyetlisiniz. “Sıddık-ı vefiy bu zamanda yoktur.” diyenlere karşı sizleri gösteriyorum. Yirmi sene Van’da geçirdiğim hayat-ı ilmiye… benim için Van çok kıymettardır. Lillahi’l-hamd sizler o kıymettarlığı gösterdiniz. Ve Van’a karşı şedit hissiyatıma tam mukabele ediyorsunuz. Size medar-ı ibret bir vakıa söyleyeceğim, şöyle ki:

Geçen sene Barlalı, İstanbul ticaretinde bulunan Bekir Efendi’nin şeriki Mehmed Efendi vasıtasıyla bir mektup aldım. Mektup hârika olarak bana göründü. Çünkü Hulusi Bey “Nuh Bey’le görüştüm.” diye o mektupta bana yazıyor. Aynı mektupta, kardeşim Abdülmecid de Molla Hamid’in selâm ve duasını bana yazıyor. Aynı mektupta Nurşin-i Süflâ’da Molla Abdülmecid’in yazısı ve imzası vardı. Fesübhanallah dedim. En ziyade sevdiğim bu insanların ayrı ayrı memlekette bulunmakla beraber, bir mektupta bunların içtimaları tevafuklu bir levha-i temaşadır.

Bu sene yine o Mehmed Efendi Eğirdir’e gelmiş. Yine Nuh Bey’in aynı telgrafını, o zat bana getirdi. Fesübhanallah dedim. Nuh Bey’in lisan-ı hali, güya Mehmed Efendi’ye “Dostum ben seninle beraber Üstadımla görüşeceğim.” diyor, tahayyül ettim. Sonra yine o Mehmed Efendi’nin hizmetkârı Eğirdir’e gidip Mehmed Efendi’nin mektuplarını getirmiş. Yine Nuh Bey’in hediyeye ait, bana olan mektubunu getirdi. Dedim, kat’iyen bu iş tesadüfî değil. Sonra mektubun müştemilatına dikkat ettim. Tahmin ettim, Van’da Nuh Bey’in bana hazırladığı hediyeyi göndermek tarihinde, ben de aynı tarihte, aynı fiyatta (Hâşiye[1]) bir hediye-i azîmeyi Nuh Bey’in namına Van’daki ihvanıma gönderiyordum.

İşte bu iki tevafuk, bana işarettir ki: Nuh ile Hamid, talebelik ve kardeşlik için min tarafillah intihab edilmişler. Çünkü tevafuk bizim için bir emare-i tevfik-i İlahî olduğuna kanaatim gelmiş. Risalelerde tevafukatın bazı numunelerini göreceksiniz.

Fakat çok rica ederim ki gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim bir sebep, benim kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetin samimiyetini ve ihlası zedelememektir. Hem iktisat, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misal ile ince bir sebebi anlatacağım:

Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma.” dedi. Kabul ettim fakat iki kat fiyatını verdim.

Dedi: “Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?”

Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için menfaatimi terk ediyorum. Çünkü dünyaya tenezzül etmez, tama’ ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise; sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tama’ zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum. Sen madem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme! O da bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.

Ey Nuh Bey ve Hamid Kardeşlerim! Siz de gücenmeyiniz. Hem Nuh Bey, biliniz ki şu zamanda o havalide vefadarane, şefkatkârane beni aramaklığınız öyle bir hediyedir ki bunun gibi binler hediyeden kıymettardır.

Hem size gönderdiğim risaleleri muhafaza etmek ve sahip çıkmak ve benim yerimde onları himaye etmek binler lira kıymetinde bana karşı büyük bir hediyedir. Çünkü netice-i hayatımı ve vazife-i vataniyemi ve o havalideki kardeşlerimin uhuvvet ve muhabbetlerine karşı borçlarımı eda eden o risalelere ciddi sahip çıkmak, tam muhafaza etmek ve ehline yetiştirmeye vasıta olmak öyle bir hediyedir ki dünyevî hediyelerin binlerine mukabildir.

Hem emin olunuz ki manevî zararım büyük olmasa idi Nuh Bey’in hatırını kırmayacaktım. Şimdiye kadar, Cenab-ı Hakk’a şükür, hediyeleri kabul etmeye mecbur olmadım ve şu zamanda ehl-i ilmin bir sebeb-i sukutu olan tama’a girmeye ihtiyar benden selbedildi.

Hem eğer sizin hediyenizi kabul etseydim, çok zatların ya kalbi kırılacaktı veyahut elli senelik kaidem bozulacaktı.

Orada ve civarınızda bulunan eski talebelerim ve kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyorum ve onların dualarını istiyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

(Said Nursî’nin bir fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, sadık, çalışkan kardeşim, hizmet-i Kur’an’da arkadaşım Re’fet Bey!

Senin gördüğün vazife-i Kur’aniyenin hepsi mübarektir. Cenab-ı Hak sizi muvaffak etsin, fütur vermesin, şevkinizi artırsın.

Senin vazifen yazıdan daha mühimdir. Yalnız, yazıyı terk etmeyiniz.

Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki o düsturu cidden nazara almalısınız: Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârane ittihat gittiği vakit, manevî hayat da gider. وَ لَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رٖيحُكُمْ işaret ettiği gibi tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar.

Bilirsiniz ki üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedî ile içtima etse yüz on bir kıymetinde olduğu gibi; sizin gibi üç dört hâdim-i hak, ayrı ayrı ve taksimü’l-a’mal olmamak cihetiyle hareket etse kuvvetleri üç dört adam kadardır. Eğer hakiki bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etseler; o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.

Sizler koca Isparta’yı değil belki büyük bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinenin çarkları birbirine muavenete mecburdur. Hem birbirini kıskanmak değil belki bilakis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farz ettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünkü vazifesini tahfif ediyor. Hak ve hakikatin, Kur’an ve imanın hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi omuzlarında taşıyan zatlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder.

Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler, kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telakki ediyorum. Siz de üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdeta her biriniz ötekinin faziletlerine nâşir olunuz.

Kardeşlerimizden İslâmköylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum:

O zat yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. O daha çok hizmet eder, dedim. Baktım ki Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlas ile onun tefevvuku ile iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem üstadının nazar-ı muhabbetini celbettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim; gösteriş değil, samimi olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah’a şükrettim ki kardeşlerim içinde bu âlî hissi taşıyanlar var. İnşâallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdülillah yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet ediyor.

Küçük bir latîfe: Sohbet içinde sizden bahis geçti. Şükre dair meseleyi sordum: “Hüsrev’in yazdığını Re’fet Bey gördü mü?”

Bekir Ağa dedi: “Evet, gördü ve dedi: Çok güzel fakat acaba sen kalem karıştırmadın mı?”

Hüsrev dedi: “Yok, kendi nüshamda tam bütün gelmedi. Fakat kendilerine yazdığım tam geldi.”

Biraz münakaşa oldu…

Bu münasebetle kardeşim Re’fet Bey’e derim ki: Aslında tevafuk noksan olsaydı zaten ben tavsiye etmiştim ki kalem karıştırmasınlar. Asıl vaziyet bozulmasın. Bekir Ağa da gördü ki asıl müsveddede çıkıntı olduğu halde, tevafuk Hüsrev’in tarzında var. Onun için Hüsrev’in bir mahareti varsa tevafuku bozmamış. Hattâ Mu’cizat-ı Ahmediye’deki salavat tevafukunda tavsiye etmiştim ki kimse maharetini karıştırmasın. Fakat asıl müsveddelerde, en acemi bir müstensihin nüshasında birkaçı müstesna bütün tevafuktadır. Onun için sekiz ayrı ayrı müstensihin setredemediği bir tevafuk, elbette kuvvetlidir. Müstensihler bozmasınlar, tevafuku getiremeyen bozuyor. Demek en büyük maharet odur ki tevafuku bozmasın. Çünkü tevafuk var. Sen de Hüsrev’e yardım et ki hakikaten mevcud ve matlub tevafuku denk getirebilsin. Çünkü yoktan var etmiyorsunuz, hakiki varı yok etmeyin.

Sözler’le alâkadar olanlara selâm ve dua ediyorum.

Said Nursî

***

(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Üçüncü Kısmı’nın Dokuzuncu Mesele’sinde emir buyurulan hizmet-i Kur’an’dan fakirin hissesine iki erkek ve bir kız çocuğu düşmüş imiş. Aynı emri alıp gelirken düşünüyordum; acaba akraba-i taallukatımda çocuklar var, hangisini intihab edeyim? Benim bu düşünceme manen denilmiş ki: “Hay Ali! Sen kendi reyine muhtar değilsin. Onun intihabı başka kapıya aittir.” Üç gün sonra Yaşar ve Necati isminde iki çocuk, bana hem refik hem ders arkadaşı ve bir derece onlara kalfa olarak tayin edildim. Çocuklar hurufatı tam bilmedikleri için bazen yazı ile bazen kitaptan gösteriyordum. Bir ay sonra Kur’an okumaya başladılar. Beşinci ay içinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى hatme muvaffak oldular.

Mübarek Üstadım, bu hususu çok düşünüyordum ki lâekall bir iki senede Kur’an okumaya liyakat kesbedilirken, me’mulün hilafında meydana gelen bu emr-i azîm kimseye verilmez ancak ve ancak i’caz-ı Kur’an’ın o büyük denizinin reşhasıdır ve iki cihan fahri, Nebiyy-i âhir zaman, Peygamberimiz Muhammed Mustafa aleyhissalâtü vesselâmın himmet-i maneviyeleriyle o i’cazın izhar ve intişarına memur edilen üstadımın duası gibi çok büyük kuvvetlerle hasıl olduğuna, ben değil bu hale şahit, karyemizin ekserisi iman edip tasdik ediyorlar. Bütün köy ehl-i imanı namına, bu emr-i hayra vesile olan Üstadımıza, lâyüad ve lâyuhsa teşekkürlerle “Cenab-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun.” duasını âciz lisanımla daima söylüyorum.

Üstadım, bir şey daha var ki emr-i üstadanelerine intizardayım. O da şudur: Cenab-ı Hak ihsan ederse dairenizin şakirdini ­–Hâfız Yaşar– bu kışta bahara sebep olup mütenevvi çiçekleri açmasına nisan yağmuru misillü, vücudunuz o çiçekler arasında, bir gül-ü Muhammedî (asm) yetiştirmekte inşâallah vesile olacağınıza şüphe yoktur. Mübarek dairenin mübarek talebesine, mübarek cuma gecesinde hatminin duasıyla, hıfzının iptida duasını ve fakir-i pür-kusurun af duasını, bütün hâsse ve duygularımla, hürmetle el ve eteklerinizden öper ve kusurlarımın affını niyaz ederim, Efendim Hazretleri.

Hâfız Ali

***

(Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

Evvelki hafta irsal buyurduğunuz “Bir Sırr-ı İnna A’tayna” serlevhasını taşıyan risalenizi aldık. Esasen hiçbir hafta geçmiyor, sürurlarımızı tezyid eden, yeni ve hem gayet derecede şirin bir risale elimize gelmemiş bulunsun. İşte iki haftadır bu kıymettar risaleyi okuyor ve elimizden bırakmıyoruz.

Evet bu risale, Cenab-ı Hakk’ın istikbalde bu ümmete vaad ettiği güneşin tulûuna intizarımızı teşdid etmekle kalmadığı gibi bir taraftan içindeki hakikate bizi meftun ediyor. Ve diğer taraftan, acaba fezası zulmet bulutlarıyla dolu olan bu âlemin, o güneş neresinden ve ne suretle doğacak ve ne şekilde bu zulmet ve âfet saçan bulutları dağıtacak diye tahayyül ederken ikinci feyyaz, bir diğer zeyl, o güneşin vaktini tayin etmekle bizi pek büyük bir bâr-ı sakîlden kurtarmış ve senelerden beri almak istediğimiz halde alamadığımız derin bir nefesi vermiş ve bizi dilşâd eylemiştir.

Ahmed Hüsrev

***

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Bu defa, Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen İkinci ve Üçüncü Nüktelerle, Zeylini hâvi mübarek mektubunuzu almakla cidden bahtiyarım. Bu âciz kardeşiniz, gelen mektubunuzun, gerek muhterem Üstadıma ve gerekse o havalideki kıymetli arkadaşlarıma olan tesiri bana ait olmadığına ve belki benim bir vasıta olduğuma delildir. Çok tecrübe ettim, zat-ı fâzılanelerine mektup yazmak için bazen üç kelimeyi bir araya getiremiyorum. Ekseriyetle gaybî bir zatın ifadatını zaptına kādir olduğum kadar yazdığımı hissediyorum, demek yazdırılıyor.

Maamafih vaki takdirleri, bir dua olarak telakki ile teşekkür etmekteyim. Kur’an hizmetini dünyevî ve maddî menfaate sarahaten tercih eden, Hüsrev namındaki kardeşimi tebrik ederim. Cenab-ı Hak, böyle Hüsrevlerin adedini çoğaltsın ve daim artırsın, âmin! Bu kudsî hizmete candan iştirak eden zevatı bilmek, bana en büyük müjde oluyor.

Müftü Kemal Efendi, evvelki mektubu mütalaa etmişti. İki gün evvel ziyaretine gittim. “Hiç kimsenin bugüne kadar muktedir olmadığı dekaik ve hakaiki, Kur’an’dan bulup çıkarmışlar.” diyerek takdirlerini beyan, selâm ve dualarını tebliğ etmekliğimi söylediler. Bu dakikaya kadar mübarek mektubu Fethi Bey, Hacı Baha Efendi, pederim ve eniştesi ve Hacı Abdurrahman Efendi dinlemeye muvaffak oldular. Hâfız Ömer Efendi’ye de inşâallah ilk fırsatta okumaya çalışacağım.

Her mektubunuz, bana yeniden hayat verecek kadar müessir oluyor. Bu mübarek mektup, Dördüncü Remzin yazılışını ve bu fakire de ihsan edileceğini mübeşşir oluşu itibarıyla, bilhassa memnuniyet ve sürurumu mûcib olmuştur.

Hayli zaman evvel Kur’an’daki tevafuk sırrını açmaya başlamıştınız. Bugüne kadar lihikmetin mahfî kalmış olan i’caz-ı Kur’an’dan, böyle çok mühim bir faslının keşfine ve neşrine muvaffak oluşunuza, ne kadar hamd ve şükür edilse yeridir. İzn-i Bâri ile açtığınız bu yolda ilerledikçe, daha ne kadar hârikalar meşhudunuz olacak ve bunlardan muhtaç kardeşlerinize ne âlî müjdeler vereceğiniz; geceden sonra gündüz, kıştan sonra bahar, dünyadan sonra âhiretin vücudları gibi kat’î hissedilmektedir.

Ne büyük bahtiyarlıktır ki bu saadetlere mazharız. Ne kadar bedbahtlıktır ki bu nurlara göz yumarlar. Ne derece hatadır ki bu hakaike lâyıkı vechile alâkadar olunmaz. Ne caniyane ve ahmakane bir ruhtur ki üflemekle bu güneşi söndürmek düşünürler.

İşte bu ışıklı yolunuzda, Sahib-i Kevser’in delâletiyle Kevser’i buldunuz. Şefîu’l-mahşer’in izniyle Kevser ırmağının menbaında durarak وَ سَقٰيهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا âyet-i celilesini okuyor ve “Ey nâs! Kim ki ebedî hayat ister, işte âb-ı hayat; kim ki yolunu şaşırmış, işte vesile-i necat; kim ki küfür ve inadından dönmez, onu bekliyor şedit azap ve ikab.” ilh. gibi nurlu beyanatınızla her taifeyi ihya, ikaz ediyorsunuz.

Sizi kudsî hizmetinizde, alâ kadri’t-tâka takibe çalışan dost, kardeş ve talebelerinize birer maşrapa vererek muhtaçlara gıda, zayıf ve marîzlere ilaç, zalim ve kâfirlere semm-i kātil olan mâ-i kevserden ulaştırmayı emrediyorsunuz. Sizin kudsî hizmetinizle, irşadınızla açılan hakikat ufkuna bakınca, Kur’an’ın hudutları tayin ve tahdid edilmeyecek kadar vâsi bir havz-ı ekber olduğunu; Fatiha Besmele’sinin ب menbaından gelen, her birisi ayrı lezzette, ayrı şiddette, ayrı kuvvette, sureler namında yüz on dört âb-ı hayat şubelerinin kevser musluğundan bu havuza akmakta olduğunu görür gibi oluyoruz.

“İdrak-i maâlî bu küçük akla gerekmez

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”

El ele, omuz omuza vererek himmet ve gayret-i Hudâ-pesendaneleriyle mazhar-ı takdir olan uhrevî kardeşlerime selâm ve dualar eder ve muvaffakıyetler temenni ile dualarını istirham eylerim.

Hulusi

***

(Âsım Bey’in fıkrasıdır. Telvihat-ı Tis’a münasebetiyle yazmış.)

Sevgili Üstadım!

Ne diyeyim, müştakı olduğum bu risale-i şerife, bu sözler, bu hakikat, bu nur; bu fakire, lütf u kerem-i İlahî olarak ihsan buyuruldu. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Cenab-ı Kādir-i Mutlak Hazretlerine hadsiz ve hesapsız hamd ü sena ediyorum ki siz Üstadıma kavuştum ve bi’n-netice bu nurları, bu hakikatleri gördüm, okudum, yazdım ve gerden-beste-i inkıyad oldum.

Binaenaleyh tavsiye ve dua-i üstadaneleriyle feyizyâb olmak için Cenab-ı Zülcelali ve’l-kemal Hazretlerinden ve Mefhar-i Mevcudat Aleyhi Ekmelü’t-tahiyyat aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz Hazretlerinden ve bütün pîr, pîran ve mürşidan ve Şah-ı Nakşibend kuddise sırruhu Hazretlerinden ve bilhassa bütün mevcudiyetiyle gerden-dâde-i inkıyad ve teslim olduğum siz Üstadımdan tazarru ve niyaz ve istimdad ediyorum ki mütevekkilen alallah, ya Üstad-ı A’zam, tarîkat-ı Muhammediyenin maksat, gaye ve esasını, teferruat ve füruatını zikir ve beyan eden bu Dokuzuncu Kısım, bir nur-u tarîkat ve hakikattir.

Okumaya doyulmaz. Okudukça hasıl olan şevk ve lezzet hesaba gelmez. Hele Dokuzuncu Telvih, hülâsa ve icmal edilerek bütün hakikatler toplanmış. Temsilde hata olmasın, Hazret-i Mevlana’nın üfürdüğü neyden tuğyan ve feyezan eden, Hazret-i Ali’nin (kerremallahu veche) kuyuya söylediği esrar-ı hakikatten başka nedir? Farkı nerededir ki o ney, o kuyuda hasıl olan kamıştandır.

Kariham dar, kalemim âciz, kalbime tercüman olamıyor. Şu kadar diyebilirim ki benim gibi fakir ve müptedilere büyük ve pek büyük bir ders, bir mürşid ve mutmainneye erişmiş ve daha yukarı çıkmış safilere bir düstur ve ders-i ibrettir. Kıymet takdir edilmez bir şaheser-i tarîkattır, bir nur-u hakikat-feşan, bir gülistandır. Daha doğrusu, sırf bir ilham-ı Rabbanîdir.

Cenab-ı Lemyezel Hazretleri siz Üstadımı, bu ve bunun emsali âsâr-ı bergüzide telifinde, envar ve hakikatler neşir ve dellâllığında çok zamanlar daim ve kaim buyursun. Ve siz Üstadımı, sizi sevenlerin ve dellâllığında bulunduğunuz nidalarınızı işitmek ve dinlemek, okuyup yazmak, mûcibince hareket ve amel etmek heves ve iştiyakında bulunan kardeşlerimin başından eksik buyurmasın, âmin bihürmet-i Seyyidi’l-mürselîn!

Âsım (rh)

***

(Re’fet Bey’in fıkrasıdır.)

Muhterem Üstadım!

Bu Remizler, öyle hayret-bahş ve hârika-nüma eserlerdir ki okuyan ilim âşıklarına ezvak-ı nâmütenahî ve hissiyat-ı ulviye-i rakika bahşetmektedir. Bu hissiyat-ı âliye ile hayatımız o kadar tazelendi ki yeni hayatımızda sabit-kadem olmak şartıyla Hallak-ı Azîm’den uzun ömürler temenni ediyorum. Zira mütalaasına doyamıyorum. Ne kadar okursam okuyayım, diğer bir okuyuşumda okumamış gibi oluyorum ve yeni bir eser okur gibi oluyorum. Hadsiz bir zevk-i manevî ve nihayetsiz bir hazz-ı ruhî ile okuyorum.

İşte gerek Sözler ve Mektubat ve gerekse Remizlerin en hârika vasfı, zannedersem bu ince noktada olsa gerektir. Âsâr-ı saireyi bir defa okuyunca, ikinci bir defa okumaya o kadar heves uyanmıyor. Kur’an-ı Hakîm’in envarını ne kadar okursam okuyayım, def’-i cû’ edemiyorum. Bilhassa Remizler, fakiri çok teshir ve hayrete müstağrak kıldı. Ve onları derhal yazıyorum.

Re’fet

***

(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Bizi tarîk-i Hak’ta dolaştıran, manevî yaralarımızı tedavi eden, hakikat uğrundaki düşüncelerimize bir kat daha metanet veren, bugünün şeytankârane tehdidatına rağmen cesaretimizi takviye eden ve her hususta ruh ve kalplerimizi iman ve hakikat nuruyla nurlandıran ve sa’yimizde teşci eden ve Kur’an-ı Hakîm’in iki âyetini ihtiva eden Otuz Birinci Mektup’un Birinci ve İkinci Lem’alarını ve Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’ndan İkinci Remzi’ne ait mühim bir i’cazı da aldık, okuduk. Aldığımız manevî feyzi, benim gibi yoksul bir talebenizin kalp ve kaleminin haddi değildir ki tarif etsin.

Kıymettar Üstadım! Nasıl o Hâlık-ı Zülcelal’e nihayetsiz bir minnettarlıkta bulunmayalım ki aziz Üstadımızı vasıta kılarak en büyük nimetlerini, pek ziyade muhtaç olduğumuz bir vakitte veriyor, bizi teselli ediyor. Hem memnun ediyor hem de istikbalin nurlu yüzünü göstererek bizi o nura koşturuyor. Bir taraftan kardeşlerimizi çoğaltıyor, muhiblerimizi teksir ediyor. Maddî ve manevî kuvvetlerimizi takviye ediyor. Diğer taraftan saadet hazinelerinin anahtarlarını ellerimize veriyor.

Ey aziz Üstadım! Cenab-ı Hak sizden ebediyen razı olsun, âmin!

Ahmed Hüsrev

***

(Zeki’nin fıkrasıdır.)

Ben istiyorum ki bir an evvel bir yere çekileyim de mesaiden hariç zamanlarımı, o ulvi ve mukaddes hazine-i hakikat ve âsâr-ı giran-baha hizmetinde devama başlayayım. Fakat bugünlük bu yüce emelimin husulünden, bizzarure ve bilmecburiye mahrum kalıyorum. Hiç olmazsa şu günlerde elimde, o mütalaası gönüllere ve kalplere bir safa-yı sermedî ve câvidanî bahşeden kitab-ı kâinatın birer lem’ası ve birer nur-u timsali olan eserlerinizden bir iki tanesi elimde bulunsa idi, benim için nâkabil-i tarif bir sürur ve saadet menbaı olacaktı ve ne bulunmaz bir nimet ne ele geçmez bir define olacaktı.

Çok zaman evvel Sabri Efendi ağabeyim, yeni çıkan kudsî ve esrarlı nurlardan bir cüzü bari olsun göndermek fikrinde olduklarını bildiriyorlardı. Galiba müsait vakit bulamadıklarından yazıp gönderemediler. Hem bazı eserleri beraberimde getirmediğimden çok pişman oluyorum; onlardan başkalarını istifade ettirmek fırsatını bulamazsam da mütalaa eder, manen mücadeleye bir medar-ı kuvvet olurdu.

Netice itibarıyla mademki şimdilik o hazinelerden istifade edemiyorum; o halde, kendimi zararlı görmekte haklıyım. İnşâallah duanız himmetiyle, yakın bir zaman zarfında, o zararları telafiye kâfi bir zaman ve bir fırsat ele geçer.

Bir ömr-ü mukadderden ma’dud olan şu günlerim, şükür ve hamd ile geçmektedir. Bana öyle bir kanaat geldi ki kalbimi yokladıkça kalbim bu kanaati takviye ediyor, nefsimle mücadelede muzaffer olacağımı ümit ediyorum.

Aziz Üstadım! Şu hicrana ve firaka, muvakkat olduğu için tahammül ediyorum. Ayrılığımız her ne kadar muvakkat olsa yine beni müteessir ediyor. Bizzarure malayani şeylere maruz kaldıkça âh diyorum, Üstadımın yanında olsaydım ve kendi kendime, daha doğrusu kalbime ümit ve cesaret tavsiye ediyorum. Reddedilen bir arzu nasıl kesb-i şiddet ederse emellerimin şimdilik husule gelmemesiyle, iman ve emellerim de aynı nisbette kesb-i kuvvet ediyor, ruhum yükseliyor; kalbimde açılan pencereden, manen daha serin ve daha geniş nefes alıyorum.

Zeki

***

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Üstad-ı Muhteremim Efendim!

Bu mektubun mühim bir hususiyeti var. O da tarîk-ı velayet serlevhasını taşıyan ve çok ehemmiyetli bir mevzuu ihtiva etmesidir. Evet اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَاهُمْ يَحْزَنُونَ âyet-i celilesine bir nevi tefsir olan bu mübarek ve münevver eserle:

1- Tarîkat, hoşça tarif ediliyor.

2- Faydasından cüz’î fakat güzel bir misal gösteriliyor.

3- Velayet ve tarîkatın münasebeti ve ehemmiyetleri; inkâr edenlerin fırak-ı dâlleden oldukları ve bu hazine-i uzmayı kapatmak, tahrip etmek ve bu kevser menbaını kurutmak isteyenlerin fiillerindeki hata yüzlerine vuruluyor. Ve bu yolda, aklı başında ve insafı olanı ikna edecek delail ve misaller beyan olunuyor.

4- Meslek-i velayetin yekdiğerine zıt vasıfları ise seyr ü sülûkun iki meşrebi gayet sarîh izah ve tavsif ediliyor.

5- Vahdetü’l-vücud ve vahdetü’ş-şuhud meşrebi ile bundaki mühim varta beyan olunuyor.

6- Velayet yolları içinde en güzelinin sünnet-i seniyeye ittiba olduğu, velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası ihlas olduğu ve bu dünyanın dârü’l-hikmet ve dârü’l-hizmet olup dâr-ı ücret olmadığı fasih bir üslup ile takrir buyuruluyor.

7- Şeriatın şümulü; tarîkat ve hakikatin maksud-u bizzat hükmüne geçmemeleri iktiza ettiği, sünnet-i seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde bulunan ehl-i tarîkatın iki kısmı tarif ve sünnet-i seniyeye muhalefetleri misali ile fehme takrib ediliyor.

8- Tarîkattaki sekiz varta sayılmakla, nazar-ı dikkat celbediliyor.

9- Tarîkatın pek çok fevaidinden dokuzu, icmalen tedris buyuruluyor.

Heyhat! Bu maâliyatı lâyıkıyla fehmedemediğim için ancak kabiliyetim nisbetinde feyiz aldığımı itiraf etmek mecburiyetindeyim.

Bununla beraber bu bîçareye, bu mübarek eserinizle çok şeyler öğrettiniz. Bazı zayıf bilgilerimi takviye ettiniz. Mütalaalardan, musahabelerden ve vaaz u nasihatlerden, muhtelif meslek ve meşrep erbabıyla hasbihallerden edindiğim bazı noksan kanaatleri tashih ile sağlamlandırdınız.

Allahu Zülcelal Hazretleri dünyevî ve uhrevî bütün matlub ve maksudunuzu ihsan, bilhassa ümmet-i merhume-i Muhammediye (asm) hakkındaki dualarınızı dergâh-ı uluhiyetinde kabul buyursun. Hakikaten Kur’an’a, imana hizmetten başka bir şey düşünmeyen aziz ve muhterem Üstadımızı bu ümmete bağışlasın ve rıza-i İlahîsine nâil buyursun, âmin bihürmeti’l-Kur’ani’l-Mübin ve bihürmet-i İmami’l-Mübin!

Bu nurlu mektubu okuduğum zevatın hepsi, muhteviyatını takdir ve tasdik ettiler ve eminim ki çok istifade ettiler.

Aziz, müşfik Üstadım! Allah için size muhabbet eden bu âciz talebenizi, her vesile ile ikaz ve irşada çalışıyorsunuz. Manevî çok yüksek dersler veriyorsunuz. Fakat maddeten ve manen yakınınızda, şeref-i sohbetinizle müşerref ve hizmet-i Kur’an’a tevfik-i İlahî ile çok emekleri geçen, cidden çok muhterem ve çok kıymetli kardeşlerim gibi feyiz alamıyorum. Bunu da isyan ve kusurumun fazlalığından ve muhitin, hâdisatın beni daima Nurlarla iştigale mani oluşundan ve çok yaman nefsimin ve cin ve ins ve şeytanların hücumlarından biliyor ve bu sebeple bedbahtlığımı hissediyorum.

Gerçi mazhar olduğum ve –yüz bin kere yazık ki– şükrünü yerine getiremediğim niam-ı İlahiye hadsizdir. Fakat her gün, her saat, hattâ her dakika ve saniye, bu fâni hayattaki nasibimin kesildiğini ihtar etmekte olmasına rağmen, yine tamamen dünyadan elimi çekmekliğim mümkün olamıyor. Hazret-i Kur’an’a, sevgili Üstadıma çok kuvvetli merbutiyetim ve Nebiyy-i Efham sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin getirdikleri din-i mübine ve şeriata lâyetezelzel imanım, mübarek duanızla bu fakir-i pür-kusuru inşâallah hüsranda koymaz ümidi, yegâne tesellimi teşkil ediyor.

Bu mektubunuzda Yirmi Altıncı Söz’ün Zeyli’nde bahis buyurulan ve alâ kadri’t-tâka hükmüne tevfik-i harekete çalıştığım yol ki acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkıdır. Aziz ve muhterem Üstadımın tarif ve tavsiye ve irşad buyurdukları kestirme, Kur’anî ve nurani caddedir. İnşâallah bu yoldan dönmem. Temenni ederim ki hiç eksilmeyen ve vazife namı altında uhdeme tevdi edilen işler, bu sene duanızla ve hayırlısıyla biraz azalır da hakiki hizmete daha ziyade çalışırım. وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفٖيقُ

Hulusi

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Üstad-ı A’zam Efendim Hazretleri!

Bu defa hoş ve latîf tevafukatıyla nurani yolculara dest-i manevîsini uzatarak ziyadar parmağıyla “Bizler başıboş, gelişigüzel serpilmiş şeyler değiliz. Belki muvazene-i tamme ve tevafuk-u hakikiye ve bir kıyas-ı kat’iye ile inkişaf ve temevvüc eden Kitab-ı Semaviye-i Kur’aniyenin misalsiz birer yıldızlarıyız.” diyerek bâlâsı zîrine, sağı soluna eyâdi-i maneviyesiyle musafaha ve mukabele edercesine, tevafukatı müşahede edilen Kitab-ı Mübin’in lemaat ve tereşşuhatının tevafukatı, Onuncu Söz’de dahi müşahede edildi. Bu Söz’ün manidar ve hikmettar tevafuk ve intizamları, sanki kemal-i hararetle yekdiğerine müştak ve mütehassir birkaç samimi ve ciddi kardeş ve arkadaşların vuslatları gibi Kur’an-ı Azîmüşşan’ın her bir âyât ve kelâmı, taht-ı tasarrufuna aldığı kelime ve kelâmları, yine semavatın hadsiz elektrikleri olan yıldızlar gibi parlatarak, şu letafetleri ile insaniyet tarifine tam dâhil olan zîşuuru mest ve hayran bırakıyor.

Şurası da şâyan-ı hayrettir ki: Şu mübarek Onuncu Söz, mevzuu olan haşir mesele-i mühimmesi, kâinatın hitam-ı ömrüne muallak ve mukadder olduğu gibi, Risaletü’n-Nur arasında dahi bu Söz’ün en son tevafukatını göstermesi de ayrıca bir tevafuktur, diyorum. Cennet nehirleri demek olan Kur’anî nehirleri, enva-ı türlü âvâzıyla coşkun coşkun aksın, aksın ki zaman-ı cahiliyet ve devr-i fetrette, son derece ihtiyaçlı olan akvam üzerlerine tulû eden şümus-u Kur’aniyenin süratle inkişaf ve tevessü ve nev-i beşerin humsunu ihya, ebedî ve daimî bir nurla tenvir ve izae eylediği gibi şu asr-ı dalalet ve hüsran ve devr-i bid’at ve tuğyanda, ehl-i iman ve tevhidin yaralı ruhlarına merhem olsun.

Evet, altı yedi seneden beri hoş ve şirin bu manzarayı gören latîf ve nazirsiz bir gül-ü Muhammedî’yi (asm) koklayan ümmet-i Muhammed (asm) Sure-i Kevser’den “bihamdihî ve’l-minne” mükâfat-ı ruhiyesini ve dimağiyesini aldı. Ve bu noktaya ruhum emin idi ki çoktan beri ehl-i iman ve tevhid, İslâmiyet gibi bâki ve sermedî güneşin küsuf ve ufûlüne canavarcasına çalışmayı kendine vazife addeden ehl-i dalaletin pis programlarını görüp nevm-i gafletten uyanarak, Sure-i Kevser’i takip eden iki sureyi lisan-ı hal ve kāl ile okuyarak zındıklara hitaben “Bizler sizin nifak denizinde serseriyane ve zulümkârane gezen dalalet ve sefahet gemilerinize binemeyiz ancak Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın nurani ve tevhid sikkeli iman ve İslâm zırhlılarına bineriz. Menzillerimize vardığımızda muvaffakıyet ve semere-i sa’yimiz tezahür ve tahakkuk eder.” diye bağırarak ve اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ … الخ ferman-ı mübinini tilavetle, Sure-i Kevser’in müjde ve beşareti bizleri kuvvet ve metanete sevk hem behçet ve meserrete yetiştirdi. Maruzatıyla nusret ve fütuhatın gelmesi kokusunu alarak, fevc fevc daire-i Kur’aniyeye arz-ı dehalet ettiler. Bu hususta tesbih ve tahmidin ehemm vazifeleri olduğunu anlayarak tövbelerini reddetmeyen Cenab-ı Rabbü’l-İzzet Hazretlerine istiğfara şitab edip salah ve felâh ve fevz-ü necat yollarını tuttular.

“Hemen Rabb’im, hakiki verese-i enbiyayı teksir, dünyevî ve uhrevî âmâl ve makasıdına muvaffak buyursun.” duasını tekrar ile beraber Onuncu Söz’ün âciz kalemime kumanda verip yazdırdığı şu arîzacığımı takdime cüret eder, bilhassa dest ü dâmen-i muallâlarını öperim efendim.

Hâmiş: Harman ortasında Mevlevîvari dolaşan bu bîçare çiftçi, sözlerini de işlediği işe benzeterek, söylediğini tekrar söylemiş; geçtiği yere dönmüş, yine gelmiş ise de ne yapsın? Üstadı, yıldırım gibi seri hatvelerle ilerlerken hiç olmazsa karınca yürüyüşü takip edeyim, irtibat kesilmesin niyetiyle şu perişan cümleleri derc ve takdim ettim efendim.

Muhammed Sabri

(rahmetullahi aleyh)

***

(Ahmed Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Kıymettar Üstadım!

Bugün Süleyman Efendi kardeşimle irsal buyurulan; biri dünyanın ömrünü izah eden bir mektupla, diğeri Hazret-i Yunus aleyhisselâmın duasının fezailini gösteren Otuz Birinci Mektup’un Otuz Bir Lem’a’dan On Birinci Kısmının Birinci Kısmı’nı aldık ve okuduk.

Sevgili Üstadım! Bu kısım bizi o kadar mesrur etti ki tarifine muktedir değilim. Cenab-ı Hak sizden ebeden razı olsun.

Bu risale kat’î bir varlıkla bu ümmete necat kapılarını açıyor. Ve bu zulümatlı günlerin avdet etmemek üzere veda etmekte olduğunu ihbar etmekle beraber, şakirdlerini hep birden ve bir ağızdan münâcata davet ediyor.

Sevgili Üstadım! İstikbalimizi, nur deryasından fışkıran nücum-misal nurlarla aydınlatan ve bu kasvetli ve karanlıklı ve kâbuslu günlerimizde kat’î bir ümitle yaşatan ve her bir risalede lemean eden yeni bir başka nurla yüzümüzü güldüren Cenab-ı Vâcibü’l-vücud Hazretlerine bîhisab şükrümüzü takdim ederken, sevincimizi katlayan Üstadımızın vürûduna sabırsızlıkla intizarımızı arz ederim efendim.

Ahmed Hüsrev

***

Kardeşim Hüsrev, Lütfü, Rüşdü!

Size üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde fayda verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki:

Sizler –haddimin fevkinde– bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz.

Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatasız zannetmek hatadır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla insaf odur ki: Bir seyyie, bir hata görünse de sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir.

Hakaike dair mesailde külliyatları ve bazen de tafsilatları sünuhat-ı ilhamiye nevinden olduğundan hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telakkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.

Fakat münasebat-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel ve küllî surette sünuhat-ı ilhamiyedir. Tafsilat ve teferruatta bazen perişan zihnim karışır, noksan kalır, hata eder. Bu teferruatta hatam, asla ve mutlaka zarar îras etmez. Zaten kalemim olmadığından ve kâtip her vakit bulunmadığından tabiratım pek mücmel ve nota hükmünde kalır, fehmi işkâl eder.

Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım! Benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız Allah razı olsun diyeceğim. Hakk’ın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmarenin enaniyeti hesabına, Hakk’ın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ederim.

Bilirsiniz ki şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. Benim gibi zayıf, fikri çok cihetlerle inkısam etmiş bir bîçareye yüklenmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel ve mutlak hakaika biz, zahirî vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise kıymettar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazen onlara vekaleten tafsilata, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.

Bilirsiniz ki yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütura düşüp tatil-i eşgale mecbur oluyor. Ciddi hakaik ile tam meşgul olamıyor. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden iki senedir ciddi hakaike nisbeten yemişler, fakiheler nevinden tevafukat-ı latîfe ile ezhanımızı taltif etti, zihnimizi neşelendirdi. Kemal-i merhametinden o tevafukat-ı latîfe meyveleriyle, ciddi bir hakikat-i Kur’aniyeye zihnimizi sevk etti ve ruhumuza o meyveleri gıda ve kut yaptı. Hurma gibi hem fakihe hem kut oldu. Hem hakikat hem ziynet ve meziyet birleşti.

Kardeşlerim; bu zamanda dalalet ve gaflete karşı pek çok manevî kuvvete muhtacız. Maatteessüf ben şahsım itibarıyla çok zayıf ve müflisim. Hârika keramatım yok ki bu hakaiki onunla ispat edeyim ve kudsî bir himmetim yok ki onunla kulûbü celbedeyim. Ulvi bir deham yok ki onunla ukûlü teshir edeyim. Belki Kur’an-ı Hakîm’in dergâhında bir dilenci hâdim hükmündeyim. Bu muannid ehl-i dalaletin inadını kırmak ve insafa getirmek için Kur’an-ı Hakîm’in esrarından bazen istimdad ederim. Keramat-ı Kur’aniye olarak, tevafukatta bir ikram-ı İlahî hissettim, iki elimle sarıldım.

Evet, Kur’an’dan tereşşuh eden İşaratü’l-İ’caz ve Risale-i Haşir’de kat’î bir işaret hissettim. Emsalleri bulunsun, bulunmasın bence bir keramet-i Kur’aniyedir. İşaratü’l-İ’caz’ın bir sahifesine dikkat ettik, satırların başında bütün hurufat ikişer ikişer olup hârika bir intizam ile hurufatın vaz’edildiğini gördük. Onuncu Söz’de medar-ı tevafuk 3,4,5,6 rakamları, her birisi on üçte ittifakları; o on üçün de Altıncı ve Sekizinci, mahrem Dördüncü Remizlerde mühim bir esrar anahtarı olduğunu gördük. Bunda şüphemiz kalmadı ki kâğıt üzerinde daima kalacak bir keramet-i Kur’aniyedir, bir ikram-ı İlahîdir ve doğrudan doğruya, risalenin ve iman-ı haşrin tasdikine bir imza telakki ettik. Havada uçmak, su üzerinde yürümeye benzemiyor. Onlar muvakkat hem şahsın kemaline ve ihtiyarına, belki istidraca verilebilir. Doğrudan doğruya hakikate –hususan bu zamanda– hizmet edemiyor.

Her ne ise bir küçük mesele münasebetiyle çok konuştum ve çok da israf ettim. Ahbapla fazla konuşmak mergub olduğundan inşâallah bu israf affolur.

Kardeşiniz Said Nursî

***

(Biraderzadem merhum Abdurrahman’ın vefatını müteakip yanıma gelip kuvvetli emarelerle Abdurrahman’ın yerine bana gönderildiği kalbime ihtar edilen, gayet çalışkan ve hâlis kardeşlerimizden, elmas kalemli, Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulusi’nin, on fıkra yerine geçecek tek birinci fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ وَاَسْرَارِهَا

Ey benim muhterem Üstadım!

Âciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum bazen şarka, bazen cenuba, bazen garba, bazen şimale, bazen semaya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki “Mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakınında bulunan Bedîüzzaman vardır. O zatın Risale-i Nur’u müceddid hükmündedir. Hem aktabdır hem Zülkarneyn’dir hem âhir zamanda gelecek İsa aleyhisselâmın vekilidir yani müjdecisidir.” denildi. Bunun üzerine Üstad-ı Muhteremin nezdine vardım. Risaleleri, bize yazmak için emir verdi. Ben de on beş kadar Sözler’den yazdım ve okuyorum. İstidadım kısa, fikrim müşevveş olduğundan risalelerden hakkıyla istifade ve istifaza edemiyordum.

Bilâhare Yirmi İkinci Mektup’u verdiniz, yazdım. Bir iki defa arkadaşlarımla okudum. Âciz talebenizin maddî ve manevî, on beş yaşından beri mazide birikmiş olan küflü yaralarını tedavi etti, elhamdülillah. Bunun üzerine bir rüya gördüm. Rüya budur:

“Menamda, kıbleye karşı bir vilayete gittim. O vilayette gezerken iki büyük acib fabrikaya rast geldim. Bu fabrikalar, dünyadaki fabrikalara benzemiyor ve hem de bu fabrikalar insanın sağ cenahına geliyor. İkisinin de sahipleri yok. İçerisine girdim; fabrikanın biri büyük, biri küçük. Bu küçük fabrikayı ben idare ederim diye ona sahip oldum.” Bunun üzerine bir rüya daha gördüm:

Kıbleye karşı uzun bir kışla ve kışlanın içinde büyük bir fırın var. Ben de o fırının dairesindeyim ve ayak üzereyim. Karşımda, gençlerden ehl-i takva Süleyman isminde bir genç vardı. Ve sağ tarafımda yine gençten, İsmail isminde birisi vardı. Buna binaen, ale’t-tahmin yüz kadar gençler, o fırının dairesinde sağımda ve solumda ayak üzere idiler. Hayret ettim. Bunun üzerine büyük bir zat geldi, gençlerin önüne ufacık bir mendil serdi. O mendil üzerinden, dört köşe haşhaşlı ekmeği gençlere birer birer dağıttı. Bilâhare o mendilin içinden birer avuç da kuru üzüm dağıttı. Bakıyorum, o mendilden üzüm ve ekmek tükenmedi. Hayret ettim. Bana denildi ki: “Bu mübarek zat, Said Nursî’dir.” Ben de anladım ki bu hârika iş aktablarda bulunur dedim, uyandım.

Bunun üzerine risaleleri devam üzere yazmakta iken, Allah’ın tevfiki ve Üstad-ı Muhteremin himmeti erişti. Çok çok istifade etmeye başladım. Bilâhare bütün o rüyamda gördüğüm gençler, etrafıma toplandı. Her birisi bana arkadaş ve Kur’an’a talebe oldular.

Ve bir de bizim memleketin insanları, bir parça ehl-i tarîkat ve ehl-i takvadır. Memleketimizde zahir ve bâtın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve evham içinde boğuluyorduk. Risaleleri okudukça, şeytan-ı laîn ve nefsin hilelerini ve evhamlarını cehennemin dibine atıyordu. Risaleleri okurken çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı. “Bu koca bedî’, bu lü’lü-misal bu sözleri, bu kelimeleri nereden buluyor?” diye birbirimize çok defa diyorduk. Lisanına baksan, bir şey istifade edilmez gibi görünüyor. Halbuki söyledikleri hep hikmettir. Nazarımıza dehşet veriyor, nur serpiyor (Hâşiye[2]) diye tekrar tekrar iştiyakla okuyorduk. Bunun üzerine “Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur, okuyanlara bir iksir-i a’zamdır.” diye hükmettik.

Muhterem Üstadım, maddî ve manevî yaraları bulunan bu yüz arkadaşlarımın yaralarını, risaleler tedavi ediyor. Hattâ bazen bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler; âciz talebeniz bir risale okursam evhamını kaldırır giderlerdi. Cenab-ı Hak, Feyyaz-ı Mutlak ve Hallak-ı Azîm mevcudat ve camidat ve zerreler adedince sizden razı olsun, âmin!

Yarın mahşerde, herkesten evvel Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Hazretlerinin şefaatine mazhar ol, inşâallah, âmin!

Bu gençlerin her gün, her saat duasını alıyorsunuz. Ve her bir risaleyi okurken en aşağı sekiz on kadar arkadaş bulunuyor. Halbuki bu fitne-i âhir zamanda, bu gençlerin bir araya gelip hak söz dinlemeleri pek mühimdir ve medar-ı şükrandır.

Bu âciz talebeniz Arabî görmemiş ve medrese hiç görmemiş. Eskiden yazılmış Türkçe kitapları okurdum, maddî ve manevî yaralarımı tedavi edecek ilaç bulamazdım. Ruhum ve kalbim çok çırpınıyordu. Öyle bir dereceye gelirdim ki her saat kendimi intihar etmeye karar verirdim. “Acaba halim nedir ve ne olacak? Mürşid-i kâmil nerede bulabilirim?” diye çok merak eder ve yeis içerisinde kalırdım.

Cenab-ı Hak nasıl ki cehennem gibi bir zaman içinde cennet gibi bir zamanı halk eder ve her zamana lâyık çareleri icad eder ve her yaraya muvafık ilacı ihsan eder. Öyle de bu medresesiz zamanımızda bizim gibi yaralılara –Üstad-ı Muhterem vasıtasıyla– risaleleri Türkçe olarak telif ettiriyor. Buna ne kadar şükredeyim? Lâyüad velâ-yuhsa Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun ve Üstad-ı Muhteremi de Kur’an hizmetinde muvaffak edip iki cihanda aziz eylesin, âmin!

Ben hiçbir Arabiyat görmeden, medresede beş on sene okumadığım halde yalnız risaleleri yazıp ciddiyetle okudum. Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül ediyorum. Sebebi ise bu âcizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kâmil terbiyesi görmüş insanlar geliyorlar, benden işittikleri kelimelere meftun oluyorlar. Çok hocalar iki diz üzerine gelip risale okuyuver diyorlar.

Eğer sesim erişse idi olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim: “Risaleleri ciddi okumak ve yazmak, yirmi sene medresede okumaktan faiktir ve daha menfaatlidir.” Medresede okumaktaki maksat, evvela kendini kurtarıp sâniyen ümmet-i Muhammed’i (asm) kurtarmaya çalışmak değil mi? Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur, yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım.

Ve her bir risale, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir. Kalbi bozulmamış herhangi genç, bir risaleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa daire-i inkıyada geliyor, ıslah oluyor. Herhangi bir maddiyyun, bir risaleyi alıp okursa iman etmezse de hiçbir bahane bulamıyor. Herhangi bir dinsiz okusa ve tamam manasıyla anlasa imana geliyor. Herhangi bir feylesof okusa “Bundan daha yüksek akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine çıkamaz, akıl buna yol bulamaz.” diyor. Risale-i Nur, lisan-ı hal ile Avrupa meftunu bulunan tek gözlü Deccal’a “Ya iman et yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın.” diyor.

Şimdi aziz ders kardeşlerim! Bu fakir, bir tane mürşid-i ekmel ve kutub ararken Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla, keremiyle, lütfuyla, rahmetiyle, Üstad-ı Muhteremin sa’yi ile yüz on dokuz mürşid-i ekmel ve kâmil buldum. Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur, yüz on dokuz adediyle, her birisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır.

Ey maddî ve manevî yaralı olan genç kardeşlerim! Ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarîkat kardeşlerim! Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlana Hâlid radıyallahu anhüm, kuddise sırruhu Hazretlerinin derece-i kemalâtları, meratib-i imanları risalelerde ve Mektubat’ta vardır. (Hâşiye[3])

Ey kardeşlerim ve ey halifeler! Tarîkatın ve hakikatin müntehasını anlamak isterseniz risaleleri ciddiyetle okuyun. Bâlâdaki zatların arkasında gidersiniz ve yüksek imanlarına yaklaşırsınız.

Ey ehl-i tarîkat kardeşlerim, bilhassa sizlere çok rica ediyorum, risaleleri bir defa okuyunuz. Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’un her bir satırında, bir kitabın tesirini bulamazsanız bana ne derseniz deyiniz, kabul ediyorum.

Tekrar çok tavsiye ediyorum, okuyun, okuyun. Okudukça risaleler feyiz-âver nurları saçıyorlar. Okudukça iştiyaka getiriyorlar, usanç vermiyorlar. Başka kitapları bir iki defa okusan insana usanç veriyor. Halbuki risaleler öyle değil, okudukça başka başka iman halleri telkin ediyorlar.

Döneceğim bâlâdaki rüyanın tabirine; aklım yetiştiği kadar tabir edeceğim, Allah hayretsin.

Biri büyük biri küçük fabrikadan, büyük fabrika ise üstad-ı muhteremdir. Fabrikanın içerisinde bulunan acib ve garib, bedî’ âletler ise bu zamana kadar hiçbir imamın söylemediği kelimeleri ve iman telkinatlarını yapan Risaletü’n-Nur eczalarıdır. O küçük fabrika ise Risale-i Nurları kim okuyup yazarsa o dahi küçük fabrikaya benzeyecek. İçerisindeki bedî’ âletler ise Risale-i Nur’un düsturları, hakikatleri ve mesail-i imaniyedir. Okuyan ve yazan insanlar, öyle kuvvetli, sarsılmaz imanları bulacaklardır. Fabrika hareketi ise risaleleri okuyup yazan adamların kemal-i şevk ve heyecanla çalışmalarıdır. Görmüş olduğum vilayet ise velayet-i kübra yollarını gösteren Risale-i Nur’dur.

Bu rüyayı takviye için bir rüya daha söyleyeceğim: “Menamda, İstanbul’a yaya olarak iki defa gittim. İstanbul’a vardığımda, dükkânları hep açıktır, içinde sahipleri yoktur, dükkânların içinde –sandıklarda– büyük büyük mıhlar gördüm ve başka demir parçaları da vardı. Bunun üzerine manevî rahmet yağarken İstanbul’dan yaya olarak avdet ettim.”

Allahu a’lem bunun tabiri de dünyada İstanbul büyük ve güzel memleket olduğu gibi öyle de risaleler ve Mektubatü’n-Nur velayet-i kübra yollarını gösterir. Demir gibi kuvvetli, elmas mıhlar gibi hakikatin bürhanlarını satışa çıkaran ve her risale bir kudsî dükkân hükmüne gelen bir meşher-i nuranidir. O sergide, imanî nurlar teşhir ediliyor. Ve velayet-i kübra yollarını gösterdiğini, iki kere iki dört eder derecesinde kanaatim gelmiştir.

İkinci gördüğüm rüyanın tabiri, Allahu a’lem böyle olsa gerektir: Kıbleye karşı kışla ise manevî, Allah’a asker olan gençlerin Isparta vilayetindeki geniş dershanelerine işarettir. Ekmeği dağıtan zat ise Üstad-ı muhterem Said Nursî’dir. Ve ekmek pişiren fırın ise Üstadımın hususi medresesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise risaleleri okuyup lezzetini anlayan, benim gibi ve arkadaşlarım gibi هَلْ مِنْ مَزٖيدٍ diyenlerdir.

Evet Üstad-ı muhterem, insanlara manevî ekmek dağıtıcıdır. Bu fırında çok işaretler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor. Gençlerin ayakta olması ise gençlerin imanî risaleleri okuyup imanları kuvvetleneceğine işarettir. O tatlı ve yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise her şeyden daha tatlı i’caz-ı Kur’an esrarına ve imanın envarına işarettir ki onları Risale-i Nur dağıtıyor. Âciz talebeniz ise gençlerin başında ve sağ tarafta bulunduğum ise gençlere ihsan-ı İlahî, ikram-ı İlahî ve Üstad-ı muhteremin himmetiyle o gençlere vesile olacağıma işarettir, inşâallah. Benim aklım bu kadar eriyor. Bu kadar tabir edebildim. Rüyalarımın ıslah ve tabirini rica ederim.

Yirmi gün zarfında bir rüya daha gördüm: Eğirdir Gölü’nün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde Üstadım Said bulunuyor. Bu esnada eline büyük bir kırmızı kaplı kitap alıp çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhare hariçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip Üstadımın elinden o kitabı –yani okuduğu hutbeyi– istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara dedi ki: “Bu ana gelinceye kadar böyle bir hutbeyi hiçbir imam okumamıştır.” diyerek o hitabeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım. Allah hayretsin.

Bu rüyayı da bildiğim kadar tabir edeceğim: O deniz ise şeriat-ı Muhammediyedir (asm). O çadır ise Isparta vilayetidir. O hutbe ise Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise ya Şeyh-i Geylanî ya İmam-ı Rabbanî’dir. Risaleler makam-ı Mahmud yolunu tarif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.

Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı Mehdi Hazretlerinin pişdarı ve müjdecisi Üstadımın neşrettiği Risale-i Nur’dur. Ey benim kardeşlerim! Benim gibi âciz bir talebenin okumasından, anlamasından ne çıkar? Üstadıma ne sual açabilirim? Kaç kitap okudum da sual açayım ve mesele halledeyim? Ne gibi sual sorayım?

Dünyada çok kitaplar vardır ve o kitapları okumuşsunuzdur. Okuduğunuz kitapların hepsini de anladınız mı? Alâküllihal anlayamadığınız meseleler çoktur. Üstadıma sual açınız, meydana ilim çıksın ve iman hakikati çıksın da dünyada bulunan üç yüz elli milyon Müslümanlar da istifade etsinler. Ne kadar müşkülatınız varsa halledilsin, bizim gibi âcizler de istifade etsin.

Ey hocalar ve ehl-i kalp! Soracağınız suallerin cevaplarını Risale-i Nur’da bulabilirsiniz. Ehl-i keşif ve kalpten birisi, benim gibi âciz bir insandan Mehdi’yi soruyor “Ne vakit gelecek?” Daha Mehdi’yi anlayamamış. Dabbetü’l-arz kimler olduğunu bilmiyor. Bunlara dair, risalelerde birer bahis vardır. Her müşkül sualin cevabını o risalelerden arayınız, bulursunuz.

Ey hocalar ve halifeler! Bizim ilmimiz bize yeter deyip yıldız böceği gibi şavkınıza, ilminize aldanmayın. İnsanın kendi bildiği kendine kâfi gelmez. Her insan, her meseleyi yalnız anlayamaz. Uyuyorsunuz! Uyuduğunuz miktar artık yeter! Uyanmalı…

Peder ve validem ve cümle arkadaşlarım ve biraderim Ali çok selâm edip iki ellerinden öper ve dua etmektedirler.

Kuleönü’nde Sofuoğlu

Talebeniz Mustafa Hulusi (rh)

***

[1] Hâşiye: Maddeten otuz liralık, manen belki üç yüz liralıktır.

[2] Hâşiye: Evet Mustafa kardeşim, Said’in üç şahsiyetinden ikisini tamam fark etmiş. Said’deki üstadını, ders verdiği vakit âlî görüyor. Bîçare dostu olan Said’i, hakikatte olduğu gibi âdi görüyor ve gördüğü doğrudur.

Said

[3] Hâşiye: Merhum büyük kardeşim Mustafa, risalenin şakirdleriyle velayetin şakirdlerini ve birbirinin arasındaki dereceyi anlatmak istiyor. Bu meseleyi Risale-i Nur halletmiş. Hem tevhid-i âmî ile tevhid-i hakikiyi göstermiş. Hem gözü kapalı olarak gitmenin ve gözü açık olarak gitmenin farkını Risale-i Nur beyan etmiş. Hem âlem-i yakaza ile âlem-i menamı Risale-i Nur keşfetmiş. Hem âlem-i misal ile âlem-i şehadeti birbirinden Risale-i Nur ayırmış. Hem velayet-i kübrayı, velayet-i vustâyı, velayet-i suğrayı ve birbirinin farkını tamamıyla Risale-i Nur göstermiş. Bir sohbette, bir kademde –sahabelerin meseli gibi– zahirden hakikate geçmenin sebeplerini anlatmış. Hem tarîkat şeyhlerinin ve Eimme-i Erbaa’nın caddelerini Risale-i Nur beyan etmiş. Hem ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn ile elde edilen imanın farklarını Risale-i Nur göstermiş. Hem Hazret-i Ebubekir-i Sıddık (ra) ve Hazret-i Ömer (ra) ve Hazret-i Osman’ın (ra) meşrebini Risale-i Nur takip etmiş. Hem İmam-ı Ali’nin (ra) bir veled-i manevîsi olduğunu, Celcelutiye’yi tefsir ile Risale-i Nur’un kıymetini ve vazifesini Risale-i Nur göstermiş. Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Mehdi ve İsa aleyhisselâm ve Deccal ve Ye’cüc Me’cüc ve Sedd-i Zülkarneyn hakkındaki müteşabih hadîsleri Risale-i Nur tevil etmiş, esas maksadı anlatmış.

İmam-ı Ali (ra), Şah-ı Geylanî (ra), Sekizinci, On Sekizinci, Yirmi Sekizinci Lem’alar ile ve Sekizinci Şuâ ile keramat-ı evliya hak olduğunu ve yerde iken arş-ı a’zamı müşahede ettiklerini Risale-i Nur beyan etmiş. Hem umum müçtehidler “Mütekellimînden birisi gelecek, hakaik-i imaniyeyi ve bütün mesaili vâzıh bir surette beyan edecek.” diye müjdelerini, Risale-i Nur hâdisat-ı âlem ile ispat etmiş. Hem bütün her asırda gelen mebuslar, veliler keşfiyatlarında “Birisi gelecek, şarktan bir nur zuhur edecek.” diye Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini ve Üstadımın şahs-ı manevîsini ve talebelerin şahs-ı manevîsini görüp, bütün ümmet-i Muhammed’e (asm) Risale-i Nur’un faziletini, ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberî ile bütün ümmet virdlerinde azab-ı kabirden ve âhir zamanda gelecek fitneden, Deccal’ın şerrinden istiaze etmelerini ve yapacağı maddî ve manevî tahribatını Risale-i Nur tamir yaptığını görmüşler. Müjdeler, beşaretler, işaretler, remizler ile haber verdiklerini Risale-i Nur; Eskişehir, Denizli, Afyon, İstanbul gibi hâdisat-ı âlem ile göstermiş.

Elhasıl: Asırlardan beri beklenilen ve muntazır kalınan zat, Risale-i Nur imiş. Hattâ Üstadın kendisi de bir zaman böyle bir zatın geleceğine muntazır imiş. Halbuki ne ağabeyim Mustafa’nın ve ne de benim haddim değil ki Risale-i Nur’un kıymetini ve vazifesini beyan edeyim, heyhat! Risale-i Nur, Kur’an’ın has tefsiri olduğundan Kur’an’a bağlıdır. Kur’an ise arş-ı a’zama bağlıdır. Onun için Risale-i Nur’u Kur’an medh ü sena edebilir. Birinci Şuâ’da otuz üç âyetiyle işaret etmiş.

Bunu yazmaktan maksadım; ağabeyim Mustafa’ya, Risale-i Nur’dan meded ve Kur’an’dan şefaat ve Üstadımdan dua istemektir.

Talebeniz Küçük Ali

Barla Lâhikası s.103-121

(Sözler hakkında Murad Efendi’nin fıkrasıdır.)

Aziz Dost!

Derya-yı maariften sema-yı irfana İlahî bir hava ile coşup fışkıran ve sema-yı irfandan zemin-i maarife İlahî bir hava ile inen baran-ı marifeti ve feyezan-ı hikmeti zemin ile âsuman arasında seyre dalmıştım. Bu sırada coşan deryanın ka’rından, sahil-i beyana baha takdir edilemeyen cevahir geliyordu. Bunlardan bir miktar olsun almaya iktidarım gelmiyor ve gelemiyordu. Yalnız görüp alabildiğim bir şey varsa bedî’in cilvesiyle bedîiyatın neşesiyle hayrettir.

Murad

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

On dördüncü asrın elli ikinci sâline yetişip ahkâm-ı kat’iyesiyle mü’mine beraet ve mücrime idam-ı ebedî kararının infaz ve icrası gününe kadar bâki kalacak olan kavanin-i ezeliye-i Sübhaniyeyi, bi’l-külliye hedm ve imha etmek âmâl-i bâtıla ve efkâr-ı münafıkanesine kapılan ehl-i dalalet, ilk hatvelerini atmak istedikleri sırada, keşf-i kable’l-vuku olarak, işbu çelik kale tabir ettiğimiz, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın müfessir ve mümessili olan Nur deryası zahiren otuz üç adet, manen otuz üç milyon elmas, inci ve mücevherat-ı mütenevvia ve müteaddideyi vücuda getirdikten sonra, asıl kalenin bu teşkilat-ı nuraniye ve mühimme dairesinde tanzim ve tarsini iktiza ettiği hengâmda, edna bir amele olarak, yüz bin defa haddimin fevkinde olan şu kudsî vazifeye, bu abd-i âciz de tayin ve kabul edilmekliğimdeki tevfikat-ı Sübhaniyeye karşı, secdegâh-ı Rabbaniyede mütalaa ve riya olmasın, şu fâni vücudumu ârâmsız ifna etsem o mukaddes vazife dairesinde, bir dakika müşerrefiyetime mukabil ubudiyet etmiş olamayacağımdan اِلٰهٖى اَنْتَ ذُو فَضْلٍ وَ مَنٍّ وَ اِنّٖى ذُو خَطَايَا فَاعْفُ عَنّٖى kaside-i şerifesiyle arz-ı ubudiyet etmekle iktifa ettim.

Hulusi-i Sânî Sabri

***

(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

Bu hal karşısında kendimi düşünüyorum ve bir de peşinde koştuğum bu kudsî hizmete bakıyorum. Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanlarına hamdeder ve şükrederken bir kardeşimizin dediği gibi ben de kendime diyorum ki:

Evet Hüsrev, iyi olan sen değilsin; takip ettiğin yol iyidir, güzeldir, parlaktır. Ondan daha güzel ve ondan daha parlak ve onlardan daha nurlu, hiçbir şey olamaz diyorum.

Sevgili Üstadım! Size medyunuz, risalelere medyunuz. Bizi size ve risalelere ulaştıran Cenab-ı Hakk’a medyun ve müteşekkiriz ve hâmidiz.

Sevgili Üstadım! Mektubunuzda yorgunluğumdan bahis buyuruyorsunuz. Evet, bazen yoruluyorum fakat yorgunluktan istirahati arzu eden nefsimi, ruhum vazifeye davet ediyor ve belki bugünkü sa’yim, keffaretü’z-zünub olur çünkü Cenab-ı Hakk’ın rahmeti vâsidir, diyorum. İşte bu düşünce ile şevk ve sevince doğru ilerlerken yazılarımın kıymettar Üstadımı memnun etmesi, bu halimi kat kat tezyid ediyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Ahmed Hüsrev

***

(Küçük Zühdü’nün fıkrasıdır.)

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmını akşam fakirhanede Bekir Ağa ile beraber bazı hususi arkadaşlarımızla okuduk. Ve son risalenin dinsizleri iskâta kâfi geleceğine hepimiz kanaat ve iman getirdik.

Küçük Zühdü

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Vakit vakit mukaddesat-ı diniyeye, ehl-i dalaletin icra etmekte oldukları hücumlarla, ruhumda açılan cerihaların teellümatıyla müteellim olduğum bir anda, muhterem Bekir Ağa, Hızır gibi yetişerek Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmını sunup derdime derman oldu.

Evet, eczahane-i Kur’an’ın müstahzaratından ve ancak binden bir nisbetindeki hikmetinden olan işbu dürr-i meknun, es’ile ve ecvibe, işaret ve sarahatiyle tedavi ile mağmum kalbimi tesrir ve müteessir vicdanımı tenvir ve mükedder ruhumu mahzuz edince dedim:

Aman yâ Rabbi! Sen Resulün ve Habibin Muhammed Mustafa’nın (asm) hakiki ümmetine öyle bir tükenmez hazain-i hikmet bahşetmişsin ki o hazine-i kudsiye 1351 sene ahkâm-ı ezelîsi ve ferman-ı ebedîsiyle öyle bir hayat-ı bâkiye ihsan etmiş ki hakiki verese-i enbiya olan ulema-i be-nam, en kısa bir âyetten nice hakaik-i nâmütenahiye istinbat ve istihraç ederek ümmet-i Muhammed’in kulûb-ü mecruhalarını Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın âb-ı hayatıyla ihya buyuruyorsunuz.

Ey Mâlikü’l-mülk, ey Hâlık-ı Zülcelal, ey Hâkim-i Bîmisal! Senin Zat-ı Azamet-i Kibriyana iltica ederek niyaz ediyorum, şöyle ki: Ahkâm-ı Kur’aniyeyi i’lâ ve tarîk-ı Ahmediyeyi ibka ve hakiki verese-i enbiyanın âmâl ve makasıdını teshil ve teysir buyurarak, bu bîçare kullarını Kur’an-ı Azîmüşşan’ın daire-i nuraniyesinde mesudane i’lâ-yı kelimetullah etmeyi göstermeden hayat-ı bâkiye âlemine göçürme Allah’ım diyerek zahirî ve bâtınî gözlerimi levaih-i Kur’aniye ile perdeledim, Üstadım Efendim.

Pür-kusur talebeniz Sabri

***

(Sözler’i müştakların ellerine yetiştiren kardeşim Bekir Ağa’nın fıkrasıdır.)

Elimizdeki hakaik-i Kur’aniyeyi câmi’ Nur Risaleleri, her ân ve zaman bizi tarîk-ı hakikatin nurlarına istiğrak ederek, şu zaman-ı hazıranın ehl-i imanın kalbine verdiği ızdırabı izale etmektedir.

Hakk’a şükürler olsun ki ehl-i imanın üzerine musallat olan ve gayr-ı kabil-i tahammül olan hâlât karşısında, iman ve irşadın nurani dairesi dâhilinde, hak ve hakikate lâyık bir vazifede istihdam ediliyoruz. Şu zamanda yegâne medar-ı tesellimiz olan şey ancak Erhamü’r-Râhimîn’in tavassutunuzla bizi kavuşturduğu hakikatlerdir. Lisanım, şükranlarıma tercüman olamıyor. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Ancak söyleyebildiğim şey, beklediğim ümit, benim ve ehl-i imanın, bilhassa risalelerle alâkadar kardeşlerimin iki cihanda mesrur olmalarını ve bilhassa başta Üstadımızın kudsî ve pek azîm hizmetinden, Hâlık-ı kâinat hazretlerinin razı olmasını temenniden ibaret kalıyor. Bugünkü ahval-i müessifeden müteessir olmamak mümkün değil. Allah iyi yapar, inşâallah. Ben cahilim, bu kadar yazabildim. O Sözlerin kıymetini tariften âcizim. Ne kadar yazsam o eserlerin kıymetinden binde bir nebzesini gösteremez.

Talebeniz, Emrullah oğlu Bekir

***

(Tarîkat hakkında olan Telvihat-ı Tis’a münasebetiyle yazılmış.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Sevgili ve kıymettar Üstadım, Efendim!

Hâfız Ali Efendi kardeşimle irsal buyurulan Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Dokuzuncu Kısmını pek büyük bir sevinçle aldım ve okudum. Kısmen kardeşlerimle, kısmen de yalnız başıma, beş altı defa okuduğum halde, bu risalenin ruhuma ilka eylediği nurani feyizleri karşısında, okudukça okumak ihtiyacım artıyordu. Ve senelerden beri müştakı bulunduğum tarîkatın böyle ulvi, nezih, âlî hakikatlerini öğreten bu kıymettar risaleyi elimden bırakamıyorum. Her okudukça başka bir zevki veren ve kendi arkadaşları olan diğer risaleler gibi her bakışta başka bir güzellik ve letafet gösteren bu risaleyi ve içindeki ulvi ve âlî hakikatleri bize okuyan levhaların münderecatını belki dört beş seneden beri arıyor, bulamıyordum.

Sevgili Üstadım, Allah sizden ebediyen razı olsun. Nasıl ki bahr-i muhit içerisinde yaşadıkları halde, susuz kalmalarından dolayı değil belki kendilerinde zîkıymet şeylerin husulü için nisan yağmuruna şiddetli bir alâka ile ihtiyaç gösteren balıklar gibi benim de bu risaleye ihtiyacım şiddetli idi. Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak hazretlerine bînihaye şükür olsun ki hayatımın bu karanlık sahifesini de arzularımın pek fevkinde olarak nurlandırdı.

Evet, bu risalenin fakir talebenizde hasıl ettiği tesir ve intibalarını, kalemle ifadeden her vakit için âcizim. Küçük küçük cümleleri ve anahtarlarıyla pek büyük define ve hazineleri açan ve azîm girdapları kapatan ve tarîkatın nezih, âlî ve çok yüksek feyizli, sürurlu, zevkli, doyulmaz ve bırakılmaz bir yol olduğunu ders veren bu kıymettar risaleyi çok ehemmiyetli buluyorum. Ve bilhassa tarîkata mensup olup da haricin ittihamından kaçınan veyahut öğrenmek ve anlamak istedikleri halde muvaffak olamayan ve alâkadar olmak isteyen kardeşlerimi, bu risaleye mâlikiyetlerinden dolayı tebrik etmekte kendimi çok haklı görüyorum.

Kıymettar Üstadım!

Risalenin geri kalan kısmının da bir an evvel ikmaliyle, istifade ve istifazamız için irsal buyurulmasını, dest ü dâmenlerinizi öperek niyaz etmekteyim. Ve ikmal ve irsaline de arkadaşlarımla birlikte sabırsızlıkla intizarımızı arz ediyorum, Efendim Hazretleri.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hakir talebeniz Ahmed Hüsrev

***

YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP’UN ÜÇÜNCÜ KISMI VE ÜÇÜNCÜ ZEYLİN NİHAYETİDİR

(İkinci Sabri ve İkinci Hüsrev ve Birinci Ali’nin fıkrasıdır.)

Ey Yüce Üstad!

Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e çok şükürler ki size, o muazzam Kitab-ı Mübin’in hazine-i hakaikinin miftahını, rahmetiyle ihsan buyurmuş. O hakaik-i azîme ki bütün dünya halkının eşedd-i ihtiyaç ve atş ile sabırsızlıkla, mütereddid, mütehayyir “Acaba bir âb-ı hayat bulacak mıyız?” diye bir halette iken, o mahfuz ve mestûr zemzeme-i azîmenin musluklarını açarak, her meşrep ehlinin müracaatlarında içirilmemek kabil olmayan bir tarzda, cüz’î küllî hattâ pek âmî olanlar bile bir damla ile hararetini kestirecek derecede vazife-i âliyenizde münteşir, tekellüfsüz, tasannusuz, çok cihetlerle kanaat-i kâmile ile şahit olabildiğimiz bu vazife ile muvazzaf ve ancak ilm-i bînihayeden lemean eden, arş-ı Hudâ’ya nazar ile âleme rahmete vesile olduğunuz hengâmda ne diyebilmek mümkün ve ne cesaret!

Hem bütün mümkinatla alâkadar, o muhit ve ehass-ı havassın bile tam faik derecesinde massedebilmesi bence baîd diyebileceğim serâser nur olan eserlere, fakir gibi her hususta nısıf değil hiçin hiçi olanların, bu hususta mütalaa değil, elime kalem alıp o mübarek fikr-i âlînin içine müşevveş fikrimi karıştırmaktan korkuyorum ve cesaret edemiyorum. Gaye-i maksat olan, yalnız üstadım, her hususta muvaffakıyete kısa nazarım ile bakıyorum. Muvaffakıyetler neticesi, bizim için bir eyyam-ı mübareke uzaktan uzağa görünüyor. İnşâallah o yevm-i mev’udu, duanız himmetiyle göreceğiz ve biz görmezsek fütuhat-ı azîmeye nâil olan eserleriniz, pek bâlâ bir mevkide kahramanane müşahede edecekleri şüphesizdir. Cenab-ı Hak sizden ebedî razı olsun, dua-yı âciziyeden başka bir mütalaa dermeyan edemeyeceğimden o hususu fikr-i âlî, kalb-i safi kardeşlerime havale edip el ve eteklerinize yüzlerim sürerek, kırık dökük sözlerimden affınızı dilerim.

Üstadım, bu Üçüncü Nükte-i Kenziyeyi mütalaa ettim. Sure-i Alak-ı mübareğin hurufatının îma ettiği sırlar karşısında hayretimden gayr-ı ihtiyarî “Allah, Allah” lafz-ı celali ağzımdan çıkmakla öz ve gözlerim hazîn hazîn yaşarıyordu ve şöyle düşünüyordum: Evet, nasıl ki kâinatın her zerresi Hâlık-ı kâinat’a şehadet ve gülümseyerek haber veriyorlar. Öyle de kâinatın haritası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücudunu teşkil eden harfleri de hâdisat-ı kevniyenin mazi, hal ve müstakbeline lisan-ı halleriyle şehadet edecekleri bedihîdir diyorum. Bu düşüncemin izahını nihayetteki ihtarında buldum, elhamdülillah dedim.

Hele mübarek Sure-i Rahman, şu zamanın efkâr-ı bâtıla ve firavun-meşrep kafalara yıldırım-misal sâıka ile pek sarîh bir surette, her işi Rahmanu’r-Rahîm’in diye ispat ve otuz bir defa bir cümle tekrar ile çör çöpten ibaret olan tabiiyyun ve maddiyyun tahassungâhlarını, o kudsî harflerinin remziyle zîr ü zeber ediyor. Zaten Üstadım, çok yerlerde beyan buyurduğunuz gibi bu kâinat kitabını açan Kadîr-i Zülcelal ve Hakîm-i Zülkemal, o kitabı kapayıncaya kadar, o kitabın sahife, satır, harf ve noktalarını hakkıyla izah edecek ve hikmetini gösterecek bir müfessir, bir muarrifini ve o muarrifin verese-i hakikisini rahmeti muktezası ile eksik etmeyecek. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Evet Üstadım! Şahidim ki çok yorgunsunuz ve yoruluyorsunuz. Fakat o vazifenin kudsiyeti yorgunluğa değil, her şeye tercih edileceğini buyuruyorsunuz. Madem şu zamanda iki mühim cereyan-ı azîmenin birisinin kumandasını Cenab-ı Hak size tahmil etmiş oluyor ki bütün dünya Kur’an’ın beyan ve esrarından manen sizi dinliyor, inşâallah her vakit dinleyecek. Bu manevî muharebe zamanında netice-i muharebe yalnız insanların izmihlaline değil belki bütün mevcudatın netice-i tahribini taşıyan ve istimal eden muharriblerledir. Öyle ise siz yalnız bize değil, ilâ yevmi’l-kıyam bâki kalacak Müslüman yavrularının yaralanmaması için zırh; ve bir endahtta dünyayı sarsan, güruh-u hazeleyi boğucu dumanlar içinde bırakan, Kur’an-ı Hakîm’in son sistem malzeme-i mübarekelerini icada vesilesiniz. Var ol ey sevgili Üstadım! Hemen, Rabb’im yorgunluğunuza bedel bin ehl-i gazâ sevabı ihsan buyursun, âmin!

Affınıza mağruren şunu diyeceğim ki: Madem manevî cihad zamanıdır, muvazzaf askeriz ve askerlikten lezzet aldığımızı söylüyoruz; düşman hem dessas hem surî kuvvetlicedir. “Kılınç hasma göre çekilir.” düsturuyla, sizin telaşsız ve ârâmsız sa’yiniz göz önünde iken cephemize hile tuzağı addedilen hubb-u câh ve sermaye-i dünya gibi çok cazibedar şeylerle bizi aldattıklarını bilmeliyiz. Ve cepheyi bırakıp âfil şeylere aldanıp çok mübarek ve mukaddes şeylerin ayak altında kalmasına sebebiyet vermemek için ancak ve ancak Cenab-ı Kibriya’nın azamet ve kudretinden ve şümullü rahmetinden ve Şah-ı Levlâk’in himmet-i âmmesinden ve Zat-ı Üstadanelerinin makbul ed’iyelerinden gece ve gündüz hissemend olmamızı niyaz ediyorum ve böyle imanım var ve her dakika ârâmsız bekliyorum.

Hâfız Ali

(rahmetullahi aleyh)

***

(Hulusi Bey’in bir fıkrasıdır.)

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmı

1- Şeair-i İslâmiyenin tağyirine aslâ razı olmayan ve tahammül edemeyerek kulaklarını tıkayanların kanaatlerindeki isabete kat’î bir hüccet.

2- Tevilkârane “Zahirî muvafakat gösteriyorum.” iddiasında bulunanları, birinci zümreye ilhak ettirecek müessir bir kuvvet.

3- Ulemaü’s-sû ahzabına şedit bir tokat.

4- Muhtelif nam ve vesilelerle, dinsizlik gayesiyle bid’alar çıkaranlara, kāhir bir darbe-i kudret ve tavk-ı lanet.

5- Beşinci ve Altıncı İşaretler, ıslah-ı âlemin bizzat Hazret-i Mehdi’nin zuhuruna vâbeste olduğuna kanaat eden zümreden, bu zat-ı âlîşanın dahi bu emirde muktedir olmasında şüphe duyanların bu vehimlerini bertaraf edecek, itimatlarını temin edecek, gayet kuvvetli güneş gibi bir hakikat.

6- Yedinci İşaret, bu asrın en makul mücahedesinin nasıl yapılmak iktiza ettiğine delâlet eden, mahz-ı hikmet gibi hâssaları câmi’dir.

Âciz kardeşinizin bu kısa vasfı da elbette aczine şehadet eder. Yoksa bu hakaiki lâyıkıyla vasfeylemek, bu bîçarenin haddi değildir.

Dünyevî meşgalem, hususi işlerimiz ve pederime yardım gibi mecburi ahval ve duygular, evvel ve âhir arz ettiğim gibi hizmet-i Kur’aniyedeki vazifeme çok mani oluyor. Ne yapayım? ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ diyorum. Duanıza çok muhtacım ve muhtacız. Biz her vakit sevgili Üstadımıza duada bulunuyoruz.

Hulusi

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Üstad-ı Ekremim Efendim Hazretleri!

Ekalli, kırk seneden beri hakikat âleminde nurlar saçan nurani, kudsî, feyizli sözlerin kâffesi, bütün safahatında tarîkat ve seyr-i sülûka ait pencereleri küşad ile müştaklara temaşa ve berk-i hâtıf-misal تَعَالَوْا اَيُّهَا الْاِخْوَانِ nida-i beliği ile davet etmekte iken, dürbünî bir nazara mâlik olanlar, pek aşikâre görüp ve dinleyip iltica etmekte iseler de bu abd-i pür-kusur o nurlarla omuz omuza yürüyen, tarîkatın ne demek olduğunu, matla-ı şems-i füyuzat ve menba-ı fevz-i necat olan, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un dokuz levha-i saadeti câmi’ Dokuzuncu Nüktesini okuduktan sonra, alâ kadri’l-istitaa öğrendim. Nihayetsiz füyuzat ve hadsiz ezvak-ı mütenevviayı hâvi olduğunu, bir kat daha tasdik ettim. Elhamdülillah, şu nüktede nura muhtaç kalbime lâyüad nurlar bahşedildi.

Kalbimin hissedip lisanımın ifadeye muktedir olamadığı derya-yı hakikate dalarak, şu eser-i giran-bahanın şâyan-ı menn ü şükran olduğunu arz ve mâba’dinin tevali ve temadisini can u yürekten talep ve temenni etmekte iken, işte tetimmesi olan üç telvih de ihsan buyuruldu.

Bu hâtime kısmı, vartalardan kurtulmak çaresini gösteren irşad ve ikazlarıyla, cidden bir levha-i saadet ve bâis-i hayat-ı mücedded olmuştur. Acaba her an, en az bin bir nevi semere-i saadet ile tagaddi etmekten kaçan ve o cadde-i kübraya aslâ lâyık olmayan, iftira ve isnadat perdelerini görüp şu meşale-i adîmü’l-misali söndürmek, zulümat ve dalalat vâdilerine yol açmak isteyen bakar körlere, ne demeli?

Nazirsiz şuleleriyle asr-ı hazırı ihya ve tenvir ve istikbalin krokisini bihakkın tanzim ve tahkim eden Nurlar, ile’l-ebed pâyidar olsun. Dilerim Bâri-i Teâlâ Hazretlerinden ki şu âsâr-ı pür-nurun bütün ümmet-i Muhammed (asm)a tamimine muvaffakıyet ve müyesseriyet ihsan buyursun, âmin!

Sabri

***

(Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım Efendim!

Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’aniyede, yanlışlığın tarafımızdan nasıl karşılandığını sual eden ve hatasının esbabını bize izah eden sevimli mektubunuzu aldım. Bu kısmı, Sure-i Kevser’in latîf ve yüksek tevafukatını gösteren Altıncı Remiz’le ve bir de büyük bir fatihten daha büyük olan tarîkata ait kısımla beraber okudum.

Bu hafta sevincim ve şevkim pek ziyade idi. Bir taraftan, senelerden beri tabedilmesi ve âlem-i İslâm’a neşredilmesi için istinsah edilen o kıymettar mahzen-i hakaik, emin vâdilere gönderiliyordu. Diğer taraftan, şu baharın cazibedar güzelliğinden pek çok yüksek bir nuraniyetle karşımıza çıkan Yirmi Dokuzuncu Mektup’un her bir kısmının verdiği zevk-i manevî içerisinde yaşıyorduk.

Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen ikinci bir nükte-i Kur’aniyeyi, mektubunuz gelmeden evvel arkadaşlarla birlikte tekrar okuduk. Tetkik gayesi hiçbirimizde olmadığı için on dakika içerisinde, yazılan bu kısmın nurani şuleleri arasında kaldık. Okurken, ağzımızdan arada sırada çıkan sadâ-yı hayret ve taaccübden başka bir şey işitilmiyor ve yüzümüzden akan beşaşet, duyduğumuz manevî zevki tarife kâfi geliyordu.

Sevgili Üstadım! Her bir risale aramızda pek büyük bir sevinçle karşılandığı ve hayretle okunduğu ve lâyık olduğu şekilde hürmet gördüğü için her nasılsa vaki olan hatam hakkındaki mektubunuzu aldığım vakit, kıymettar Üstadım bu hali bize ihtar etmeseydiniz, biz hiçbir vakit böyle şeyle meşgul olmayacaktık ve “Yanlış var.” diyenlere karşı da hak dava edeceğimizde hiç tereddüt etmeyecektik. Sure-i Kevser’in ve Sekizinci Remzin tevafukat-ı hurufiyeleri üzerinde birer birer tetkikatta bulunmuş ve hiçbirinde noksan bulamamıştık. Esasen bu tetkikatımız, noksan aramak gayesiyle değil belki tevsi-i malûmat ve bir de manevî gıdamızı almak için vuku buluyordu. Bu akşam fakirhanede Re’fet, Lütfü, Rüşdü Efendi kardeşlerimle oturmuş bu hususta tekrar konuşmuştuk. Hepimiz diyorduk: Üstadımız bize söylemekte, hiçbir şeyden çekinmediğini biliyoruz. İşte bu hal bize kâfidir. Şimdiye kadar da böyle bir şey vuku bulmuş değildir. Bu hususta en büyük şahit; bu risaleler, ilmi kendilerine isnad eden zatların ellerinde gezdiği halde, onları da tasdike mecbur etmiştir.

İşte sevgili Üstadım! Bu hâdisat dimağımızı daha ziyade takviye etmiş bulunuyor ve bizi size daha ziyade rabtediyor. Her hususta bizi himaye ve vikaye etmekte olduğunuza kâfi ve daha kat’î bir bürhan yerine geçmiş bulunuyor.

Sevgili Üstadım! Bu hafta hatt-ı destinizle pek çok zahmet çekerek, bin müşkülat içerisinde yazdığınız, bütün Kur’an’daki tevafukatı gösterir bir nükteyi daha aldım. Bundan başka bu nükte gibi umumî olup yalnız tarzları ayrı olmak üzere iki tevafukat listesi daha yazılacağı iş’ar buyuruluyor. Onları da sabırsızlıkla bekliyoruz ve yorgunluğunuzu hatırladıkça yüreklerimiz sızlıyor. Cenab-ı Hak sizlere lâyık bir tarzda hayr-ı kesîr ihsan eylesin, âmin!

Hüsrev

***

(Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım, Muhterem Efendim!

Kur’an-ı Kerîm’in âyât ve kelimat ve hurufatında görünen ihtilaf bertaraf edilmek üzere, yeniden hakiki ve esaslı bir surette âyât ve kelimat ve hurufatın tesbit edileceği hakkındaki iş’ar-ı fâzılaneleri, cidden şâyan-ı tebşirdir. Bu ve bu gibi ahval, bizi Üstadımızın ulvi ve umumî olan vazifesinde her vakit için Cenab-ı Hak’tan muvaffakıyet talebinde bulunmaklığa sevk ediyor.

Bilhassa kardeşimiz Hacı Nuh Bey’e yazılan mektup sureti ve buna mümasil diğer mektubat, bizim hayatımızı değiştirmiş ve müstakbeldeki hayatımıza nurlar serptiği gibi bugünkü insanlığın giriftar olduğu riyakârlık, tabasbus ve temelluk ve emsali gibi pek çok ahlâk-ı rezileden kurtarmış ve her birerlerinin yerlerine de ahlâk-ı hasene fidanları gars ederek, birer şecere-i âliye ve nâfizenin vücuda gelmesine sebebiyet vermiştir.

Hattâ o kadar diyebilirim ki bugünkü beşeriyetin duygularından bambaşka bir hayata sevk etmiş ve her an “Hâlık’ımız bizden ne suretle razı olacak ve bugün ne gibi bir sa’y ile sahife-i hayatımı kapatacağım? Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşan aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin, dalalet yolunu tutan veyahut dalalete gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne suretle tarîk-ı hidayete getirmek için sa’y etsek hoşnudiyet-i Peygamberîyi (asm) celbedebiliriz?” duyguları ve mefkûreleriyle yaşatmaktadır.

Kıymettar üstadlarına her hatvede ittibaı seven o talebelerinizin ruhlarında, üstadlarının en güzel fıkrası olan “Kur’an-ı Azîmüşşan’a feda olan bu baş, başka yere eğilmeyecek.” sözü hayatımızda en güzel ve en büyük bir miftah ve bir düstur olmuştur. İşte bu hayatta, bu zevkle yaşadığımız için bu vâdideki korku denilen mevhum kuvvet, talebelerinizin hak uğrunda gösterdikleri cesaretten korkmaktadır.

Rıza-i İlahî uğrunda her gelecek hale memnuniyetle göğüs germeyi, üstadlarının halinden her gün ve her an ders alan talebelerinize ve kardeşlerime, hayırlı muvaffakıyetler ve saadetler temenni ederken sevgili Üstadım, size de lâyık olduğunuzdan daha güzel bir şekilde ve daha elyak bir tarzda eltaf-ı Sübhaniyeye nâiliyetiniz için dua eder ve dâmenlerinizi kemal-i hürmet ve tazimle öperim, Efendim Hazretleri!

Hüsrev

***

(Nasuhizade Şeyh Mehmed Efendi’nin fıkrasıdır.)

Bülbül-ü Bağistan-ı Kur’an, Üstad-ı Ekremim, Efendim Hazretleri!

Mürşid-i ekmel, şeyhim Hacı Rahmi Sultan Hazretleri, seferberliğin ikinci senesinde irtihal-i dâr-ı beka buyurdular. Burdur’u teşrifinizden bir ay evvel, merhum Rahmi Sultan ile beraber bir cami-i şerifte birkaç cemaatle bulunmakta iken, sükût-u hal-i murakabeye varıldı. Bazı veliler ruhanî teşrif buyurdular. Nihayette, siz Üstadım teşrif buyurdunuz. Bir cezbe-i Rahman zuhuruyla uyandım, kendime geldim. Bir ay sonra Burdur’u teşrif ile bazı yevm sohbet-i irfaniyenizde bulunup ruhlarımıza gıda bahşolundu.

Şu tulûatımı arza ictisar ediyorum:

Halka-i hakikatte devrandadır ol mübarek Üstad

Kavuşturdular ruhunu, ervah-ı enbiyaya ânın

Mest-i müstağrak olup hayrettedir ol mübarek Üstad

Mübarek Kur’an’ın dellâlısın dediler âna

Sözleri candır, onu tutmayan ruhsuzdur heman

Bütün söylediği nur-u hikmettir ânın

Mi’rac-ı ruhanîde devrandadır ol mübarek Üstad

Kalbim içre feyz-i Nur’un görmüşem heman

İçi umman-ı vahdette, dışı sahra-yı kesrette görünür Üstad

Dünyada, uhrada refik olalım âna

Umarım Mevlam ihsan eder biz âciz kullarına

Nasuhizade Mehmed, söyledi heman bu sırları

Hazine-i Kur’an’ın bir miftahıdır Hazret-i Üstad.

Nasuhizade Şeyh Mehmed

***

(Âsım Bey’in fıkrasıdır.)

Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

Bu arîzamı takdim ve tasdi’a iki sebeb-i mücbir hasıl oldu:

Birincisi: Sevgili Üstadımın geçenki iltifatnamelerinin bir fıkrasında buyuruluyor ki: “Bu fakir ile aziz kardeşim Hüsrev gibi yüksek, ciddi, hâlis kardeş ve talebelerimi, âhir-i ömrümüze kadar hizmet-i Kur’an’da daim eylesin.”

Muazzez Üstadımın bu dua, bu niyaz ve himmetlerine bütün mevcudiyetimle âmin dedim ve daima da diyorum. Ve Cenab-ı Lemyezel Hazretlerine de daima niyazım budur. Ve pek muhterem ve pek sevdiğim Üstadımın dua ve himmeti sürur, sevinç gözyaşlarımı akıttırıyordu. Bu fıkra ve cümleyi takip eden ikinci fıkra ki aynen yazıyorum:

“Ve ben öldüğümde sizi arkamda vâris bırakarak ferah ile kedersiz kabrime girmek rahmet-i İlahiyeden ümit ederim.” Burası beni çok düşündürdü ve hiçbir dakika üstadımın bu arzu, bu talep ve rahmet-i İlahiyeden bu ümidi, zihnimden ve fikrimden ve kuvve-i muhayyilemden hiç çıkmıyor. Binaenaleyh bu fıkraya bütün zerrat-ı mevcudiyetimle âmin dedim ve Cenab-ı Hakk’ın fazl u keremini tazarru ve niyaz ettim.

Bununla beraber –ya Hazret riya değil, tasannu değil, içimden doğuyor– gönül şöyle istiyor ve arzu ediyor: Bu fakir, siz Üstadımdan evvel kabre girsin ve siz dâr-ı bekanın ilk kapısına gelinceye kadar, dâr-ı dünyada bulununuz ki bu fakir ve muhtaç olan talebenize arkasından göndereceğiniz dua ve hediyenizle mütena’im, şâd ve mesrur olsun. Ve sizin teşrifinizde –ki Erhamü’r-Râhimîn olan Rabbü’l-âlemîn’den dua ve niyazım budur– ruhum sizi istikbal etmek şerefiyle müşerref olabilmek gibi gönül arzu ve hayatı hasıl oluyor (Hâşiye[1]) ve çok düşündürüyor.

Ve bu arzu ve niyazımdan daha büyüğü ve şedidi şudur ki: Üstadımın dâr-ı dünyada daha pek çok zamanlar kalması, dolayısıyla vazife-i kudsiyenizin devamı ve hakikat ve hidayet nurları olan Risale-i Nur ve Mektubatü’n-Nurların teksiri ve intişarıyla, hâb-ı gaflette olanların, dalalette kalanların, ehl-i bid’a ve mülhidlerin tarîk-ı hak ve hidayete girmeleri için siz Üstadımın çok zaman daha yaşamaklığınızı ve başımızdan eksik olmamanızı ve sizin gaybubetinizle, bizlerin yetim ve öksüz kalmamaklığımızı gönül arzu ediyor.

Daha çok söylemek isterim fakat iktidar ve kifayetsizliğimden kalemim, kalbimin tercümanı olamıyor. Her iş gibi bu arzumu da Cenab-ı Kibriya’ya havale ederiz.

Âsım

(rahmetullahi aleyh)

***

(Hâfız Ali’nin bir fıkrasıdır ki küçük bir meselede “Gücendin mi?” diye istifsar münasebetiyle yazılmıştır.)

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!

Hayatımın her safhasından kıymetli ve o hayatı, pervane-misal, bir emrinin infazına ateşte yakmaya her an hazır olduğum kıymetli Üstadım!

Evet, değil böyle hakikat uğrunda, hattâ bir kıymetli hediyeyi ihsan eden Padişah-ı Zîşan için o hediyeyi sarf etmekte tereddüt edilemez. Öyle de Üstadım, bize emanet olarak ve ne zaman alınacağı meçhul olan hayatın ve her zaman emrine âmâde ve hazır olduğum Cenab-ı Mün’im’in, o emanet üzerine ne gibi emri vaki olsa inşâallah bilâ-tereddüt emanetini iadeye hazırız. Madem siz, o Padişah-ı Bîzeval’in kurbiyet-i İlahiyesinde, aynı emrini tebliğe memur bulunuyorsunuz; öyle ise her mübarek sözünüz hak ve aynı rahmettir.

Hem Efendim bahçıvan-misal fidanları büyütmek üzere, hayvanat-ı muzırranın taarruzundan bir an evvel kurtarmak için aşağı dallar kesilir ki tâ yükselsin. O fidanların hiçbir cihetle hakları yoktur ki “Bizi tımar eden ve hayatımıza sebep olan, bizi bazen rencide ediyor.” diyemezler. Zira hal-i asılları ile kalsaydılar bir muzır hayvan koparacaktı ve topraktaki kökü de tefessüh edecekti, yok olacaktı.

Evet Üstadım, mübalağasız, pür-kusurlukta mislim olmadığını nefsime bile bazen kabul ettirdiğim yalnız pür-zünub talebenizi; dizlerime değil, belime değil, boğaz çukuruma değil belki de boyumdan aşan ve belki dâhilimin de siyah çamurlara mezcolduğu ve tefessüh etmeye başladığı bir zamanda Hızır gibi yetişip ve misl-i Lokman, Kur’an-ı Hakîm’in şifahanesinden lemean eden mualecelerle, tedaviye başladınız. Hayat ismine lâyık bir hayat bahşına vesilesiniz. O hayatı ihsan edene ve vesile olan uğruna, o hayatı ifna etmemek (Hâşiye[2]) kâr-ı akıl değildir.

Hem bir hasta, ameliyata muhtaç olduğunu bilmelidir. Ve hastasını gece gündüz tedavi altında bulunduran eczacıya karşı yüz binlerle teşekkür ve o eczacıya eczahaneyi teslim eden Hakîm-i Pür-kemal, Kadîr-i Bîmisal Hazretlerine nihayetsiz hamd ve şükre borçluyuz. Ve bu borcumu îfa edemediğimden pek mükedderim. Allahu Teâlâ sizden ebeden razı olsun.

Hâfız Ali (rh)

***

(Hulusi Bey’in bir fıkrasıdır.)

Aziz Üstad, Müşfik Kardeş, Muhterem Mücahid!

Son iki hafta içinde, iki defada vürûd eden Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Altıncı Kısmı ile Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’aniye ve Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın Sekizinci Remzi ve Altıncı Remzi isimlerini taşıyan mu’ciz-nüma eserleri aldım.

Birinci Mektup, hasbe’l-beşeriye çok sıkıldığım bugünün hemen saatinde elime geçti. Evet, gözlerim böyle bir nura, aklım böyle bir derse, hasta vücudum böyle bir ilaca, muzdarip ruhum böyle bir teselliye, nihayet zalim nefsim böyle bir manevî terbiyeye çok muhtaç olduğu bir zamanda bu eserin yetişmesi hem hakikatte üç gün sonra postaya verilen ikinci eserden dokuz gün evvel gelmesi, kat’iyetle gösteriyor ki bu iş kendi kendine veya tesadüfî olmuş değil. Belki gelmiş değil, gönderilmiş. Yetişmiş değil, yetiştirilmiş. Maksadsız değil, bu hizmete koşturulmuş. Hattâ bir dest-i gaybî tarafından en lüzumlu bir anda, en muhtaç ve Kur’an hâdimlerinin en zayıfı, en âcizi, en liyakatsizi, en zebunu bulunan bu bîçare kardeşinize mahz-ı eser-i rahmet ve inayet olarak sunulmuştur. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Altıncı Kısmı’nı pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman ve diğer bir zat hazır iken geçen cuma okudum. Ben birkaç defa sırf kendi hesabıma mütalaa ettim. Okuyacak ve okunması icab edecek mahdud zevatın da inşâallah istifadesine çalışacağım.

Bu nurlu eserler hem okşamak hem korkutmak gibi iki zıt tesiri haizdir. İnsanlara bu iki vasıtadan birinin müessir olacağı da şüphesizdir. İşte bu hakikati göz önünde bulunduran şerait-i imandaki esaslara müşabih bir tarzda, Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerini ve hâdimlerini hakikaten ikaz ediyor ve aldanmamaları için altı esası kendilerine bihakkın ders veriyorsunuz:

1- Hubb-u câh yerine, Allah’a imanın bir manası olan rıza-i İlahîyi…

2- Havf ve vehim yerine kadere imanı…

3- Hırs ve tama’ yerine اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ âyet-i celilesi delâletiyle Kur’an’a, kütüb-ü İlahiyeye imanı…

4- Menfî milliyetçilik hissi yerine bütün cin ve inse mürsel, Nebiyy-i Efham (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin mesleğini; اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ve وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا gibi âyât-ı mübarekeyi derhatır ettirmek suretiyle Peygamberlere imanı…

5- Enaniyet yerine acze, noksanımızı itiraf ve Kur’an’ın tereşşuhatının neşir ve muhafazası babında hissemize düşen hizmeti yapmak ve hizmetle mükellef olduğumuzu bilerek neticeyi hesaplamamak yani bir nevi beşeriyetten çıkmak. Kütüb ve suhuf-u enbiyayı inzale vasıta olan melaikeye benzemek suretiyle meleklere imanı…

6- Tembellik ve ten-perverlik yerine vazifedarlık… Kudsî ve her saati bir gün ibadet hükmüne geçecek kıymette olduğuna şüphe edilmemek lâzım gelen Kur’anî hizmete vakit bırakmayacak hallere karşı, bu hizmetin ulviyetini düşünerek elden çıkmazdan evvel gözü dört açmayı, yani ölmezden evvel hayatın kadrini bilmek gibi kat’î bir lisanla âhirete imanı delâleten, remzen, işareten, sarahaten ders veriyorsunuz ve ikaz lütfunda bulunuyorsunuz.

Allahu Zülcelal Hazretleri sizden ebeden razı olsun ve ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi dalaletten kurtarmak ve şahrah-ı Kur’an’a delâlet eylemek hususundaki ihlaslı mücahede ve hizmetinizde daim ve muvaffak buyursun, âmin bihürmet-i Seyyidi’l-mürselîn ve bihürmet-i Kur’ani’l-Mübin!

“Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’aniye” serlevhalı eserle, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın Sekizinci Remzi’ndeki füyuzat, tarif ve tavsif edilemeyecek âlî ve müstesna bir vaziyettedirler.

Birincide: Bütün hurufat-ı Kur’aniyenin adet itibarıyla işaret ve izah buyurulan tevafukları, garîk-ı beht ve hayret etti.

Dört küçük suredeki hurufatın tevafukat vechine kısmen işaret eden ikinci eser, hakkan ki mu’ciz-nümadır. Nebiyy-i âhir zaman, medar-ı fahr-i cihan, sebeb-i hilkat-i ekvan ve nüzul-ü Kur’an, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallallahu teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve ashabihi ve ezvacihi) Efendimiz Hazretlerinin eser-i hikmet ve rahmet olarak, şimdiye kadar mahfî kalmış mu’cizelerinden i’caz-ı Kur’an’a taalluk eden ve gaybî tevafuk namıyla sevgili Üstadımız tarafından mevki-i intişara vaz’olunan bu emsalsiz eserlere karşı duyduğum manevî zevk ve feyzin binden birini bile arz edemeyeceğim. Ve mazhar olduğumuz bu kadar azîm niam-ı İlahiyeye ve kerem-i Sübhaniyeye karşı şükürden âcizim.

اَللّٰهُمَّ حَصِّلْ مُرَادَنَا وَ مَقْصُودَ اُسْتَاذِنَا سَعٖيدِ النُّورْسٖى بِحُرْمَةِ حَبٖيبِكَ الْمَكِّىِّ الْمَدَنِىِّ الْهَاشِمِىِّ الْقُرَيْشِىِّ

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmı’ndan bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki:

“Seyda’nın bintü’l-fikri o güzel kıza, Hulusi ile Abdülmecid’den maada her kim bakarsa caiz değildir. Mahrem olanlar da bu hususta nâmahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilakis büyük bir mazarratı intac edeceği ihtimal-i kavîsini Seyda’ya yazsan iyi olur. Eski Said’in hiddeti, yenisinde de vardır. Halbuki Yeni Said, insanoğullarıyla izaa-i vakt etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise… Cenab-ı Hak hâfız-ı hakikidir.”

Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:

Bu mütalaa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve manevî vazife-i memuresini îfa ederken insanlarla –Nurlarla alâkadar olanları vasıtasıyla– meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü o zatı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat’î kanaat gelmiş ki eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.

Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimidir. Fakat zaten cemaati çok mahdud olan Nurlarla alâkadar zevatın, bu hakaikten mahrum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah’tır. Bütün desaisi bertaraf ederek muhterem Üstadın vazife-i kudsiyesine safi niyet, samimi his ve ciddi şevk ile yardım etmekte olan kardeşlerime selâm ve muvaffakıyetlerine dua eder, dualarını rica ederim. Pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Efendi, sâbık Müftü Kemaleddin Efendi, imam Hâfız Ömer Efendi ve diğer Sözler’le alâkadar olanlar selâm ve dua ediyor, hayır duanızı istiyorlar.

Devam-ı âfiyet ve muvaffakıyetinizi tekrar eltaf-ı İlahiyeden tazarru ve niyaz eyler, mübarek ellerinizi kemal-i hürmet ve tazimle takbil eyler, kusurumun affını ve hayır duanızdan bu bîçare sıddıkınızı çıkarmamanızı hâssaten arz ve istirham eylerim.

اَلْبَاقٖى اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ

Hulusi

***

[1] Hâşiye: Hakikaten merhumun münâcatı karin-i icabet olmuş ki aynı yıl içinde Üstadına bedel mahkemede, Üstadına zarar gelmemek için “Yâ Rabbi canımı al لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ” diyerek mahkemede vefat edip irtihal-i dâr-ı beka etmiştir. رَحْمَةُ اللهِ عَلَيْهِ رَحْمَةً وَاسِعَةً‌

Sabri

[2] Hâşiye: Benim bedelime şehit olacağını hissetmiş. Kuvvet-i ihlasının kerameti olarak haber veriyor. Haber verdiği gibi şehit oldu.

Said Nursî

Barla Lâhikası s.80-102

(Sabri’nin bir fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!

Bi’l-istinsah takdim-i huzur-u fâzılaneleri kılınan Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Meselesi tam zamanında izhar-ı endam etmiştir. Şu mübarek eser Risalatü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’un bir nevi tarihçeleri olduğu gibi diğer cihetten de âsâr-ı pür-envarın senedat ve berahin-i kat’iyeleri hükmünde görülmekle beraber, üç seneden beri dimağımda mahsus ve mahfuz birçok ihtisasatı da bu kere zahire çıkarmıştır. İşte Kur’an-ı Azîmüşşan’ın derece-i kudsiyet ve ulviyet ve nuraniyeti böyle elmas ve mücevherat-ı maneviyeyi câmi’ bulunduğu, bu mesele ve emsali mesailden anlaşılmıştır.

Evet, şu hakikati de itiraf etmek lâzım ki bir mücevherat hazinesi ne kadar zengin ve ne kadar yüksek bir servete mâlik olursa olsun; bâyii, dellâlı, usûl-ü bey’ u şiraya aşina olmazsa zilyed bulunduğu kıymettar hazinenin müştemil ve muhtevi bulunduğu emtiayı, lâyıkıyla âleme ilan ve enzar-ı âmmeye vaz’edemez. Binaenaleyh şu devr-i müşevveşte, hakaik-i Kur’aniyenin hakkıyla bey’ u şirasını yapan dellâl-ı Kur’an’ın değil altı senedir, belki kırk seneden beri ehl-i İslâm’a hitaben يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى تِجَارَةٍ تُنْجٖيكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَلٖيمٍ ferman-ı Rabbanîsiyle nida etmeleri, bilumum envar-ı imaniyeye muhtaç ümmet-i Muhammed’i medyun-u şükran eylemiş ve eylemektedir.

Sabri

***

(Sabri’nin fıkrası)

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!

Bu kere Yirmi Yedinci Mektup’un İkinci Zeylini, Yirmi Sekizinci Mektup’un Beşinci, Altıncı Meselelerini bi’l-istinsah asıl maa-suret takdim ediyorum. Bendeleri Yirmi Yedinci Mektup’un telif ve tesis ve tertibinde, çok mühim bir isabet hissediyorum ki bu mektubun telifindeki gaye, kat’iyen mektup sahiplerini ilan ve teşhir olmadığı, belki muhtelifü’d-derecat zevi’l-efkâr ve elbabın her biri, Nurların ancak yüzde birer hâssalarını ve fevaidini görerek, dellâl-ı Kur’an’ın bir dereceye kadar nidalarını taklide çalışmaları, ayrıca bir zevk ve letafet ihsas ediyor.

Nur deryasını görmeyen bazı kimseler müştakane soruyorlar ki: Mensup bulunduğunuz Nur eczahanesinde ne gibi mualecat var ve asıl mevzuları nedir? Evvelce bu suale karşı Risaletü’n-Nur’u mümkün ise birer birer göstermeye, değilse aklım erdiği kadar söylemeye mecbur idim. Şimdi ise Risaletü’n-Nur’un yüzde on nisbetinde mevzuunu mümkün mertebe ifadeye hazırım. Ve nim bir fihristini andırır Yirmi Yedinci Mektup’u veriyor ve bildiriyorum. Cüz’î küllî maksadımı bildirebiliyorum. Nurların ekser aksamı vücuda geldikten sonra Yirmi Yedinci Mektup âdeta işaret tabancası gibi endaht edildi. Ve hem de Nur deryasının askerleri beyninde, bir nevi müsabaka vazifesini de gördü. Her müntesip meşher-i Nur’a, az çok hünerini döktü.

Sabri

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstad!

İyd-i saîd-i fıtrînizi tebrik ve bi’l-vesile dest ü dâmen-i kerîmanelerini öperim.

Efendim, her an Nurlar ile tagaddi eden ruh-u âcizanem, yine evvelki cuma günü mugaddi bir nura muntazır iken, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Üçüncü Kısmını ihsan ve irsal buyurulmakla fakir talebeniz müşerref ve müstefid ve minnettar kalmıştır. Bir saatlik misafir kalan bu eser-i kıymettar ve manidarı hemen Abdullah götürdü. O rüya-misal gördüğüm eserin, bir haftadan beri dimağımdaki kıymettar nakışlarını ve manidar meallerini, aczim dolayısıyla ifade edebilmeye iktidarım yok.

Şu kadar arz edebileceğim ki bu bürhanî, senedî, şuhudî velhasıl kâffe-i esbab-ı sübutiyesi aslında münderic ve müştemil bulunan kıymettar eser, umum Risale-i Nur ve Mektubatü’n-Nur’un güneş-misal i’cazları, âlemleri hayrette bırakan kerametleri, dost ve düşmanın itiraf ve takdirini kazanan âsâr-ı sâbıka-i nuraniyenin ne kadar güzellikleri ve meziyetleri varsa sanki bu kısımda içtima etmiş.

Veyahut şöyle diyebileceğim ki her ne zaman nurlardan bir risale görsem, bu gibi veyahut daha ziyade bir zevk-i hakiki ve sürur-u nâmütenahî görüyorum. Şu halde bu acib mahsûsat ve meşhudat ancak Nurlara ait ve münhasır bir i’caz, kezalik Nurlara mahsus bir kerametidir demekte, ehl-i imanca kâmil bir kanaat mevcud bulunacağına eminim. Bilhassa tevafukatı, tefsiratı gösterilerek tahriri musammem ve menvî bulunan Kur’an-ı Azîmüşşan’ı, umum ehl-i iman ve tevhid kemal-i hâhişle ve nihayetsiz hürmetle karşılayacakları, bedahette olduğu gibi; birçok kimselerin de âhir ömürlerinde yeniden okumaya şevk ve gayret gösterecekleri, bir ihtimal-i kavîdir. Daha nice emsali nâ-mesbuk âsârın vücuda getirilmesini, bütün ruhumla diler ve Cenab-ı Mün’im-i Hakiki’den muvaffakıyetler temenni eylerim efendim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Hâfız Sabri

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Üstad-ı Âlîşanım Efendim!

Şu iki geceden iğtinam edebildiğim vakitlerde, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Birinci Kısmını istinsah ederek, kendi nüshamı Ali Efendi’ye ve aslını Zat-ı Üstadanelerine iade ve takdim ediyorum. Şu bir aydan beri ruhlarımız ateşe maruz çimen gibi yanık, küskün, solgun bir vaziyette olup hattâ ekser arkadaşlarla, bu mesele hakkında ne hatt-ı hareket takip edeceğimizi mektupla muhabere ve müşavereye başladık. Ve bu tarafta Üstad-ı A’zamımıza en yakın bendeleri olduğum için şifahen veya tahriren bu babda maruzatta bulunmak emelinde iken bu dertlere birer iksir, ilaç ve cevab-ı şâfî olan Yirmi Yedinci Söz’ü bir kat daha muvazzah ve oldukça şümullü bir cevab-ı âlîyi bizlere ihsan eden ve kısacık cümlesi nâmütenahî hakaik-i maânîyi câmi’ bulunan, bahr-i muhit-i kebir tabirine mâsadak olan her bir cümle-i Kur’aniye şu kısımda bilhassa Beşinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Nüktelerde asrın kuru kafalı, müflis, felsefeci şeytanlarını gemlemiş, iskât etmiş, daha doğrusu bütün bütün ilzam ve ruhlarımızı da tenvir ve tesrir ve teselli etmiştir.

Üstad-ı Muazzezim! Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ne derecelerde zengin bir hazine-i rahmet-i İlahiye bulunduğu vâreste-i arz olup o hazine-i kudsiyenin muhtevi bulunduğu enva-ı türlü elmas ve pırlantaları çıkartmak ve bi’l-vesile bizim gibi muhtaç olanlara da verdirmek hususunda, Nurlar Külliyatı’nın ekserisinde tam bir muharriklik vazifesini deruhte eden Üstad-ı Sânî Hulusi Beyefendimi, teşbih ve tabiri caiz ise saatçilerde bulunan yıldızvari sekiz on ağızlı saat anahtarlarına benzetiyorum ki o müteaddid ağızlı anahtar, âlemde mevcud her saati tahrik eder, işletir. Mumaileyh beyefendim de aynen o halde olup emsali görülmemiş ve duyulmamış birçok mesail-i mühimme-i hakikiyeyi Hazret-i Kur’an ve dellâl-ı Kur’an’dan istiyor.

Şu asırda hazine-i hâssa-i maneviyenin hazinedar-ı bînaziri de o kıymettar sâiline en kıymettar ve ruha tam bir gıdabahş mevaid-i maneviye-i Kur’aniye ile i’zaz ve ikram ederken o halkaya lâyık ve müstahak olmadığım halde, fakir de gıda-yı ruhanîmi ârâmsız alınca; o mevaidi ihsan edene de getirene de isteyene de hadsiz medyun-u şükran kalıyorum. Bu defaki aldığım lütufname-i ekremîlerinde, gücenmesini hazır farz ederek mektupla muhabere etmiyorum, buyuruluyor. Bu hususta kalp ve ruhuma “Ne dersiniz?” dedim. “Estağfirullah, sad-hezar estağfirullah. Biz ölmüştük, lehü’l-hamd bize taze hayat bahşedildi. Gücenmeye, hiçbir cihetle hakkımız yok. Vazifemiz olan duaya devam ve teşekkür borçluyuz.” cevab-ı hak-gûyanesini ruhumdan aldım.

Hâfız Sabri

***

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!

Bu kere Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Dört ilâ Dokuzuncu Nüktelerini hâvi mübarek mektubunuzu Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Meselesinin sırr-ı azîm-i inayet beyanındaki hâtimesi namını verdiğiniz ve mu’ciz-nüma ramazanın hikmetlerini beyan eden Yirmi Dokuzuncu Mektup’un İkinci Kısmını ve münevver hâtem-i i’cazı kemal-i şükranla aldım. İştiyakla, lezzetle, zevk-i manevî ile defaatle okudum. Fakat iki haftaya yakındır ki cevap yazamadım. İşte bu mübarek cuma günü hem nurlardan aldığım feyizleri, tesellileri hem kalbî teessüratımı icmalen arz maksadıyla, bu varak-pareyi tahrire lütf-u Hak’la başladım.

Evvelen, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un altı nüktesiyle Kur’an’ın hakiki tercümesi kabil olmadığını, imandan zerre kadar nasibi olana, Yirmi Beşinci Söz’deki bürhanlara zeylen ispat ediyor. Ve şeair-i İslâmiyeyi gayet güzel bir üslup ile tarif ve müdafaa etmekle beraber, ulemaü’s-sû ashabına çok mükemmel ve manevî tokat aşk ediyorsunuz. Ve nihayette, mektuptaki hakikatlerin Kur’an’dan geldiğine aklı takvim için onun belâgat-ı i’caz ve îcazına imtisalen لَا يَسْتَوٖٓى اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَٓائِزُونَ âyet-i kerîmesini nazara vaz’ediyorsunuz.

Bu bîçare duacınız, talebeniz ibraz ve irsal buyurduğunuz Nurların mütalaasında, müsbet ve menfî iki tesir altında ne yapacağını ve ne edeceğini şaşırıyor. Çünkü manevî vazifemizi îfa edemiyoruz. Çok az ve dar bir muhite neşredebiliyoruz. Bid’at ve dalalet her gün artmakta, ahkâm-ı İslâmiyeye sünnetlerden başlayarak ve Kur’an hedef tutularak, çok insafsızca hücum edilmekte olan böyle bir zamanda ve tam bu yaralara münasip merhem olacak, bu nurlu ve şifalı eserlerin mahdud eşhas arasında ve yalnız bu zavallıların ümit ve imanlarını takviye edecek vaziyette kalması, teessürü artırmakta ve dergâh-ı İlahiyeye ilticadan başka çare bırakmamaktadır.

Evet, kat’î kanaat hasıl oluyor. Hattâ dikkatle bakılsa görülüyor ki bu saray-ı âlem inkıraza hatve be-hatve yaklaşmakta. Her saat çatısından bir tuğla, duvarından bir kerpiç, sıvasından bir parça kopmakta, hattâ lambasının ışığı azalmaktadır. Eksilmez, yıpranmaz, yıkılmaz, değişmez zannolunan bu kervansaray elbette eskiyecek, yıpranacak, yıkılacak ve değişecektir.

İşte beşere bilhassa Müslümanlara ârız olan ve ale’t-tevali artmakta olan zaaflar, bu neticeyi tacil ediyor, mütalaasındayım. Fakat irşad buyurulduğu üzere mademki netice ile değil, hizmetle mükellefiz. O halde ümidimizi kesmeyerek sabır ve sükûn ile dua ve niyaz ile dergâh-ı İlahiyeden yalvarmalıyız. Muhit ilim ve zevalsiz ve nihayetsiz kudret sahibi olan Hâlık’ımız iyi yapar, iyilikler halk buyurur inşâallah, demeliyiz.

Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Mesele’sinin Hâtimesi, gaybî işarat hakkında ihtimalen dahi olsa her türlü evhamı izale etmek maksadıyla yazılmıştır. Sıddıkınız, elhamdülillah mübarek eserlerde delâlet ettikleri manalarda, işaret ettikleri hakaikte, bütün mevcudiyetiyle kabul ve tasdik ve kudsî maânîsini dercan etmekten başka bir his aslâ taşımamıştır.

Nasıl ki aziz Üstadımız bu Kur’anî cevherleri kendisine göstermekle iktifa etmiyor ve muhtaçlara da bakınız, görünüz, istifade ediniz; siz de muhtaçlara, müştaklara, mütehayyirlere göstermeye vasıta olunuz buyuruyorlar. Bu fakir talebeniz bu emre عَلَى الرَّاْسِ وَالْعَيْنِ ، سَمْعًا وَ طَاعَةً demiş. Ve alâ kadri’l-imkân ve mütevekkilen alallah, bu emel uğrunda hizmette bulunmayı minnettarane arzu etmekte bulunmuştur.

Binaenaleyh gaybî tevafuk hakkındaki bu müdellel ve mukni beyanat da yerindedir, fazla değildir. Bu da herhalde lâzımdır. Buna mutlak ihtiyaç vardır veya olacaktır. Gösterilen misalden de anlaşılıyor. Özene bezene yazılmış, senelerle emek sarfıyla cem’edilmiş, toparlanmış, tefsir kavaidine siyak ve sibak-ı kelâm gözetilerek, muhtemelen bazı yerlerinde kesret-i istimal sebebiyle, hâh nâ-hâh nazar-ı dikkate çarpan tevafuk ve muvazenete de an-kasdin ihtimam edilerek, emniyetle vücuda getirilmiş olan bir tefsir ile doğrudan doğruya hazain-i mukaddese-i Kur’aniyeden bu asır insanlarına, Müslümanlarına göre nebean, feveran ve lemean eden nurlu âsârdaki gaybî muvafakat, muvazenet kıyas edilebilir mi? Aslâ…

Hâtimedeki Ahmed Galib Bey’in fıkrası hoştur. Bu fıkranın Hazret-i Kur’an’a ve mahzen-i esrar-ı İlahiyenin bir nevi nurlu reşehatı ve lemaatı olan Sözler’e nisbeti, güzelliğini artırmıştır. Allah bu gibi kardeşlerimizin adedini çok artırsın. Ve cümlesini, bu meyanda bu fakir-i pür-taksiri de muvaffakun bi’l-hayr buyursun, âmin!

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un İkinci Kısmı, Kur’an’ın has dürbünüyle bakılmak suretiyle, ramazanın hikmetlerinden dokuzu mükemmelen ve emsalsiz tarzda beyan buyurulmuştur. Allah sevgili Üstadımızdan razı olsun. Bu sene burada ramazan-ı şerife riayet, evvelki senelerden zahiren ziyade idi. Gönül arzu ederdi, keşke bu âlî eser, bu ramazandan evvel elimize geçmiş olaydı. Seyyidü’r-rusül, Nuru’l-Vücud Efendimiz Hazretleri sallallahu aleyhi ve sellem اَلدّٖينُ النَّصٖيحَةُ buyurdukları malûm-u fâzılaneleridir.

İşte bu sebeple azlığından müteessir olduğum buradaki cemaatimize, tam vaktinde okumak suretiyle, bu emr-i celil-i Nebevîyi de yerine getirmiş olurduk. Fakat bu şereften mahrumiyetimiz, maddî uzaklığından ileri gelmiştir. Çünkü Kur’an’ın mademki ilk nüzulü şehr-i ramazanda olmuştur. Bu asırda ve şu zamanda da o mübarek âyetin hikmetleri hakkında eser yazılmasının bu ayda olması enseb ve a’lâdır. Cenab-ı Hak emsal-i kesîresiyle, hayırlısıyla cümlemizi müşerref buyursun, âmin!

Hâtem-i İ’caz, hizmet-i Kur’an’daki kıymettar kardeşlerimi tanıttırdı. Ve şu güzel nurlu beyti hatırlattı:

Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,

Mir’at-ı Muhammed’den, Allah görünür daim. (Hâşiye[1])

Ve şu fıkrayı söylettirdi:

Âyinedir bu hâtem, herkes sıdk ile hâdim,

Mir’at-ı Üstaddan, Kur’an’dır görünen daim.

Allahu Zülcelal cümlesinden razı olsun. Bu mübarek mir’atın boş köşesine, bu beyit ile imzamın konulmasını tasvib-i ârifanelerine arz ederim.

Hulusi

***

(Binbaşı Âsım Bey’in Risaletü’n-Nur Sözleri hakkında temsil ettiği bir fıkradır.)

Münezzehtir şuunattan, hep ilham-ı İlahîdir,

Okurken nur alır vicdan, sutûr-u bîtenahîdir,

Riyadan, kibirden, her maâsiden münezzehtir,

Kelâm-ı Lâyezalî’den gelen bir nur-u müferrihtir.

Nasıl bir vecd içinde anladım bilsen bu âsârı,

Bu, âyetler gibi nurani ve lahutî bu efkârı,

Meâsir mi eser mi münceli yoksa müesser mi?

İlahî bir “sürâ”dan berk uran, hayret-feza sır mı?

Anılmaz, anlatılmaz, sırr-ı vahdetten haberlerdir.

Sen ey gafil beşer bil nefsini, gör ki ne şeylerdir.

Bütün kevn vâlih ü hayran düşündükçe serencamın

Kerîm hayretle, hürmetle anar namın, büyük namın.

Âsım

***

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رِسَالَةِ النُّورِ وَ مَكْتُوبَاتِ النُّورِ اَلْفَ اَمْثَالِهَا

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!

Geçen hafta Yirmi Sekizinci Mektup’un Beşinci ve Altıncı Meseleleri isimlerini alan biri şükre diğeri harem-i şerif sualine cevap olan iki eser-i âlü’l-âlînizi, kemal-i şevkle aldım. Zevk ile mütalaa ettim. Çok susamıştım. Şükre dair çok derin manalı, şeker gibi tatlı, şeker şerbetinizi Besmele’yle içmeye başladım. Bu âciz talebenize nimetlerinin hadd ü pâyanı olmayan ol Hâlık-ı Kerîm, ol Mün’im-i Hakîm, ol Rezzak-ı Rahîm (celle celalühü) hazretlerinin Nurlar namı altındaki in’am ve ihsanına karşı Elhamdülillah, Allahu ekber dedim. Ve manevî susuzluğumu elim ermez, gücüm yetmez, nazarım erişmez, hülâsa acz-i tam içinde fakat rahmetinden ümit kesmediğim bir halde iken, ol Rahmanu’r-Rahîm hazretlerinin muazzez üstadım vasıtasıyla teskin ettiğine, yüz binler hamd ve şükür eyledim ve edeceğim.

Mübarek sözlerinizde öyle kudsî feyizler var ki sanki talebenizin –alâka ile mütalaa eden veya istima’ eyleyenleri– elinden tutuyor; bak bu, bu manaya delâlet eder, şu şunun içindir, bundaki maksat ve gaye ve hikmetler şunlardır, gel daha yukarı gidelim, daha ilerleyelim diye menbadan menbaa, etekten tepeye, izden yola, hakikatten marifete götürüyor, çıkarıyor, ziyaret ettiriyor, istifade ve istifaza ettiriyorsunuz.

Bu defa bu seyr ile şükür nehrinin menbaına, şükür dağının tepesine, şükür çığırının şehrahına, şükr-ü mutlaktaki hakikatle marifete götürüyor ve mebdede olduğu gibi müntehada “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz” buyuruyorsunuz. Biz de “Fehimtü ve sadakte” diyerek mukabele ediyoruz. Dua ve salavat ile bu kudsî seyahate nihayet veriyorsunuz.

İbraz buyurduğunuz pek âlî şefkatten yüz bulan muhtaç ve âciz talebeniz, üstadının nazarını başka tarafa çevirecek bir suale cüret eylediği için “Gel haydi! Harem-i Şerif’e girelim. Oranın bugünkü halini ve esbabını biraz anlatayım.” demek nevinden olan Yirmi Sekizinci Mektup’un Altıncı Mesele’sini de okudum. Çok istifade ettim. Allah sizden razı olsun.

Hulusi

***

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Bu defa lütuf ve inayet buyurulan, Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Mesele’sini hürmetle aldım. Tazimle ve defaatle mütalaa ettim. Ayrıca bir defa yeni talebeniz Hâfız Ömer Efendi’ye ve bir defa pederim ve eski hocalarımdan İbrahim Efendi ve bir dostumuza ve bir defa da Fethi Bey’e okudum. İnşâallah yine okur ve okuttururum.

Bu mübarek mektubunuzla başta şu bîçare olduğu halde, dinleyenlerin ahval-i ahîre dolayısıyla kalplerinde hasıl olan manevî yaraya çok mükemmel ve münasip bir merhem vurdunuz. لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ nass-ı celilini hatırlatarak, Allah’ın lütfuna ve Habib-i Ekreminin (asm) ruhaniyetine, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى قِيَامِ السَّاعَةِ devam ettiğine şüphe kalmayan i’cazına dehalet ve hakiki sabırla bu acılara mukabele ederseniz, inşâallah yakın ve nurlu istikbale mazhar olursunuz, gibi hakikaten pek azîm bir müjde vermiş oldunuz. Bîçaregân-ı ümmete, izn-i İlahî ile beyan buyurduğunuz i’caz-ı Kur’an hürmetine, Allahu Zülcelal muhterem üstadımızdan ebeden razı olsun. Ve Hazret-i Kur’an hesabına intizar buyurduğunuz ümitlerinizi, an-karib mübeddel-i hakikat ve mü’minlere de selâmet-i iman tevfik buyursun, âmin!

Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Mesele’sini almazdan evvel, mübarek Sözler’le alâkadar olmayan zevata, defaatle üstadım altı yedi seneden beri şöyle buyurmaktadır: “Kur’an’ın surları yıkılmıştır. Bütün hücumlar Kur’an’adır. İmanı kurtarmak zamanıdır.” İşte yavaş yavaş bu beyanatın sıhhati, her gözü ve aklı olan mü’min tarafından tasdik edilecek hâdisat zuhur etmektedir, diyordum. Bu mektup, bu bîçare talebenizin Üstadının emirlerini tebliğde sadık olduğunu ispat etmekle beraber, evvelce de arz ettiğim vecihle, mektupları almazdan evvel hatırıma gelen, hattâ lisanıma kadar geçen çok meseleler nevinden olduğuna şüphem olmadığı için bunu da i’caz-ı Kur’an’dan addediyorum. Tevafukatta bendenizdeki nüshada da ekseriyetle muvazenet vardır. Evet, hangi cihetten bakılsa inayet-i İlahiye ayân beyan görünür.

Muhterem Üstadım, rahmet-i İlahiye ile bir hakikati daha yakînen anladım. O da şudur ki: İlk şeref-i mülâki olduğum zamanda verdiğiniz ders, bütün risale ve mektuplarda vücudunu hissettirmektedir. Fark yalnız o dersteki mücmel hakaikin diğer derslerde tafsil, tavzih ve izharından ibarettir. Demek ki imanı ve Kur’an’ı esas ittihaz etmekle daimî bir feyiz menbaı, sermedî bir nur kaynağı, fenasız kudsî bir hazine, İlahî bir kale kurulmuş oluyor.

Evet, mademki kâinatın halkına sebep olan Nebiyy-i Efham (sallallahu aleyhi vesellem) efendimiz hazretleri, vazife-i risaletlerini mükemmelen îfa ettikten sonra, emr-i İlahî ile vücuduna bâis oldukları âlem-i bekaya teşrif ettiler. Şu misafirhane kapanıncaya kadar gelip geçecek, dolup boşanacak, çürüyüp tazelenecek sükkânına, bilhassa cin ve inse en âlî bir hediye, en mükemmel bir rehber, en mukaddes bir mürşid olarak Kur’an-ı Hakîm’i bırakmışlardır. Nitekim müteakip asırların yetiştirdiği birçok zevat-ı âliye, bütün müşküllerini Kur’an ile halletmişler. Aradıklarını Kur’an’da bulmuşlar ilh.

İşte bu bid’at ve zulümat asrında da yine o Kur’an-ı Hakîm ve Kerîm, lâyemut i’cazını Sözler ve Mektuplarla izhar etmiş ve bu hakikaten azîm işte rahmet-i İlahiyeye, muazzez ve muhterem üstadımız elyak ve elhak memur ve vasıta olmuştur. Bu hakikate daha birinci derste, lütf-u İlahî ile iman ettim. Diğer nurlu dersler kuvvet-i imana vesile olmuş ve olmakta bulunmuştur. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Aziz ve muhterem Üstadım! Bu dünya mü’mine zindandır derler. İşte neşrine, izharına, beyanına vasıta olduğunuz Nurlar, bize bu karanlık dünyamızı aydınlattı. Hilkatteki hakikati talim etti. Bâki, daimî ve sermedî, saadetli hayatı tedris etti. Şahsen bu Nurlar olmasaydı halim ne olacaktı? Ya Nurlara erişmeseydim ne yapacaktım? Ya bu Nurların neşrine عَلٰى قَدْرِ الطَّاقَةِ وَالْاِمْكَانِ lütf-u İlahî ile çalıştırılmasaydım bütün kazancım masiyet ve kara yüzle, perişan hal ile nasıl dergâh-ı İlahiyeye çıkacaktım? Elhamdülillah sümme ve sümme elhamdülillah, niyet-i hâlise ve cüz-i lâyetecezza kabîlinden olan Kur’anî hizmet sebebiyle, bu abd-i pür-taksir de inşâallah duanızla rahmet-i İlahiyeye nâil olur ümidindeyim.

Hulusi

***

(Sabri’nin bir fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Efendim, hiç şek ve şüphem kalmadı ki nur nurdan seçilemediği gibi nur deryasının nurani talebeleri de nerede olursa olsun hepsi bir gayede, umumu bir zihniyette, yekdiğerlerine rekabetleri yok, daima birbirinin evsaf-ı mümtazesiyle müftehir ve mübahi, samimiyet ve vefa hususunda rüfekasını şahsına tercih eder, bir emelde bulunmaları yegâne emel ve gayeleri olan tevhidin bir alâmet-i mümtaze ve farikası olan ittihat ve tesanüd-ü hakikiye ve meşruayı kālen ve fiilen ve halen göstermeleriyle sabittir ki bu hal bir alâmet-i muvaffakıyettir.

Talebeniz H. S.

***

(Re’fet Bey’in bir fıkrasıdır.)

Aziz ve muhterem Üstadım Efendim!

Son neşrettiğiniz Söz, fakirde çok derin tesir ve intibalar bıraktı. Onun sâikinin ne olduğunu anlayamadım. Zat-ı âlînizi o Söz’de çok hiddetli buldum. Gayet ateşîn bir kalem, bütün elemlerinizi dökmüştü. İhtiva ettiği hakaike mest ve hayran olduğum halde, saatlerce okudum. Artık Sözlerinizin hiçbirini diğerine tercih edemiyorum. Zira birine mühim derken, diğeri daha mühim ve bir diğeri ehemm olarak kendini gösteriyor. Binaenaleyh envar-ı Kur’aniyeyi gökteki yıldızlara benzetiyorum. Filhakika yıldızlar parlaklık itibarıyla birbirinden farklı ise de hepsi yıldızdır. Ve aynı menbadan ahz-ı envar etmede olduklarından, keyfiyetçe yekdiğerinden farkı yok gibidir. Sözleriniz aynen böyledir. Her birini yüz defa okusam yüz birinci defa hiç okumamış gibi büyük bir zevk-i manevî ile okumam dahi yüksekliğine şahittir. Bu babda ne kadar yazsam Sözler hakkında hiçbir şey yazmış olamayacağımı düşünerek, sözüme nihayet veriyorum.

Re’fet

***

(Şu fıkra Mesud Efendi’nindir.)

Ey benim muhterem Üstadım!

Hadd-i büluğumdan bu ana kadar, laîn şeytanın zırhından mamul bir sanduka derûnunda kilitlemiş olduğu akl-ı uhrevî ve imanımı tazyik altına almıştı. Duanız sayesinde ve bana karşı göstermiş olduğunuz hüsn-ü niyet ve nasihatlerin semeresi olarak ancak yedi senede, Üstadımın dua yumruğuyla laîn şeytanın zırh sandukası kırılarak, imanımı tekrar teslim ettin. Ve teslim aldığımı şununla ispat ederim ki:

Duaya kabul buyurduğunuz tarihte, yani ramazan-ı şerifin üçüncü günü bera-yı ziyaret nezdinizde idim. Müfarakatımdan sonra, Cenab-ı Hakk’ın gösterdiği ve sevgili Üstadıma arz eylediğim rüya ile âcizane tefsirimde, gündoğudan günindiye doğru olan çayı yani gündoğudaki duayı almamış olsa idim, önümde elinde sepet ile giden adam gibi gayya kuyusuna gidecektim. Ben de o kapının önünde durduğum halde, o müessir almış olduğum dua sayesinde, o korkunç kapıdan çağrılmayarak, avdetimde geniş bir caddeden halkın omuz omuza geçtiği ve bizim mestûr bir mevkide seyreylediğimiz o meşakk u mezahime iştirak ettirilmediğimiz ancak Üstad-ı Muhteremimin Cenab-ı Hak nezdinde duasının kabulüdür ve Sözler’in mukavemetsûz tesirleridir.

Ben de buna mukabil, Üstadımın hâdim olduğu çığırı takip ile hizmet etmek emelinde isem de yalnız ettiğim hizmet kâfi değildir. O da ancak âhiret menfaatimiz içindir. Yalnız Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerinden beş vakitte dua ediyorum: “Yâ Rabbî, yâ Rabbî! Yirmi yedi seneden beri, şeytan aleyhi’l-la’nenin zırhlı çelik sandukaya kilitlemiş olduğu imanımı, balyozuyla kırarak tahlis eden Üstad-ı Ekremime, yani Kur’an-ı Hakîm’in lemaatı olan Risale-i Nur’un neşrine bir hizmet olarak, bana menamda göstermiş olduğun yevm-i mahşerde gayya kuyusu kapısının ağzından çevirmeye muvaffak olan müfessir-i Kur’an’ı ve son musannif bulunan Saidü’n-Nursî Hazretlerinin yevm-i mahşerde sancaktarı kıl, yâ Rabbî yâ Erhame’r-râhimîn velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn” olan Cenab-ı Mevla’dan evkat-ı hamsede vird-i zebanımdır. Ve siz Üstadımın kabul buyurmasını istirham ile el ve ayaklarınızdan öperim, Efendim Hazretleri.

Mehmed Mesud

***

(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Kıymettar Üstadım!

Tarih-i mektuptan iki gün evvel idi. Yirmi Yedinci Mektup’un Üçüncü Zeylini yazmakla meşguldüm. Hulusi ve Re’fet Bey, Zekâi ve Sabri Efendi gibi kardeşlerimin, Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’a karşı gösterdikleri ateşîn muhabbetle, kalbî iştiyaklarını gösteren kalemleri, beni de heyecana düşürmüştü. Bu sırada Bekir Ağa, sizden gelen bir mektupla teşrif etti. Bekir Ağa, mutadının hilafı olarak, pek gülşen yüzlü idi. Mektubu aynı sevinçle, ba’de’t-takbil beraber açtık. Bir varak-pare-i fâzılaneleriyle, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın sekiz sahifeden ibaret olan Sekizinci Remzi, üç sekiz tevafukatıyla kendini gösterdi.

Yirmi Yedinci Mektup’un Üçüncü Zeyli’nden hasıl olan sevinçli bir heyecan-ı kalbî ve Bekir Ağa’nın Üstadına ve Nurlara karşı kalbî iştiyakını gösteren sevimli yüzü ve dört aydan beri beklediğimiz tevafukatın gayesinin mebdeini gösteren Sekizinci Remiz’deki, sevgili Üstadımızın manevî bir nur ile parlayan ve gülümseyen, o yüksek en hârika, tatlı sözü, fakir talebenizde öyle bir halet-i azîme tevlid etmişti ki işte o dakikam saadet-i ebediyeye nâil olanların geçirdiği anlardan bir dakika idi.

Bu sürur içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi okudum. Okurken her bir cümlenin nihayetinde “Var ol, mesud ol, bahtiyar ol Üstadım!” nidaları kalbime tercümanlık eden lisanımdan ihtiyarsız dökülüyordu. İlk defa Bekir Ağa ile bir defa Rüşdü Efendi kardeşimle, bir defa da Re’fet Bey kardeşimle okudum.

Evet sevgili Üstadım, senelerden beri Kur’an-ı Azîmü’l-Bürhan’ın bahr-i ummanında medfun defineleri, Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur ile meydana çıkarmıştınız. İşte azîm bir define daha lütf-u İlahî ile Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzi’nde en parlak ve gözler kamaştıran nurlarıyla tezahür ediyor, kendini gösteriyor. Beşerin nazarını ister istemez kendine çeviriyor.

Bin üç yüz seneden beri, sahib-i insafı hayrette bırakan ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında, cin ve beşer lisanında, semavatta melek ve ruhanîler lisanında, en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden o Furkan-ı İlahî’nin esrar-ı mühimmesinden ve i’caz-ı azîmesinden bir parçası daha, susmak bilmeyen mu’ciz-nüma bir sadâ ve latîf bir âvâz ve tükenmez bir feyizle karşımıza çıkıyor.

O kıymettar Kur’an’ın bugün mükevvenatı yed-i kudretinde tutan ve azamet-i kibriyasıyla idare eden ve azamet-i celali karşısında her şeyi kendine secde ettiren bir Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un kelâmı olduğunu, üzerindeki hadsiz damgalarıyla gösteren risalelerinizin kıymeti ne büyüktür. O risalelere nasıl kıymet verilir, nasıl başkasıyla muvazene edilir, nasıl bir başkasının tefevvuku tahattur edilir?

Beşerin zulmetli simasına nurlar saçan ve tevhid haricindeki her türlü akideleri zîr ü zeber eden ve şakirdlerine gülümseyerek tatlı bir yüzle bakan ve hoş ve pek şirin bir lisan ile söyleyen o risaleler ve o risalelerin sahibi ve nâşiri olan sevgili Üstadım, siz talebelerinizin kalplerinde risalelerinizle yaşıyorsunuz. Hem öyle bir surette yaşıyorsunuz ki küçük bir işaretinize müheyya talebelerinizin ruhlarında ırmakların çağladıkları gibi tevali eden ve tükenmek bilmeyen İlahî bir muhabbetle yaşıyorsunuz. Hayat-ı fâniyeye veda etseniz bile büyük büyük cemaatlerin arasında hürmetle yâd edileceğinize (Hâşiye[2]) ve namınızın dünya ve ukbada ihtiramla taşınacağına ve risalelerinizin pek büyük hâhişle revaçta olacağına kaviyyen ümitvarım.

Evet, nasıl sözlerim haksız olsun ki en tehlikeli anlarda bile hakkı söylemekte susmayan ve pek âlî ruhu taşıyan ve talebelerine her an teselli nurlarını dağıtan, Kur’an-ı Kerîm’in bugünkü dellâl-ı muhteremi olan Üstadım! Sizin din-i mübin-i İslâm’a olan merbutiyetinize ve o büyük muhabbetinize ve o yüksek sa’yinize mükâfat olarak defter-i hasenatınıza Cenab-ı Vâcibü’l-vücud Hazretleri lâyüad ve lâyuhsa ecirleri yazmasını rahmet-i İlahiyeden niyaz ederim.

Nasıl bugünkü beşeriyet size ve Risaletü’n-Nur’a medyun olmasın ki semamızda dolaşan güneşin saçtığı ve her an ufûlüyle bir başka âlemi gösteren nurları gibi değil, Kur’an’ın arş-ı a’zamından gelen nurlarla ölmez, tükenmez, sermedî bir nuru, risalelerinizde gösteriyorsunuz.

İşte o risaleler ki her biri başlı başına menbaları ve mecraları ayrı ve fakat bir bahr-i muhit-i ummana dökülen nehirler gibidir. Susuz olan, bu nehirlerin hangisine varsa nasıl doyuncaya kadar su içmez? El ve yüzlerini temizlemek isteyenler, nasıl oluyor da bu enhardan istifade etmez? Veyahut arazilerini iska için cetveller yaparak hangi tarafa götürülse azîm cemaatler nasıl tefeyyüz etmez?

Bu enharda öyle azîm şifalar var ki hastalar içse her türlü devayı içinde bulurlar. Yaralılar içse bin türlü yaralarına merhem bulurlar. İhtiyarlar içse hayat-ı ebediyenin civanmert gençlerinden olurlar. Tazeler içse saadet-i dâreyni bir anda elde ederler.

Risaleleri okuyanlar, sevgili Üstadım sizin ne büyük ve âlî bir kalbe mâlik bulunduğunuzu teslim için bilmem tefekküre ihtiyaç var mı?

Bunca zamandan beri “Kur’an-ı Azîmüşşan’ın dellâlıyım ve bu kudsî vazifemi hiçbir şeye değişmem.” diye vaki olan ilanatınıza, bir kat daha kuvvet veren, bu kereki neşir buyurduğunuz Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın sekiz sahifelik olan Sekizinci Remzi ne güzel gösteriyor ve bu gösterilen hakikatlere meftun olmamak mümkün mü?

Âh sevgili Üstadım, lisan ve kalemim müsait olsa her bir risale için lâyık oldukları şekilde medhiyeler yapıp takdim etsem. Heyhat, her şeyde olduğu gibi bu hususta da pek fakirim.

Evet sevgili Üstadım! Sevincimizi artıran bir mesele daha var. O da “Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’aniye” namı altında neşredilen iki sahifelik huruf-u hecaiye-i Kur’aniyenin bu kısma ilâvesi ve bu kısmın da yazmakta olduğumuz tevafuklu ve hâşiyeli Kur’an-ı Kerîm’in baş tarafına, umumun istifade ve istifazalarının kolaylıkla teminine binaen dercedilmesi hakkındaki tensib-i fâzılaneleridir. Bu tensib bizce de pek çok musîb görülmekle, fakir talebenizin nazarını maziden hale, halden de istikbale çeviriyor. Ve istikbaldeki parlayan nurları göstermekle, nihayetsiz sürurlara müstağrak kılıyorsunuz.

Ahmed Hüsrev

***

(Re’fet’in fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Muhterem ve çok kıymetli Üstadım Efendim!

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın Remzini dikkatle okudum. İhtiva ettiği hârika-nüma rumuzat ve o rumuzatın ifade ettiği yüksek hakaik, fakire azîm istifadeler temin etti. Ve beni derin derin tefekküre ve teemmüle sevk eyledi. Çocukluğumdan beri hakaik-i diniyeye çok merak eder ve her fırsattan istifade ederek tetkikat ve tetebbuatta bulunurdum. Ne yazık ki emelime muvaffak olamazdım. Bu sebepten yeis ve nevmîdîye düçar olurdum. Nâmütenahî şükürler olsun ol Hallak-ı Azîm’e ki zat-ı âliye-i fâzılaneleri gibi her asırda emsaline ender tesadüf olunan bir dâhî-i a’zama bizleri mülâki kıldı da otuz seneden beri ruhumun çok büyük iştiyak ve tahassürle beklediği bir üstad-ı muhtereme nâil eyledi.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ثُمَّ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Madem şimdiye kadar böyle hakikatler hiçbir eserde görünmemiş ve işitilmemiştir; yazılması çok muvafıktır ki okuyan her ehl-i imanın, Kur’an-ı Hakîm’in hazain-i nâmütenahiyesinden bir kısım cevahiri elde etmek suretiyle hem ağniya-i maneviye adedine dâhil olsun ve hem de künuz-u mahfiyeye ıttıla kesbetmek gibi ruh-u beşerin en büyük ihtiyacatını tatmin etmiş bulunsun.

Hülâsa: Tevafukat ve rumuzat-ı Kur’aniye, tebşirat-ı azîmeyi ihtiva etmesi itibarıyla, kemal-i hassasiyetle takip ve tetkik olunmaktadır. Bundan dolayı nihayetsiz hürmet ve tazimatımı arz eder ve mübarek ellerinizden öperek, Cenab-ı Hakk’ın bize inkişaf-ı kalbî ihsan buyurması hususundaki dua-yı hayriyelerini istirham eylerim, sevgili Üstadım Efendim.

Re’fet

***

(Rüşdü’nün fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Pek kıymettar ve pek muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

Nurlarıyla kara kalbimi nurlandırmış olduğunuz Mektubatınızdan, i’caz-ı Kur’anîden İhlas-ı Şerif, Muavvizeteyn, Fatiha-i Şerif surelerinin tevafukat-ı hurufiye sırlarını gösterir Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Remz’ini din kardeşlerimle birlikte okuduk. Çok şükür, bin şükür elhamdülillah. Cenab-ı Vâcibü’l-vücud ve Takaddes Hazretlerinin kelâmı olan Kur’an-ı Azîm-i Hakîm’in sırlarına hayret ve bütün kalbimle ve lisanımla ‌اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ‌ dedim.

Üstadım, yeni tevafukatlı Kur’an-ı Azîmüşşan’ın baş tarafına, bu Remzin ilâvesi hak ve hakikati ilan maksadına muvafık olsa da okudukça doymak ve usanmak bilinmeyen ve her okudukça dünya lezzetinden bin kat fazla lezzet veren ve kararmış kalpleri nurlandıran ve bize bizim lisanımızla hallerimizi teşrih ve tarîk-ı hakkı gösteren risale-i pür-nurlarınızda da beraber ayrıca bulunması ve Kur’an-ı Hakîm’in başına mümkün olursa hem Arapçasının ve hem de Türkçesinin konulması muvafık olacağı zannındayım, Efendim Hazretleri.

Rüşdü

***

(Saatçi Lütfü Efendi’nin fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

İ’caz-ı Kur’aniye’den İhlas-ı Şerifle Muavvizeteyn ve Fatiha-i Şerife surelerinin tevafukat-ı hurufiye sırlarını gösteren, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Remz’ini aldım ve okudum. Neşir buyurulan işbu risaledeki tevafukat, şimdiye kadar emsali nâ-mesbuk bir sırrı meydana koymuş. Bu hususa dair mütalaada bulunmak, kuvve-i kalemiyemin ve havsala-i mevcudemin kat kat fevkinde bulunmakla beraber, aff-ı Üstadanelerine mağruren şu kadar diyebilirim ki:

Neşir buyurulan risaledeki izahat, herhangi bir bedbin ve kör olan bir gafili uyandırmaya ve hattâ bütün mevcudiyetiyle kararmış kalpleri tenvire ve irşada pek büyük delil bulunduğundan, muhterem Üstadımızın tasavvurî kararı vechile, her ferdin Kur’an-ı Azîmü’l-Bürhan’daki mu’cizatı görmesi için Kur’an’ın baş tarafına derci hususu pek muvafık görüldüğünü arz eylerim, Efendim Hazretleri.

Saatçi Lütfü

***

(Âsım Bey’in fıkrasıdır.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Üstadımı bu fakire lütf u kereminden ihsan buyuran Kadîr-i Mutlak, ezel ve ebed sultanı Cenab-ı Hayy-ı Lâyemut Hazretlerine, her dakikada yüz binlerce hamd ve şükr etsem –ki ediyorum– yine yüz binde bir borcumu bile îfa edemem. لَهُ الْحَمْدُ وَ الْمِنَّةُ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى Pür-taksir olan bu fakir, bilâ-fâsıla otuz dört sene olan hayat-ı askeriyemde, mukteza-yı beşeriyet, az ve çok masiyet fırtına ve dalgalarına tutulmuş, vazife-i diniye-i uhreviye ve ubudiyet ciheti pek çok noksan kalmış ve hâb-ı gaflet perdesine bürünmekle imrar-ı hayat etmiş olduğumu şimdi anlıyorum ve kusurlu geçmiş zamanlarıma pişman ve nâdim olup evvelki güldüklerime şimdi ağlıyorum. Bu da siz Üstadıma ve risalelerinize kavuşmakla hasıl olmuştur ki yüz binlerce şükür Cenab-ı Hak sizi bu fakire ihsan buyurdu.

Dört sene evvel Burdur’a geldiğimde, kardeşimiz Şeyh Mehmed Efendi’nin delâlet ve tavassutu ile muhabereye başlanmış ve bi’n-netice hikmet-resan ve nur-feşan ve müşkül-küşa ve kâinatın muamma-yı tılsımını açan anahtarları bu fakirin eline veren yine o risalelerdir. İşte o baha takdir edilemeyen o anahtarlar, öyle mücevherat ve pırlanta elmaslar ki ne diyeyim iktidarsızlığımdan lisanım ve kalemim kalbimin tercümanı olamıyor, âciz kalıyor.

Şeriat, hakikat ve marifet hazine ve definelerini küşad edecek ve eden ancak ve ancak bu Nur risale-i şerifeleridir. Bu Nur risalelerinin her birisi birbirinden nurlu, hele İ’caz-ı Kur’an “nuru’n-alâ nur.” Nasıl tavsif edeyim, bir gülistan-ı ferah-fezada gayet nâdide ve hoş-bû ezhar-ı latîfe gûnagûn bulunup da hangisini koparmaya, koklamaya, tercih etmeye mütehayyir kalıp da neticede hepsinden bir deste, bir demet yapmaya karar verdiği gibi; bu risale-i şerifeler de yazanı, okuyanı, dinleyeni nur bahçesine, nur deryasına gark edip de mütefekkir, mütehayyir edip hepsinden bir çiçek demeti yapmaz da ne yapar? İnsanı fakat o insanı tahayyür ve tefekkür sahrasında mest-i lâya’kıl bırakmaz da ne yapar? Bütün dünyevî beşeriyet ve hayvaniyet hâssalarından tecerrüd etmesine, Hâlık’ına ubudiyet-i mütemadiyede bulunmasına, mezmum bi’l-cümle ahlâkları def’ ve tard etmesine ilh. gibi hissiyatıyla mütehassis edip de nefs-i emmareyi öldürmez de ne yapar?

Diyebilirim ki bu Nur risale-i şerifeleri bir gülistan-ı cinandır. Bu gülistandan istifade edemeyen bed-mâyelere, nasibedar olamayanlara sad-hezar teessüf. İşte o gibilere ilham-ı Rabbanî erişsin de Yirmi Üçüncü Söz risale-i şerifesinin âhirindeki iki levhanın birincisi ki hicab-ı gafletten nihanı, ikinci levhadaki zeval-i gafletle ayâna tebdil edebilsinler.

Cümle mü’minîn-i muvahhidînin tarîk-ı hidayette hatve-endaz olmaları için; Cenab-ı Vâcibü’l-vücud Hazretlerine kavlen dua ve tazarru etmekliğim ve fiilen de henüz dörtte birini yazamadığım bu Nur risale-i şerifelerinin fakirde mevcud olanlarını, itimat ettiğim, muhabbet ve aşkı olduğunu hissettiğim ihvana, ezcümle (…) gibi zevat-ı muhtereme, cuma günleri fakirhanede toplanıldığı vakit, bizzat okuyor ve ellerine birer Nur parçalarından verip akşama kadar ve bazı geceleri okunmakta devam ediliyor. Hepimiz Cenab-ı Kādir-i Kayyum’a ubudiyet ve niyazımızı îfa ediyoruz ve Zat-ı Üstadanelerine karşı da bu borcumuz olan dua-yı üstadanelerini yâd ve tezkâr ediyoruz.

Cenab-ı Zülcelali ve’l-kemal Hazretleri Muhterem Zat-ı Üstadanelerini dünyalar durdukça Nur Risalelerini rehberlikte, delâlette ve nur dellâllığında ilâ âhiri’d-deveran kaim buyursun, duasını her namazın âhirinde hemşirenizle beraber vird-i zeban etmişiz, Efendim Hazretleri.

Âsım

***

(Ahmed Galib’in Sözler hakkında bir fıkrasıdır.)

Âdem-i ilm-i hakikattir sözün,

Tercüman-ı kenz-i vahdettir sözün.

Hazret-i Hak’tan atâ-yı mahzdır,

Neş’e-i Şît-i hüviyettir sözün.

Ders-i hikmetten bütün ulvi beyan,

Misl-i İdris, pür-hikmettir sözün.

Mevc-i tufan-ı dalaletten siper,

Keştî-i Nuh-u selâmettir sözün.

Sarsar-ı ilhaddan inkaz eden,

Şule-i Hûd-u hidayettir sözün.

Tezkiyet-bahş-ı kulûb-ü mü’minîn,

Salihdar-ı emanettir sözün.

Vahdetin esrarını ilan eden,

Ol Halil-veş asl-ı millettir sözün.

Bahş-ı zemzem eyler, ehl-i hayrata,

İsmail-i feyz-i hürmettir sözün.

Mahz-ı tahkiktir, hayalattan alâ,

Sırr-ı İshak-ı hakikattir sözün.

Zümre-i Tağut’u hep berbat eder,

Lût gibi rükn-ü salabettir sözün.

Hep kelâmullah-ı nâtık şerhidir.

Kenz-i i’caz-ı risalettir sözün.

Din-i hakkın neşr ü tamimi için

Fazl-ı İsrail-i kudrettir sözün.

Hak cemaliyle kemalin gösteren,

Hüsn-ü Yusuf’tan işarettir sözün.

Yokluk içre, varlığa kaim olan,

Sabr-ı Eyyüb-ü metanettir sözün.

Mülhid firavunları gark eyleyen,

Tûr-u Musa-i şeriattır sözün.

Serteser mizan-ı hikmetle rasîn,

Çün Şuayb-ı emn ü adalettir sözün.

Ehl-i idlâli eden zîr ü zeber,

Sanki Harun-u fesahattir sözün.

Asker-i Calut-u küfrü mahveder,

Savt-ı Davud-u hilafettir sözün.

Marifet-i takva ve hikmet mülküne,

Bir Süleyman-ı emarettir sözün.

Hasılı dertlilere derman eder,

Dest-i Lokman-ı hazakattir sözün.

Ba’s-ü ba’de’l-mevte kaim hüccetin,

Çün Üzeyr mazhariyettir sözün.

Söz değil, özdür bütün tibyanınız,

Vech-i Hakka hep işarettir sözün.

Lübb-ü lüb marifettir mâhasal,

Yüz yüze hakka itaattir sözün.

Ehl-i şevke âb-ı hayat bahşeden,

Hıdr-ı bahreyn-i velayettir sözün.

Bâr-ı sıkletten ukûlü kurtaran,

Nur-u İlyas-ı riyazettir sözün.

Kulluğun efdalini izhar eden,

Zülkifl-i ibadettir sözün.

Set çeker kâfir olan ye’cüclere,

Çünkü Zülkarneyn-i kudrettir sözün.

Sırr-ı tesbihatı telkin eyleyen,

Misl-i Yunus gavvas-ı hakikattir sözün.

Rahmet-i Rahman’ı hep tezkâr eder,

Hamd-i Zekeriyya-yı rahmettir sözün.

Tâb ile şerh-i kitab-ı Hak eder,

İlm-i Yahya-i verasettir sözün.

Mürdeyi ihya, körü bînâ eder,

Nefha-i İsa-yı fıtrattır sözün.

Müjde-peyma-yı kulûb-ü ehl-i hak,

Mâhî-i târîk-i fetrettir sözün.

Ahmed’in mi’racını eyler beyan,

Şerh-i ahkâm-ı nübüvvettir sözün.

Hak Teâlâ daima pür-nur ede,

Çünkü irfan-ı saadettir sözün.

Şan-ı Üstadda ne dersen Galiba,

Az ki bir îma-yı hayrettir sözün.

Ahmed Galib

***

(Ahmed Galib’in Sözler hakkındaki Arabî fıkrasıdır.)

مُقٖيمُ السُّنَّةِ بِالْاِجْتِهَادِ ۞ قِوَامُ الدّٖينِ فٖى يَوْمِ الْفَسَادِ

سَلَلْتَ السَّيْفَ عَلَى الَّذٖينَ ضَلُّوا ۞ عَنِ الْحَقِّ وَ هُمْ اَهْلُ الْعِنَادِ

بَيَانُكَ كَانَ صَمْصَامًا شَدٖيدًا ۞ عَلٰى اَهْلِ الضَّلَالَةِ وَ الْاِرْتِدَادِ

وَ نَادَيْتَ الْجَوَانِبَ هَلْ اَجَابُوا ۞ اِلٰى نَهْجِ الْحَقٖيقَةِ وَ السَّدَادِ

اَجَابَ اَهْلُ قَلْبٍ طَائِعٖينَ ۞ وَ تَهْتَزُّ الْقُلُوبُ بِالْوَدَادِ

لَاَنْتَ دَعَوْتَهُمْ سِرًّا وَ جَهْرًا ۞ لَقَدْ جَاؤُكَ مِنْ اَقْصَى الْبِلَادِ

فَمَا اسْتَغْنَوْا عَنِ الْاٰيَاتِ طُرًّا ۞ لِاَنَّهُمْ اَتَوْكَ بِاِعْتِمَادٍ

رَاَوْ فٖى نُطْقِكُمْ نُورًا جَلِيًّا ۞ فَيَوْمًا بَعْدَ يَوْمٍ مُسْتَزَادٌ

فَتَحْتَ عَلَيْهِمْ اَبْوَابًا كَثٖيرًا ۞ مِنْ اَقْسَامِ الْعُلُومِ بِالرَّشَادِ

جَزَاكَ اللّٰهُ مِنْ خَيْرٍ كَثٖيرٍ ۞ وَ اَعْطَاكَ الصَّفَا فٖى كُلِّ وَادٍ

وَ يَحْفَظُ قَلْبَكُمْ مِنْ كُلِّ هَمٍّ ۞ وَ اٰثَارَكَ مِنْ طَوْرِ الْكَسَادِ

يُرَوِّجُ نُطْقَكُمْ فٖى سُوقِ حِكْمَةٍ ۞ بِاَنْوَارٍ اِلٰى يَوْمِ التَّنَادِ

اَلَا لَا تَرْتَعِبْ عَنْ دَعْوَةِ النَّاسِ ۞ فَبَشِّرْ قَلْبَهُمْ وَ اللّٰهُ هَادٖى

***

[1] Hâşiye: Latîf bir tevafuktur ki birinci Hulusi ile ikinci Hulusi unvanını alan Sabri Efendi, buradaki –birbirinden çok uzak oldukları halde– aynı fıkrayı mektuplarında bana karşı yazıyorlar.

[2] Hâşiye: Ben kardeşim Hüsrev’in bu makamdaki hissiyatına iştirak edemiyorum. İnsanların nazarında mevki kazanmak ve dillerinde yâd edilmek, hakikatbîn olanlarca bir şeref değildir. Eğer rıza-yı İlahî varsa o rızanın cilvesi olarak insanlarda teveccüh görünse, bir derece emare-i rıza olmak noktasında makbul olabilir. Yoksa arzu edilmemeli. Madem Hüsrev hakikatbîndir, elbette benim şahsıma havale ettiği şerefi, risaleleri niyet ediyor. Zaten o şerefte umum talebeler hissedardırlar, tek birisine verilmez.

Barla Lâhikası s.59-80

(Bu uzun fıkra Hulusi Bey’indir.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَالْاِنْسِ وَالْجَانِّ

Eyyühe’l-Üstadü’l-Aziz!

Yirmi Sekizinci Mektup’un Dördüncü Mesele’sini dört gün evvel, İkinci ve Üçüncü Mesele’sini ve melfuflarını dün almakla bahtiyar oldum.

Evvela: Muhterem Sabri Efendi’nin, hakk-ı âcizîde ibraz buyurduğu azîm teveccüh ve takdir-i üstadaneleriyle de müsbet tevazuları münasebetiyle birkaç söz söylemeye müsaadenizi rica ediyorum. Şöyle ki: Bu fakir-i pür-taksir kardeşinizde, çok mükerrem ve muazzez tanıdığı Üstadının bazı hasletlerinden denizden katre nisbetinde vardır. Bu cümleden olmak üzere üç halimi arz edeceğim:

Birisi: Tâ küçük yaştan beri lütf-u Hak’la Kur’an’ın hakikatine merak etmiş ve taharri-i hakikat yolunda bulunmuş, nihayet aradığımı Eğirdir’de Üstad-ı Muhteremimin neşre vasıta olduğu Sözler unvanlı Nurlarda bulmuşumdur. Bu buluş, beni evvelemirde çirkâbdan selâmete, felaketten saadete, zulmetten nura çıkardığı için Nurlara ve Hazret-i Kur’an’a ve bu Nurların izn-i Hak’la nâşiri, mübelliği, vaizi, dellâlı olan Üstadıma o andan itibaren ruhumda lâyetezelzel bir muhabbet ve bir alâka ve bir merbutiyet hasıl olmuştur. Yüz bin kere hamd ve şükürler olsun. Nurlarla alâkadar olduğum zamanlarda, dünyevî bütün lezzetlerin fevkinde büyük bir zevk ve havassımda azîm bir şevk hissediyorum.

İkincisi: Ubudiyetin iktiza ettiği ve bu Nurlardan aldığım derslerin delâlet ettiği vecihle bütün kusurları tekmil; fenalıkları nefsimden ve iyilikleri, iyi şeyleri Allah’tan biliyorum. Nurlara ve Kur’an’a hizmeti hasbî olarak arzu ediyorum ve neşrine muvaffak olamadığım için mü’minler hesabına çok müteessir oluyorum. Bu halime de şükürler olsun.

Üçüncü hal ve hakiki şahsiyetim: Bunu tarif etmeye cidden hicab duyarım. Hemen Cenab-ı Allah’tan dilerim, beni ve bütün kardeşlerimizi nefis ve cin ve ins ve şeytanların mekirlerinden muhafaza eylesin ve dalalete sapanlardan eylemesin, âmin!

Benim kardeşlerim (Hâşiye[1]) Üstadımın kardeş ve talebeleri olan zatlar şüphesiz birinci ve ikinci hali ruhlarında hissederler. Öyle ise beşerde bilhassa mü’minlerdeki hâsselerin inkişafı tahdid edilemeyeceği için tevfik-i Hudâ ile bir kere bu yola girenler, nefis ve şeytanlarına bu âciz, fakir ve bîçare kadar mağlup olmayacakları cihetle, terakki ve istifadeleri de o nisbette ziyade olur. Muhterem Üstadım bu kusurlu talebesine teveccühü; insanlara, mü’minlere, mü’minlerin bilhassa benim gibi muhtaçlarına derece-i şefkatine ve benim ihtiyacımın en çok olduğuna delil ve misaldir.

Hülâsa: Bana liyakatimin çok fevkinde hüsn-ü zan eden ve teveccüh gösteren aziz ve muhterem ve mütevazi Sabri Kardeş! Bil ki çok günahkâr, çok âciz, fakir, müflis, ümmet-i Muhammed’den (asm) bir abdim. Dualarınıza çok muhtacım. Acz ve fakr arzuhalini kabul ettirerek hazine-i hâssa-i Kur’an’dan âleme muhtelif nam ve tarz ve şekillerde cevherler teşhirine muvaffak olan dellâl-ı Kur’an’ın kudsî hizmetinde kendisine yardım en büyük emelim ve en ciddi temennim, en mukaddes niyetimdir. Bu niyetim sebebiyle Nurlarla meşgul olmak saadetine mazhar olduğum dakikalarında, hilaf-ı me’mul bazı sözler kendiliğinden kalbime ve kalemime gelmektedir ki bu marifet benim değil elbet muhakkak ve mutlak Hazret-i Kur’an’dan lemean eden Nurlara aittir.

Öyle ise asıl üstad Kur’an’dır. Üstad-ı muhteremimiz elyak ve elhak muarrifi, mübelliği ve müderrisidir. Biz muhtaçlar fırsatı ganimet bilmeli, cevherleri almalı; kalbimize, dimağımıza nakşetmek, dâreynde medar-ı saadetimiz olacak olan bu Nurları alâ kadri’t-tâka neşre çalışarak muhafazasını kuvvetleştirmeliyiz. وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفٖيقُ

Sâniyen: Mektubat’ın küçüklerinden on üçünü hâvi hususi mektuplar mecmuasını aldım. Bu vesile ile de maziyi hal yerine koyarak derin manalı, şirin sohbetinizi bir kere daha şevkle dinlemiş oldum. Zaten ben o vakitlerin mazide kalmasına razı değilim. Her vakit hal gibi mütalaa ediyorum. Mazi, hal, müstakbel bunlar da itibarî birer taksim değil mi? Ehl-i zevk için bu taksime ihtiyaç kalmıyor.

Sâlisen: Yirmi Sekizinci Mektup’un Sekiz Meselesinden

Birincisi; bana ait rüya hakkında kıymetli bir ders vermiş. وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا âyetine güzel bir tefsir, nihayet manası zahir olmuş rüyaya hoş bir tabir olmuştur. Nevme ait âyeti pek âlî ve münasip bir surette tefsirinizle, başta herkesten ziyade muhtaç Hulusi’niz olduğu halde bütün Risale-i Nur ve Mektubatü’n-Nur müstemilerine ve kārilerine faydalı, zevkli, esaslı, ciddi, veciz ve beliğ bir ders daha vermiş oldunuz.

Şuraya bir işaret etmek isterim; Kur’an’ın kerametine bir nokta, bir zerre daha ilâve ediyorum: Gerek Eğirdir’de gerek burada bazen zihnime bir şey gelir ve kendisiyle hayli meşgul ettirir. Hemen ilk mektubunuzda benim zihnimi işgal eden bu şeyin cevabını bulurum (Hâşiye[2]). Bu birde, beşte kalmadı, çok taaddüd etti. Onun için diyorum ki keramet-i Kur’aniyedendir.

İkinci Mesele; güzel ve ilmî bir ders olmakla beraber bir cihet daha hatıra geliyor. Hizbü’ş-şeytanın avenesi tâ buralardan dolaşarak sahte ve şaşırtıcı hareketlerle arkadan çevirmek istemeleridir. Bu sebeple şifahane-i Kur’an’ın anahtarı, inayet-i İlahî ile elinde bulunan sevgili Üstadımızın bu zehirlere de ilaç yetiştirmesi ve silahhane-i Kur’an’dan aldığı acib silahlarla mübareze etmesi nevinden güzel ve bedî’ üslup ile ve hârika temsilatla bulunuşu hakikaten şâyan-ı menn ü şükrandır. Allah sizden çok razı olsun.

Üçüncü Mesele; hakikaten çok güzel, çok hoş, çok vâzıhtır. Bu meseleyi beş noktaya ayırmakla sanki İslâm’ın beş rüknünü hatırlatmış, selâmet için beş esası göstermişsiniz. Hem bunu dostlarınıza ve kalben sizden bir şey bekleyenlere, sual-i mukaddere cevap nevinden kaleme almışsınız. Fakat hüsn-ü zanna mesağ veriyorsunuz. Niyetle me’cur ve faidemend olacağını ihtar ediyorsunuz. Sâil buna da razı. Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı zaten bu derde ilaç vermekte, bu yaraya merhem vurmakta ve bu arzuya çare bulmaktadır.

Sözler ile kuvvetü’z-zahr olduğunuz mü’minler, bataklıktan çıkardığınız mütehayyirler, ayılttığınız sarhoşlar, iade-i şuur ettirdiğiniz divaneler, şu zamanda Kur’an’dan daha iyi mürşid olamayacağına inandırdığınız hakikate müştak insanlar, ilzam ettiğiniz münafıklar, mülhidler, hattâ kaçırdığınız şeytanları her gözü olan ve bakan gördü, akıldan nasibi olan anladı, kalbi bozulmayan inandı. Bu azîm muvaffakıyatın sırrı, acz yolunun rehberi olan Kur’an’ın ve Nurların dellâlının gösterdiği hakiki acze karşı Hâlık’ın ihsanındadır.

وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyet-i celilesine istinaden her ne matlubunuz varsa Kur’an’dadır. Buna muvaffak olmak için Nurlarla alâkadar olmak, Kur’an’a hâdim olmak, Allah’a karşı haddini ve acz-i tam içinde bulunduğunu anlamak ve bütün mevcudiyetiyle kabul etmekle olur diye mütemadiyen mü’minleri bu kestirme, selâmetli ve saadetli yola çağıran Üstadımızdan Allahu Zülcelal Hazretleri ebeden razı olsun. Dünyevî, uhrevî bütün muradlarını hasıl etsin. Ümmet-i Muhammed’e bağışlasın, âmin bi-hürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Duanızın cümlemiz muhtacı ve duanızda bulunmak hepimizin borcudur. Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş, mâşâallah, mâşâallah. Kimin haddidir ki bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur’an’dan nurlar gösteriliyor.

Bu fakir kardeşiniz bu Sözler’i okuduğum zaman, üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tabiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir günah işliyor telakki ediyorum. Bazen verdiğiniz salahiyetin manevî kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum. İşte bendeki telakki ve tesir bu mahiyettedir.

Bu mektubu müsvedde ettiğim vakit tam bu anda müezzin minarede “Allahu ekber” demişti. Ben de “Allahu ekber (celle celaluhu)” ile mukabele etmiş idim. Bu hal işteki kudsiyete açık bir işaret değil mi?

Dördüncü Hususi Mesele; Eski Said lisanıyla da olsa ne kadar muvafık istimal-i silah ediyorsunuz, bârekellah. Manevî taşlarınız وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰى âyet-i kerîmesinde işaret buyurulduğu üzere hedeflerine isabet ettiğine kaniim. Allah böylelerinin şerlerini kudret kılıncı ile kessin. Böylesi hain ve zalimleri Kahhar ismine tevdi ederiz.

Hizmette füturum yok fakat manilerin hadd ü pâyanı yok. Fakat dünyayı sırtıma yükleseler her tarafımı ateşle sarsalar bu ulvi düşünceme mani olamazlar. Amma buna gönül razı değil, çok şeyler arzu ediyor. Ne çare nefis ve cin ve ins şeytanları müthiş topuzlarla karşıma dikildiklerinden, ister istemez mücadeleye mecburum, hakiki hizmetten geri kalıyorum. Buna ne kadar müteessif olsam azdır.

وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

Hulusi

***

(Altı sene bana kemal-i sadakatle hasbî olarak hizmet eden ve hârika olarak benim gibi bir asabî adamı hiçbir vakit gücendirmeyen ve müsvedde kâtipliğini daima yapan Süleyman Efendi’nin fıkrasıdır.)

Efendim Hazretleri!

Evvela mübarek ellerinizi öper, mukaddes dualarınızı beklerim. Fakir hademeniz ve talebeniz ve kardeşiniz olan Süleyman, şimdiye kadar telif olunan mübarek Nurları birer birer mütalaa ederek her birisinden ayrı ayrı ve büyük nurlu güneş gibi ışıklar gördüm ve çok büyük istifade ettim. O nurlar uhrevî yolumu irae ettiler. Allah sizden razı olsun. Âhiret yolunda bulunan çok noksanlarımı gösterdiler, teşekküründen âcizim. O nurları temsil ve tasvir edecek kudreti kendimde görmediğimden, ruhumu yoklayarak hissiyat-ı kalbiyemi şöyle tasvir etmeye –min gayri haddin– cüret eyleyeceğim. Hata vaki olursa da affımı istirham ediyorum.

Efendim, görmüş olduğum Risale-i Nur deryasındaki lezzet ve saadetin dünyada hiç emsalini göremediğim gibi kendi vicdanî muhakemem neticesinde kat’iyen anladım ki o Risaleler her biri başlı başına ve ayrı ayrı birer tefsir-i Kur’an’dır. Mahlukat içerisinde hilkaten insan şeklinde ve hakikat noktasında insaniyetten sukut eden ve serâpa manevî yaralar içinde bulunan insanlara bu Nurların mütalaası seri şifalı bir ilaç ve yaralarına gayet nâfi’ bir tiryak ve merhem olduğunu ufacık karihamla anlayabildim. Bu Nurların kıymetini zaman gösterecek ve dillerde destan olarak şark ve garbı gezecek itikadındayım. Ve inşâallah Avrupa’ya karşı dahi Kur’an’ın ne kadar parlak bir güneş olduğunu gösterecektir.

Tekrar ellerinizi öperek duanızı isterim efendim hazretleri.

Süleyman

***

(Şu fıkra aklen Hulusi, kalben Sabri, vicdanen Hüsrev hükmünde olan Re’fet Bey’in mektubudur.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Bu defa Süleyman Efendi vasıtasıyla Yirmi Beşinci Söz’ü, tashih olunmak üzere huzur-u âlînize takdim ediyorum. İ’caz-ı Kur’an elhak bir şaheserdir. İhtiva ettiği hayret-bahş hakaik itibarıyla âsâr-ı âliyenizin en mühimmidir. Mu’cizat-ı Ahmediye’yi okudum. Çok mükemmel ve ruha ulviyet ve inkişaf bahşeden çok kıymettar bir eserdir. Şu kadar ki mu’cizat-ı Ahmediyenin en büyüğü Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan olduğuna göre, i’caz-ı Kur’an’ın ruhumda husule getirdiği tebeddülat ve münderecatından ettiğim istifade çok azîmdir.

Bu eserinizle وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyet-i celilesinin muhtevi olduğu şümullü ve pek azametli olan maânî-i ulviye ispat edilmiş oluyor. Bugünkü terakkiyat-ı fenniye ve ihtiraat-ı beşeriyeyi kendi mahsulat-ı fikriyeleri addeden ve bir hazine-i hakaik olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı mühmel bırakarak Avrupa’dan ilim ve irfan dilenciliği yapan ve akıllı geçinen gafiller, beşerin dünyevî ve uhrevî saadetini temin edecek maâliyat ve desatir-i muazzama ile memlû bulunan bu âsâr-ı muhteşemeyi bir nazar-ı insaf ve bir teyakkuz-u ârifane ile mütalaa etselerdi, dalmış oldukları hâb-ı gafletten pek çabuk uyanacaklardı. Fakat heyhat, bizler arpa ambarı içinde açlıktan ölen tavuklara benzeriz. Elimizde bir mecmua-yı hakaik dururken ona karşı göz yumar ve başkalarından istiane ederiz.

İ’caz-ı Kur’an’ın yüksekliği hakkında ne yazsam azdır. Kalemim onu tavsiften âcizdir. Kudret-i kalemiyem olsaydı hakkını vermeye çalışırdım, olmadığı için âcizane olarak sözümü kesiyorum. Kemal-i hürmetle mübarek ellerinizden öper ve hizmet-i Kur’an’da sabit olmam hakkındaki duanızı talep ve istirham ederim, efendim.

Re’fet

***

(Binbaşı merhum Âsım Bey’in fıkrasıdır.)

Envar-ı Kur’aniye mizan ve bürhanlarından ve kıymeti takdir edilemeyen Sözler namındaki risale-i şerifeler fakiri ihya ediyor, kalbimi nurlandırıyor. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى Çoktan beri aramakta iken lehü’l-hamd Cenab-ı Hak Sözler’i bu fakire ihsan buyurdu. Kalp ve gönlüme âciz kalemim ve kālim tercüman olamıyor.

Âsım

***

Bahtiyar kardeşim Hüsrev!

Şu risale (*[3]) bir meclis-i nuranidir ki Kur’an’ın şu münevver, mübarek şakirdleri, içinde birbiriyle manen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki Kur’an’ın şakirdleri onda her biri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Her biri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekellah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin.

Said Nursî

***

 

YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP’UN ÜÇÜNCÜ ZEYLİ

(Said’in bir fıkrasıdır.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

(Nur Risalelerine çok müştak ve onların mütalaasından intibaha düşen bir doktora yazılan mektuptur. Bu üçüncü zeyle çendan münasebeti azdır fakat kardeşlerimin fıkraları içinde bu da benim bir fıkram olsun.)

Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimi ve aziz dostum!

Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî şâyan-ı tebriktir. Biliniz ki mevcudat içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetindedir. Yoksa hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek; âni bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gafil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyeden tiryak-misal imanî ilaçları alabilseler hem kendi hastalıklarını hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler, inşâallah. Senin şu intibahın senin yarana bir merhem olduğu gibi seni dahi doktorların marazına bir ilaç yapar.

Hem bilirsin, meyus ve ümitsiz bir hastaya manevî bir teselli, bazen bin ilaçtan daha ziyade nâfi’dir. Halbuki tabiat bataklığında boğulmuş bir tabip, o bîçare marîzin elîm yeisine bir zulmet daha katar. İnşâallah bu intibahın seni öyle bîçarelere medar-ı teselli eder, nurlu bir tabip yapar.

Bilirsin ki ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faydasız, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi camid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi; faydalı, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Hak’tan bir intibah iste ki senin fikrini Hakîm-i Zülcelal’in hesabına çevirsin tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlahiye hükmüne geçsin.

Zeki dostum! Kalp çok arzu ederdi, ehl-i fenden envar-ı imaniyeye ve esrar-ı Kur’aniyeye iştiyak derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulusi Bey’e benzeyecek adamlar ileri atılsın.

Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Her bir Söz’ü, şahsımdan değil belki Kur’an’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyeden birer reçetedir farz et. Gaybubet içinde hazırane bir musahabe dairesini onlar ile aç.

Hem arzu ettiğin vakit bana mektup yaz. Ben cevap yazmasam da gücenme. Çünkü eskiden beri mektupları pek az yazarım. Hattâ üç senedir kardeşimin çok mektuplarına karşı bir tek yazdım.

Said Nursî

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstadü’l-A’zam!

Bilhassa dest ü dâmen-i mübareklerinizi bûs edip her ân ve zaman muhtaç bulunduğum daavat-ı üstadanelerini niyaz eylerim. Bir hafta evvel Süleyman Efendi kardeşim vasıtasıyla irsal buyurulan enva-ı iltifatı şâmil lütufname-i ekremîlerini, kemal-i meserretle alarak mefharetle okudum. Bir fıkrasında tevafukat-ı gaybiye hakkındaki kanaat-i âcizanem sual buyuruluyor. “Neam sadakte, Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!” kelimeleriyle icabet ediyorum. Zira şu tevafukat-ı gaybiye-i acibe, bilumum bahr-i muhit-i Nurun talebelerini ve hattâ talebelerin cemaat-i müstemialarını mest ve hayran ve medyun-u secde-i şükran bırakmıştır. Nurların şu mu’ciz-nüma kerametlerini ancak ve ancak mir’at-ı Muhammediye (asm) ile müşahede edebiliriz. Bu hakikatin diğer bir muarrifi olan:

Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim

Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim. (Hâşiye[4])

Şu iki mısra-ı manidarı, perişan arîzamı şereflendirmek niyetiyle dercediyorum. Bu fakir ve âciz talebeniz, şu hayret-feza keramet-i Kur’aniyeyi ve i’caz-ı Nebeviyeyi müşahede ettiğim günden beri, bu babda çok derin düşüncelere dalıyorum. Ve şu tevafukat-ı acibeye müşabih tevafukat, başka kitaplarda bulunur mu maksadıyla çok temaşa ediyorum, göremiyorum. Görülse de pek nadir bir haldedir. Şu halde tevafukat-ı gaybiye, bir keramet-i aleniye olarak endamını Nurlarda izhar ediyor. Ve lisan-ı hal ile beşere hitaben diyor ki:

Ey benî-Âdem, şu sisli asırda dalaleti ref’ ve selbedip necat ve saadet bahşedecek ve dimağınızdaki semli kokuları, verd-i Muhammedîye(*[5]) tebdil edecek ve en kestirme ve son derece muhkem ve müstakim bir tarîk-i selâmet ve necata sevk edecek, pek çok keramat ve i’cazını gösteren, bizim bulunduğumuz derya-yı nuranidir. Ve âtiyen daha nice âsâr-ı hafiye tezahür edecektir, diye nida ediyor.

Müsaade-i fâzılaneleriyle bir maruzatım daha var. Fakat bu cihette, şahsımı istisna ederek meramımı arz edeceğim. Bendeniz Nurların müştak müşterilerinde daha doğrusu yanık talebelerinde, bir tevafuk-u fevkalâde görüyorum. Çünkü enaniyet ve nefsaniyetin şiddetle hüküm-ferma olduğu şu asırda, hepsinin derece-i ihtiyaç ve iştiyakı bir, kâffesinin ahlâk ve etvarı bir, umumunun tarz-ı telakkisi bir ve yekdiğerine karşı ah-i lieb ve üm’den daha kavî bir rabıta-i hakikiye ile merbut, samimiyet ve hakikat-perverlikte, âdeta yekdiğerine müsabaka eder derecede ciddi ve hâlis, kardeşlikte takip ettikleri hatt u hareket bir ve daha pek ziyade birbirine benzeyen tullab-ı nuraniyenin bu hârika hallerini de ayrıca bir tevafukat-ı gaybiye sırasında görüyorum. Zira İstanbul’dan, İzmir’den, Aydın’dan, Kütahya’dan, Isparta’dan, Eğirdir’den ilh. muhtelif beldelerden seçilip bir safta mukayyed bulunan talebelerin aynı hâssaları haiz olmaları, câlib-i nazar-ı dikkat olsa gerektir, zannederim Efendim Hazretleri.

Sabri

***

(Sabri’nin fıkrasıdır.)

Lütufkâr ve inayetkâr Üstadım Efendim Hazretleri!

Ramazan-ı şerifin onuncu cumartesi günü, saat on bir buçukta, her bir nüktesi nâmütenahî hikmet ve hakikat müjdelerini hâvi ve mübeşşir, dokuz nükteli Ramazaniyeyi aldım. Ruhumun fevkalâde muhtaç ve müştak bulunduğu ve nazirsiz eser-i pür-nuru, o gece kemal-i fahir ve sürurla yazdım. Ve aslını yine Nisli Hâfız Mahmud Efendi’ye teslim ettim, Hakkı Efendi’ye götürdü. Ertesi sabah istinsah ettiğim risaleyi bir daha dikkatli okuyarak, hattımın tevafukunu tashih ve Ali Efendi’ye ait bir mektup yazdım. Tam imza edeceğim esnada, İslâmköyü’nden bu vazifeye manen memur bir adam geldi, Ali Efendi’ye gönderdim. Ve şu ümidin fevkinde âni olarak gelen vasıta-i irsal, eserin kudsiyetine sarîh ve bâriz bir delil olduğuna şüphe kalmadı.

Üstad-ı Azizim! Bazen Nurları düşünüp hakikaten pek çok hakaik ve hikmetleri ihtiva ettiklerini görüyordum. Yalnız şu şehr-i rahmet ve mağfiretin ibadatından olan sıyama ait bir mevzu açılmadığını görerek, üstadıma bir arîza takdim etsem ve otuz günden ibaret olan ramazan-ı şerife ait Otuzuncu Mektup olmak üzere, bir niyazda bulunmak emelinde iken, bir sebebe binaen şu arzumdan feragat ettim.

İşte bu defa Külliyat-ı Nur’dan mebhus-u anhâ risale, bu abd-i âcize hitaben “Senin kalbindeki hafî bir arzu ve hissin, bizim levha-i manevîmizde gayet büyük harflerle yazılıdır ki işte is’af edildi.” tarzında bana ihsan buyuruldu. Fakir de ruhumun mühim bir ihtiyacını temin eden, binler hikmet ve müjdeli Ramazaniyeyi alarak, Kur’an-ı Azîmüşşan’ı inzal edene secdeler ve Nurlar dellâl-ı âlîşanına hadsiz teşekkürler ile borçlu olduğum dua-yı fâzılanelerine müdavim bulunduğumu arz eylerim Efendim Hazretleri.

Sabri

***

Ey Üstad!

Yirmi Yedinci Söz, Müslümanları sa’y ü gayretin ve bu ulvi dinin hizmetine teşvik ediyor. Bu risale sanki ufukta bir hedef, ehl-i iman için de bir rehber.

Evet bu söz, kalpler içinde bir iştiyak, iştiyak içinde bir nur olmuş. Otuz Üçüncü Mektup ise otuz üç penceresiyle beraber, hakikat mâyesiyle yoğrulmuş bir varlık. Bu kıymetli eser, ulviyet ve kudsiyet içinde, kuvve-i idrakiyesiyle hissiz beşere hassasiyet; ve gaflet perdelerinden hakikati görmeyen nazarlara kuvvet; hakperest ehl-i imana ise ulviyet bahşediyor.

Hadsiz ihtiyaçlara düşen, zahire aldanarak maddiyata saplanan ve kendini lâkaytlık içinde yeise düşüren zavallılar; bu mukaddes eserin kārii olsunlar, anlasınlar ki nereye giderlerse nereye bakarlarsa bir Hâlık-ı A’zam’ın, bir Rahîm-i Rahman’ın dairesinden, hududundan, kanunundan ve idaresinden harice çıkamazlar. Her mevcudiyet, her vakıa, her tahavvülat, her inayet, her iltifat bir Kadîr-i Zülcelal’in yed-i zaptındadır.

Demek oluyor ki en ufak bir zerrede, Sâni’i ilan ettiği cihetle, koca bir kâinatın saltanatının küçük numunesi mevcuddur, denilebilir.

Zekâi

***

Aziz ve büyük Üstadım!

İki üç günlük sa’yimin mahsulünden doğan ve inayet-i Hak’la istinsaha muvaffak olduğum On Yedinci Söz’ü tashih için takdim ediyorum.

Ey yüce Üstadım, On Yedinci Söz ki mefhumu nâmütenahî yükselen hakikatlerdir. Yüzlerce teşekkür… Her söz beşeriyetin müptela olduğu mahfî emrazı gösteriyor ve nurlarıyla teşhis ederek tedavi ediyor. Pek a’lâ, pek rânâ anlıyorum ki benim gibi yaralı, manen zarardîde olmuş bir genç için muhtaç bulunduğum teselliyetkâr şeyler, hep Risale-i Nur’dandır. Kalbime teselli nurlarını serpen Hâlık-ı A’zam’a binlerce şükür…

Zekâi

***

Sözler, yani Risale-i Ahmediye berahinini yazarken, çok defalar kalemimi elimden bırakıp o asr-ı saadetin anlarının tahassürüyle, hicranıyla yandım. Bu hicrandan kalbim ağlamış, gönlüm coşmuş, ruhum vücudumdan ayrılarak uzaklara gitmiş, bana teselli tuhfeleri getirmiş.

Öyle ya, aziz Üstad! Asr-ı saadette değilsek, müştakıyız. Bu bize kâfi. Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bize bıraktığı muazzam bir mu’cizesi bugün elimizde değil mi? O kitap bize, muhtaç ve müştak bulunduğumuz saadeti vaad etmiyor mu? Ona hâlisane sarıldığımız zaman, muhtaç bulunduğumuz zevk-i manevîyi bize vermiyor mu?

Evet aziz Üstadım, bugün elimizde tuttuğumuz, gözümüzle gördüğümüz hakiki insanlara rehber olan o muazzam kitap, o büyük mu’cize ki ben maddiyat içinde dünya cereyanında boğulmak üzere iken, beni onun ulvi sesleri ne güzel teselli etmiş ve bana sarsılmaz bir istinadgâh olmuştur. Hakka nâmütenahî şükürler olsun.

Muhterem Üstad! Bana öyle geliyor ki manevî saadete küşade bulunan ruhum, kıymettar risaleleri okudukça, yazdıkça gitgide bir zevk-i manevî, bir saadet-i ebedî hazırlıklarıyla coşacak. Coşkunluklarımın hayli devam ettiği oluyor.

Üstadım! İşte o zaman dünya, nazarımda bir hiçten ibaret kalıyor. Ebediyete, sonsuz saadet âlemlerine atılmak istiyorum. İşte o dakikalar bu dünyayı bana verseler bu tatlı hülyalarımın bir nebzesini bile vermek istemem. Def’olsun gençlik rüyalarının kâbuslu fırtınaları.

Üstadım, duanıza muhtacım.

Zekâi

***

Fazilet-meab Üstadım!

Nur sabahı olan Risale-i Nur’dan Birinci, İkinci, Üçüncü, Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözleri istinsah ederek bera-yı tashih, taraf-ı âlîlerine takdim ediyorum. Mezkûr Sözler ki kısa oldukları halde mefhumları büyük. Büyük hisler ve ulvi fikir bahşediyor. O Sözler ki her biri ayrı ayrı mecralardan cereyan ederek büyük bir deryaya dökülen berrak ve saf ırmaklar gibi çağlıyorlar. İşte bendeniz, bu çağlayan ırmakların latîf ve ulvi seslerinden hayli derece istifade ediyor ve sonlarında, beşeriyetin başta âcizlerinin ibtila olduğu emraza şifa verici eczalar istihsal ediyorum. Kendisini acı, yoksulluk içerisinde bunalıyor zanneden ve muhayyilesi inkişaf edememiş kimseleri ikaz etmek emelini taşıdığıma emin olunuz.

Aziz Üstadım! Anlıyorum ki kaybolmuş ümitlerimin, hayatımın semasında sönen yıldızlarımın ufûlüne teessüf edip bir fecr-i sabah ararken; bir nur sima, bir nur sabah karşımda parladılar. Allah sizden razı olsun ki kıymetli eserleriniz sayesinde hayatın kıymet ve ehemmiyetini anladım. Bu suretle kalbime bir istinadgâh-ı manevî buldum diye müstağrak-ı sürur oluyorum. Hemen Rabb’im, üstadımızı iki cihanda aziz ve gayelerine vâsıl eylesin, âmin!

Zekâi

***

Ey aziz Üstad!

Vakıâ emr-i âlîleri Sözler’in yazılması hususunda acele edilmemesi idi. Fakat hiç mümkün mü ki karşımda billurî sular akıtan ulu pınarın suyundan kana kana içmek için acele etmeyeyim. Malûm-u âlîleri, bendeniz bu hususta vazifelerde çok geç kaldım. Bu cihetleri vuzuh ile görüp idrak ederken, mümkün mü ki o ulu pınarın billurî sularıyla elimi yüzümü yıkamayayım, kalbimi parlatmak için isti’cal göstermeyeyim.

Cenab-ı Hakk’ın azîm bir lütfu ki temin-i maişetim için çalıştığım zamanlar arasında kıymettar risaleleri yazmak için vakit bulabiliyorum. Bu fırsatları kaçırmak istemediğim içindir ki acele ediyorum. İsti’calimin en büyük sebebi; muhtaç bulunduğum teselliyetkâr nurları, o risalelerde buluyorum. Nasıl ki içerisinde tevakkuf imkânı olmayan tünellerden, harîs kumpanyalar fazla seyr ü sefer etmekle iftihar ederler. Talebeniz de keza, o cihan-kıymet risaleleri ne kadar fazla okur yazarsam o kadar istifade-bahş ve müftehir olacağım.

On Altıncı Mektup’u serâpa okudum. Her türlü mezahim ve meşakkate karşı gösterdiğiniz sabır ve tevekküle meftun oldum. O Sözler’i okudukça bütün mevcudiyetim bir ıssızlık içinde parlayacak zannettim. Tehacüm-ü ızdırap için hep güler yüzlü, güzel yüzlü sabırlar temenni ettim.

Yirmi Üçüncü Söz, derinden gelen bir sayha gibi insaniyete bağıran ve insanlara insanlıklarını ihtar eden ve en âlî makamlara sahip olmak yollarını gösteren ve kārilerini tekâmüle sevk eden ve meşru aşklar doğuran ölmez bir teselli hatırasıdır. Sözü uzatmaya başladım. Yirmi Üçüncü Söz’ü lâyıkıyla takdirden âcizim. Çünkü o, bir teselli ve saadet mâyesidir.

Ahmed Zekâi

***

(Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Sevgili ve muhterem Üstadım Efendim!

Bizi maddî ve manevî tenvir eden, yükselten ve erişilmez feyizlere müstağrak kılan risalelerinize mâlikiyetimden ve lâyık olmadığım halde bu şerefe nâiliyetimden dolayı Cenab-ı Hakk’a bînihaye teşekkür etmekte; gerek bu şerefe nâil olmaklığıma vesile olduğunuzdan ve gerekse âtiyen bu hususta üzerimize terettüp eden vazife-i Kur’aniyede muvaffakıyet kazanacağımızı tebşir etmekte olduğunuzdan dolayı duyduğum pek büyük bir sürurla müftehirim. Üstadım! Hakkınızda, hatırınıza gelmeyen nimetlerin en güzeliyle dünyevî ve uhrevî mesud olmanızı her vakit için dua etmekteyim.

Muhterem Üstadım, sizi özlemiştim. Aradaki hainlerin her hususta engel olmaları, şüphesiz çok müteessir ediyor. Bugünkü hal yüreklerimizi sızlatıyor fakat elimizden bir şey gelmiyor. Nur deryasının feyizli risaleleri, kimin eline geçerse o zatı kendine ciddi olarak rabtettiği gibi müştaklar ve ehil olanlar arasında dolaşıyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Hüsrev

***

(Hüsrev’in Sözler’i yazmaya başladığı zaman yazdığı mektubun fıkrasıdır.)

Muhterem Efendim Hazretleri!

Bu sefer okumaklığımız için irsal buyurduğunuz iki kitaptan birisini Bekir Ağa’dan aldım. Kitabın birkaç sahifesini okudum. Ve kitabın bir nüshası kendimde kalmak üzere istinsah etmeye başladım. Kitap münderecatında arada sırada dimağımı alâkadar eden mesailden bahsettiğini ve küçük mektupların pek büyük hakikatleri kucakladığını gördüm ve çok müstefid oldum.

Altıncı Mektup’a kadar yazılan Sözleri bir taraftan yazıyor diğer taraftan da yazının geççe yazılışından sıkılarak okumaya başlıyordum. Pek çok sürur beni kaplıyordu. Altıncı Mektup’a gelince, şu gurbetteki firkatinizin en hazîn kısmını tayyettiğinizi ve bir kısmının da hikâye edildiğini okudum. Okudukça sizinle beraber kalbim hazîn hazîn ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan valideme dahi okudum. Okurken validem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için nefsime cebrediyordum. Diğer taraftan da acaba tayyedilen kısmından da biraz yazılsa idi…

Hüsrev

***

Ey Üstad-ı Muazzam!

Atabey’e gelen ramazan meyvesi olan ve ramazan-ı şerifin hikmetlerini bildiren Söz, bizi ikaz ve bilmediğimiz hikmetleri tasrih ediyor. Okuduğum her Söz, neşrettiğiniz o ulvi hakikatler için âciz lisanım tavsif ve takdirden âciz kalıyor. Ve görüyor ve anlıyorum ve öyle iman ediyorum ki bir zaman gelecek, bu Risalatü’l-Envar ve Mektubatü’n-Nur, için için ateşlenen, feveran eden bir dağ gibi hararetle nur-feşan bir menba kuvvetine tesahub edecek. Ve belki de etmiştir. Bir düğmesine basmakla her tarafı ziyaya müstağrak eden bir elektrik dinamosu gibi kendinden çok uzak mesafeleri ikaz ve irşad nuruyla ihata edecektir.

Nur’un eski talebesi merhum Lütfü’nün arkadaşı Zeki

***

(Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Muhterem Efendim, sevgili Üstadım!

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un bir kısmını nasıl bulduğum ferman buyuruluyor. Bu hususta ne yazabilirim, ne gibi bir fikir dermeyan edebilirim? Risalelerin her birisinin nurları bir fakat mevzuları ayrı, güzellikleri ayrı, latîflikleri ayrı, zevkleri ayrıdır. Bu risalenin nuru diğer risaleler gibi her tarafı parlak, her köşesi güzeldir. Bilhassa ruhlarımızı sızlatan, kalplerimizi ağlatan bu hal-i müessife dolayısıyla, sevgili Üstadımdan bir şifa-yı âcil bekliyordum. Bu şifayı Yedinci, Sekizinci, Dokuzuncu Nükteler beklediğim devayı vermiş ise de binler maslahat ve faydaları içinde yalnız bir maslahat için bile olmadığı halde tebdil edilen şeair-i İslâmiyeden bazıları, bizi çok meyus ve müteessir ediyor.

Fakat sevgili Üstadım, zaman takarrub etmiş olmalı ki bir taraftan mülhidlerin tecavüzleri ziyadeleştikçe diğer taraftan muhterem Üstadımızın, Kur’an’ın feyzi ile nâil olduğu hakikat deryasından kükreyip gelen gizli hakaiki izhar etmesi bizim sevincimizi artırmaktadır. Madem çiçekleri görmek için baharı beklemek zarureti vardır, biz de ona şiddetle ve sabırsızlıkla intizar etmekteyiz.

Hüsrev

***

(Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Sevgili, muhterem Üstadım, kıymettar Üstadım!

Bekir Ağa ile gönderdiğiniz mektuptan duyduğum süruru tarif etmek, benim gibi âciz bir talebenin ne lisanı ve ne de kaleminin haddi değildir. Sevincimden mektubunuzu takbil ediyor; ruhum sizinle yaşadığı halde, cismen uzak bulunduğumuzdan ağlıyordum. Zaman oluyor ki gözlerimden dökülen yaşları, yazı yazmak veyahut risaleleri okumakla teskin edebiliyorum. Zaman oluyor kalbim mütemadiyen ağlıyor, âh sevgili Üstadım sizden pek büyük istirhamım budur ki beni affediniz. İki üç seneden beri dünyayı sevmez olduğum halde kurtulamadığımdan çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, ruhumun birer meskeni oluyor. Hayalen oralarda dolaşıyorum. Güya bir şey arıyorum.

Evet, bir şey arıyorum. Heyhat aradığım hem çok yakın hem çok uzak görünüyor. Bilmiyorum daha ne kadar zaman bu hal içerisinde çırpınacağım. Evet, yine pek çok müteşekkirim. Nasıl teşekkürüm hadsiz olmasın? Henüz bir sene oldu; iki gece birbiri üstüne gördüğüm iki rüya-yı sadıkada, temelleri atılmakta olan büyük bir gül yağı fabrikasının kâtipliğine tayin edilmiş ve işe mübaşeret etmiştim. Bu rüya tarihinden iki ay sonra risaleleri yazmaya başladım. Ve bilhassa Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci ve Sekizinci Meselelerinde, hizmetimizin makbuliyeti ve rıza-i İlahî dâhilinde olduğu pek açık bir lisanla yazılması, âciz talebenizi de dilşâd etmiş bulunuyor. Sevgili üstadım, Allah sizden ebeden razı olsun.

Hüsrev

***

Ey aziz Üstad!

Bu defa yazmaya muvaffak olduğum üç mevkıftan mürekkeb Otuz İkinci Söz’ü bera-yı tashih takdim ediyorum. İşbu kitabın, nazar-ı âcizîde giran-baha bir hazine olduğunu yazmaya bilmem lüzum var mı? Dünyanın ölçülmek imkânı olmadığını söyleyen zat ve fikr-i beşerin nâmahdud bir arazi olduğunu iddia eden adam ne doğru söylemişler. Bu noktada fikrim, gittikçe inkişaf eden efkârımın ve dar muhayyilemin genişlemesinden mütevellid bir fikirdir. Dünyanın ölçülmez bir boşluk olduğunu ve fikr-i beşerin nâmahdud olduğunu izah maksadına müstenid değildir.

Demek ki her risaleden ruhum ayrı ayrı gıdasını alıyor. Otuz İkinci Söz’ün kalbime ve ruhuma bahşettiği safa-yı sermedî ve câvidanî değil mi ki bu uzun mektubumla mesruriyetimi izhar için sizi taciz etmeme bâdî oluyor. Hülâsa tatlı bir sermestî içinde hayatımdan memnunum. İnşâallah duanız himmetiyle, böyle meşru bir sermestî içinde hayat-ı ebediyeye vâsıl olacağım inşâallah.

Ahmed Zekâi

***

(Hüsrev’in bir fıkrasıdır.)

Çok muhterem, sevgili Üstadım!

Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Üçüncü Kısmını okuduk. Mektup münderecatı hepimizi şevke getirmiş, sevinçle her tarafımızı doldurmuştu. Kur’an-ı Hakîm’in bazı âyâtından çıkan kıvılcımlarıyla bir taraftan aklı gözlerine inmiş olan maddiyyunlar ve emsali tabakasına karşı, Mektubatü’n-Nur ve Risalatü’n-Nur ile meydan okuyarak onların kafalarına hakikat tokmaklarını vurmakta ve diğer taraftan onların kalplerini pek parlak feyizleriyle doldurmaktadır.

On sekiz bin değil, sevgili Üstadımın buyurdukları gibi yirmi sekiz bin âleme bakan o büyük Furkan-ı İlahî’nin, bugünkü asırdan başka gelecek asırlara da bakan vecihlerinin bazı mühim noktalarına işaret edilmesi ve lafzullah üzerinde vaki tevafukatın göze çarpacak ve nazarı celbedecek şekle ifrağ edilmesi ve bazı kelimelerde görünen manidar tevafukatın güzellikleriyle meydana çıkarılması hakkında vaki Üstadımın fikirlerine haddim olmayarak yine üstadımdan aldığım kuvvet ve cesaret ile iştirak ediyorum. Ve böyle bir Kur’an-ı Kerîm’in yazılması hakkında vaki olacak her fedakârlığa hazır olduğumu, utanarak baştan ayağa kadar beni istila eden bu sürurun verdiği halet-i ruhiye üzerine arz ediyor ve ayrıca diyorum ki: Sevgili Üstadıma istenilen şekilde kendi elimle yazılmış bir Kur’an-ı Kerîm’i yazıp takdim etmeyi çok arzu ediyorum. Fakat meselenin müsta’celiyetini düşünemiyordum. Ve bir de diğer kardeşlerimin bu şereften mahrumiyetidir ki bu fikrimin ve bu arzumun kabulünde ısrar edemiyorum.

Evet sevgili Üstadım! İnşâallah zaman takarrub etmiştir. İnşâallah mev’ûd vakte biz de erişmiş bulunuyoruz. Artık sebep selef-i salihînin Kur’an’a hâşiye olarak bir şey ilâve edilmemesi hakkındaki kararlarının, zamanlarına ait bulunması ve ulema-i müteahhirînin müsaadeleri de Arapçanın tahsili cihetine gidilmediğinden ileri geldiği kanaatini taşıyarak, Arapçanın okumak ve yazmak istenilmediği bir zamanda bulunuyoruz. Binaenaleyh Kur’an hakkında sevgili Üstadımın düşündüklerine pek büyük bir ihtiyaç olmakla beraber, bu güzel ve pek büyük bir emr-i hayra kapı açan bu işin hemen ikmal edilmesi için her şeye tercih edilmesi rica ve istirhamındayım. (Saatçi Lütfü Efendi kardeşim de bu kanaattedir.)

Sevgili Üstadım! Allah sizden hem ebediyen razı olsun hem de her bir hayırlı işinizde muvaffak etsin, duasıyla Cenab-ı Hakk’a müteşekkir olduğum halde size olan minnettarlığımı arz eder ve dâmenlerinizi öperim, muhterem efendim hazretleri.

Hüsrev

***

Ey Üstad!

Kur’an’ın bir ma’kesi olan yazdığın risaleler, senin ne büyük üstad olduğunu kabul ve teslime kâfidir. Sen ki ey aziz Üstad! İslâmiyet üzerine çöken zulmet ve gaflet perdelerini risalelerinle yırttın. O mülevves perdeler altındaki en nurlu hakikatleri meydana çıkardın. Senin sarsılmaz azmin, kahraman metanetin, ârâmsız sa’yin semeresiz kalmadı. Anadolu’nun ortasına öyle bir âb-ı hayat çeşmesi açtın ki (Hâşiye[6]) bu çeşmenin muslukları yazdığınız risalelerin, neşrettiğiniz eserlerin hakaikidir. Menba ve madeni, bâki olan Kur’an-ı Hakîm’in bahridir. Bir gün olup bu dâr-ı imtihandan saadet âlemlerine göçtüğün zaman, kıymettar eserlerin seni namınla beraber yaşatacaktır.

Ne mutlu, senin açtığın çeşmenin kıymetini takdir ile ona muhafız ve müdafi olan ve icabında eserlerinin ahkâmını ilan ve telkin uğrunda bin can ile hayatını fedaya müheyya olan, candan sevdiğin talebelerin var. Uhrevîler diyarında olduğunuz zamanlarda dahi sizin ruhunuzu muazzeb edecek hareketlerde bulunmayacaklarına emin olunuz. Birçok esrar-ı Kur’aniyenin anahtarlarını şimdiden talebenize tevdi ettiğinize, onlar canla başla size minnettar ve müteşekkirdirler. Bugün saçmakta olduğunuz feyizli nurlar, beşeriyetin hakiki insan olanlarını pâyansız sürurlara istiğrak ederek, mükellef oldukları vezaifi bildiriyor. Hizmetiniz inkâr edilmez ve senin fedakârlığın azîmdir, azîmdir.

Aziz Üstad! Hizmetin göklerde gezsin (Hâşiye[7]) ve siz destanlarda geziniz. Fedakâr Üstad! Diyanetten meded almayan, ehl-i gafletin gafletini ziyadeleştiren edebiyat denilen müthiş sarhoşluk ancak ve ancak sizin âsâr ve telkinleriniz sayesinde mündefi oluyor. Dinsiz milletler pâyidar olamayacağı ve hattâ insaniyeti bile öğrenemeden dünyadan gelip geçeceklerini pek makul ve mantıkî delillerle ispat ettin. Eserlerin ruhun gibi ulvi ve ihatalı.

Sevgili Üstadım! Müsterih olmalısınız ki sizin sa’yiniz beyhude değildir. Lâyemut risalelerin ile’l-ebed kıymetli ellerde gezecek. Bugünkü dinsizlere haddini bildirecek ve belki iman dahi bahşedecek. Zaten sizin talebiniz bu değil mi? Emeliniz, gayeniz, iman dairesinde ikaz ve irşad hedeflerine yetişmek değil mi? Felsefe mezbelelerinde nâlân, sürünen edepsizler elbette hakiki edebi ve edebiyatı sizin eserlerinizde bulacaklarına aslâ şüphe yoktur ki böyle olacak.

Siz de artık muhterem Üstad, muhtaç olan koca bir millete tarif ve mikyas kabul etmez bir hizmeti îfa etmiş bulunuyorsunuz. Bu millet, bu toprak, bu vatan hiçbir zaman size olan borçlarını ödeyemezler. Dilerim ki bu azîm, kudsî hizmetinizin mükâfatını Cenab-ı Hak size pek lâyık bir tarzda ihsan etsin. Dünya ve âhirette sizden ve bizim gibi âciz ve kusurlu hizmetçilerinden razı olsun, âmin!

Lütfü’nün arkadaşı

***

(Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

Yorucu bir kuvvetle gece ve gündüz beni düşündüren ve fakat hiç de kıymeti olmayan vaziyetten kurtaran mektubunuzu aldığım vakitten beri sürur içinde, Cenab-ı Hakk’a bînihaye teşekkürlerimi takdim ediyor ve beş vakitte, eltaf-ı İlahiyeye mazhariyetinizi dua ediyorum. Bilhassa sevincimi artıran keyfiyet, Cenab-ı Hakk’ın sırf hizmet-i Kur’an’da istihdam etmesinin iş’ar buyurulmasıdır.

Muhterem Üstadım! Vaziyetimden çok çok memnunum. Artık emr-i âlîleri mûcibince hiçbir şey düşünmüyorum. Düşündüğüm bir şey varsa o da Risale-i Nur’dan Sözler’i ikmal etmek, bunlardan istinsah ederek arkadaşlarımızın çoğalmasını temin etmek için lâyıkıyla çalışmaktır. Bunun için kendimde gördüğüm âriyet ve emanet bir varlığa değil belki Cenab-ı Hakk’ın kudret ve lütuflarına istinad ediyorum.

Muhterem Üstadım! Yazdığım Otuz İkinci ve Yirmi Yedinci Sözleri takdim ediyorum. Yirmi Yedinci Mektup’ta arkadaşlarımızın ihtisasatlarını okurken bilseniz ne kadar sürur duyuyorum. Yekdiğerine ayrılmamak için kıymetsiz maddî iplerle değil, kıymetli ve manevî iplerle bağlanmış bir aile ve bir cemaat efradının hissedeceği sevinçle mütelezziz oluyorum. Şüphesiz Zat-ı Üstadaneleri başımızda olmakla beraber, büyük olanlarımız ağabey ve beraber olanlarımız da kardeşlerimiz olmuşlardır. Veyahut ben bu cemaatin içerisine dâhil olduğumdan fevka’l-had bahtiyarım. Kur’an-ı Mübin’in nurlarının ahz ve neşri hususunda, sevgili Üstadımız, şahsiyetiniz vasıta kılınmasından dolayıdır ki sizi bize veren Cenab-ı Hakk’a minnettarlığımızı tahdid edemeyiz.

Hüsrev

***

[1] Hâşiye: Sabri gibi talebelere hitap ediyor.

[2] Hâşiye: Bu keramet-i Nuriye Hulusi’de olduğu gibi çoklarda dahi tezahür etmiş ve ediyor.

[3] * Yani Yirmi Yedinci Mektup’un umumu.

[4] Hâşiye: Latîf bir tevafuktur ki: Hulusi-i Sâni Sabri Efendi bu beyti bana yazdığı zamanda, ya aynı zamanda veyahut az sonra, Hulusi Bey bir ay uzak bir yerde, aynı beyti bana yazmıştır. Bu iki zatın hem hizmet-i Kur’an’da hem bana karşı münasebetlerindeki tevafukları, alâmet-i muvaffakıyettir.

Said

[5] * Gül demektir.

[6] Hâşiye: Bu hizmet-i kudsiyedeki sevap ve şerefte benim gibi bîçarenin hissesi, tasavvur ettiğiniz miktardan binde bir düşse yine şükrederim. Ehl-i hüner, elmas kalemleriyle imdadıma yetişen sizin gibi Kur’an’ın hâlis şakirdleridir.

[7] Hâşiye: Bu kardeşimin bu hissine iştirak etmiyorum. Rıza-yı İlahî kâfidir. Eğer o yâr ise her şey yârdır. Eğer o yâr değilse bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise o ameldeki ihlası kırar. Eğer müşevvik ise safvetini izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek Cenab-ı Hak ihsan etse o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesiri namına kabul etmek güzeldir ki وَ اجْعَلْ لٖى لِسَانَ صِدْقٍ فِى الْاٰخِرٖينَ buna işarettir.

Said

Barla Lâhikası s.40-58

YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP’UN ZEYLİ VE İKİNCİ KISMI

(Hulusi-i Sânî ve büyük bir âlim olan Sabri Efendi’nin fıkralarıdır.)

Mebus-u âlem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz Hazretlerinin insanları hayrette bırakan ve cüz’î şuuru olana iman-ı kâmil bahşeden, fevka’l-had ve hârikulâde manen bin enva-ı mu’cizat-ı Ahmediyeyi ihtiva eden ve pek âlî ve azîm kıymeti müsbet ve müsellem bulunan On Dokuzuncu Mektup’un dördüncü cüzünü; nazar ve teveccüh-ü fâzılanelerinde min gayri haddin vekilleri bulunduğum mumaileyh Hulusi Beyefendi’ye irsal kılınmak üzere istinsaha başlamıştım.

Bin mu’cize-i Muhammediye münderic olan On Dokuzuncu Mektup, mukaddemen dahi arz edildiği vecihle arzumun fevkinde pek ziyade ulvi ve nurani mebahis ve vekayi-i risalet-meabiyeyi beyan ve müjde ile ruh ve kalb-i âcizîyi bahar-ı âlem gibi gül ve gülistanlığa çevirmiştir. Bu hususta kalben hisseylediğim duygulardan mütevellid ve lâzımü’l-arz medh ü senayı gayet parlak bir tarzda arz etmek ehass-ı emelim ise de maalesef söylemekten âciz bulunduğumu beyan ile iktifa ediyorum.

Yalnız şu noktayı hissettim ki: O vekayide siz cismen değilse de fakat ruhen, Server-i kâinat Efendimiz Hazretleriyle beraber idiniz tasavvur ediyorum. Zira o vekayi-i mezkûrenin künyesiyle, mevkiiyle, an’anesiyle kat’iyen müşahede ve ol vecihle nakil ve tahrir buyurduğunuza kani ve kailim.

On Altıncı Mektup’u Atabey’e giderken götürdüm. Ekseri noktalar bir kısım ihvanı ağlattı ve amcazadem Zühdü Efendi, On Altı’yı okuyunca “Şimdiye kadar bilmediğim ve görmediğim nurani ve pek kesretli sürur-u manevîyi ihtiva eden bir pencere bugün kalbimde açıldı. Şu pencereden hasıl olan netayici yazmak iktidarımın fevkinde ise de avn-i İlahîye dayanarak bir arîza ile arz etmek ehass-ı emelimdir. Nihayetsiz selâm ve hürmetlerimi tebliğe tavassutunuzu rica ederim.” dediler.

Sabri

***

Gönül ister ki hemen Risaletü’n-Nur’un umumunu yazıversem de mâmelekimde bulunan dürr-i yektaları istidadım nisbetinde mütalaaya başlasam.

Otuz Birinci elmas külliyatını avn-i Hak ve inayet-i ekremîleriyle iki gün evvel ikmale muvaffak oldum. Ahmed kardeşime ait derkenarı tefhim ettim. Biraz okur ve Onuncu Söz’ü istiyor fakat bu Söz kıymet-i maneviye itibarıyla mevcudattan ağırdır. İ’caz-ı Kur’an’ın ikinci cüzünü hemen hitam buldurmak üzereyim. Fakat müştak bulunduğum Otuz İkinci Söz’ü dahi lütuf buyuracak olursanız, hasıl olacak memnuniyetimi bir vecihle arz etmekten âciz kalacağım. Çünkü bu gibi kıymettar ve manidar eserleri işittikten sonra, görmek iştiyakı gittikçe artıyor ve bu tabiattan bir türlü kendimi men’edemiyorum.

Sabri

***

Bu defa istinsahına muvaffak olduğum nurlu Yirmi Dokuzuncu Söz’de, melaike denizlerinde sefain-i kibriyaya yapışarak seyran ederken ve beşerin hata-savab işlediği ef’ali, kat’î olarak umumî yoklama defter-i kebirinde okunacağını, nef’ ve zarar hiçbir şeyin mektum bırakılmayacağını şiddetle ihtar eden, beka-i ruh âlemini temaşa ederken; matlab-ı a’lâ ve maksad-ı aksa olan ba’s ve mahkeme-i kübranın ahkâmını kable’l-vuku makam-ı istima’da dinlerken ve bilhassa “Medarlar” merdivenlerinden âlî makamlara manevî suud ederken, hele Onuncu Medar ve Üçüncü, Dördüncü Meselelerde deniz dalgıçları gibi derya-yı maneviyatta dalıp yüzerken, o kadar envar-ı hakaik-i kibriyaya ve ezvak-ı letaif-i ulyâya müstağrak oldum ki arz ve ifadeden âcizim.

Sabri

***

Müşrik ve münkirleri mağlup ve ilzam eden ve son sistem malzeme-i cihadiye-i vahdaniyeyi hâvi ve câmi’, kuvvet ve resaneti çelik, kıymet ve ehemmiyeti elmas ve cevahir ve akik bir kale-misal olan Otuzuncu Söz’ü istinsaha muvaffak oldum.

Sabri

***

Sözler sayesinde şu bir seneyi mütecaviz bir müddetten beri şevk ile taallüm, inayetle tefeyyüz, tergib ile tenevvür, hâhişle telezzüz, işaretle tahalluk, tedricle tekemmül tarîkında ilerlemeye sâî bulunduğum bu muayyen müddetin bir gününe, sâbıkan geçirmiş olduğum umum hayatımın bile mukabil olamayacağı kanaatindeyim.

Sabri

***

(İkinci bir Sabri olan Ali Efendi’nin bir fıkrasıdır.)

Sözler öyle bir hâzık doktordur ki gözsüzlere hidayet-i Hak ile göz ve kalpsizlere inhidam-ı kat’iyeye uğramamış ise kalp ve şuurunda çatlaklık yoksa tenvir ile düşünceye sevk ve “Nereden, nereye, necisin?” sual-i müşkülün halli ile insanlığın iktiza ettiği insaniyeti bahşediyor.

Ali

***

(Yine Sabri’nin.)

Sözler namında olan bahr-i muhit-i Nur’da iki seneyi mütecaviz bir zamandan beri, seyr ü seyahatimin semere ve neticesini görüp bilmek hususunda şimdiye kadar zemin ve zaman müsait olmadığından, sermaye-i ticaretimin ne derecelere çıktığında; daha doğrusu bir ticaret edinebildim mi yoksa edinemedim mi, mütereddid ve mütehayyir idim.

Hamden lillah bu şehr-i rahmet ve mağfirette, inayet-i Rabbaniye ve muavenet-i Peygamberiye ve himemat ve daavat-ı üstadaneleri berekâtıyla sermaye-i ilmiye-i evveliye-i bendegânemin yüzde doksan dokuz derece yükseldiğini fehmettim. O menabi-i ilmiye ve temsilat-ı hakikiye, meclislerimi o kadar tezyin ve tenvir etmektedir ki arz etmekten âcizim.

Beşerin pek ziyade ayağını kaydıran şu asırda, gayetle hârika ve fevka’l-had cihazat ve malzemeyi neşreden Nur Fabrikasından, her nevi teçhizatı almak farz olduğunu bilip her türlü sena ve sitayişe bihakkın seza ve lâyık bulunan ve hiçbir surette riyaya hamli imkânsız olan müessese sahib-i a’zamına, ne derecelerde îfa-yı şükran ve arz-ı minnettarî eylesem, yine hakkıyla vazife-i zimmetimi eda etmiş olamayacağım.

Sabri

***

Çoktan beri ruh-u kemteranemin son derece müştak bulunduğu ve her bir kelimesi birer elmas mahzeni olan şu Yirmi Sekizinci risale-i pür-nurlarını, lehü’l-hamd kıraat ve istinsaha muvaffak oldum. Şu altın-misal hurufattan mürekkeb elmas menbaının derece-i kıymet ve rağbet ve ehemmiyetini arz ve ifade hususunda –mübalağa olmasın– mümkün olsa idi, şu risale-i kıymettarînin hakaik-i nâmütenahîsini muvazzıh ve câmi’ birçok kelimatın vaz’ettirilmesine çalışacaktım ki hakikat lâyıkıyla ifade edilsin.

Zira Hâlık-ı âlem Hazretleri, şu mükevvenatı halk ve icad ve her birini birer vazife ile tavzif ve ecel-i âlemin hulûlünde, mes’uliyet noktasında bu dünyada acz ve fakr ve zaaf ve ihtiyacını fehim ve idrak ederek, kavanin-i ezeliye ve desatir-i Rabbaniyeye imtisal ve ittiba edenlere, şu mevzubahis cennet gibi bir nimet ile i’zaz edecek ve ale’l-husus cennette en büyük nimet, cemal-i bâ-kemal-i Rabbaniyeyi müşahede ve müşerrefiyet-i uzma olduğundan, şu fâni âlemdeki her şey bi’n-netice cennete nâzır ve hayran olduğu ve şu hakaikin menbaı olan Furkan-ı Mübin ve Kur’an-ı Azîm’in ebvab-ı müteaddidesini fetih ve esrar-ı gûnagûnuna ıttıla ile derya-i hakaike dalmak herkese müyesser olmadığından, beş sual ve beş cevap miftah-ı hakikisiyle o künuz-u mütenevvia kapılarını açıp pek yakından ve kemal-i sarahatle gösterilmesi ciheti, değil bu abd-i âcizin kāsır aklı, belki oldukça yüksek zekâlara mâlik olanların bile takdirine hakkıyla şâyan olduğunu kail ve kaniim.

Sabri

***

Kemal-i ulviyet ve kıymet-i bînihayesini arz ve ifadeden âciz bulunduğum şu Sözler’deki âlî ve azîm üslup ve gayeler, bu abd-i pür-kusuru ihya ve âdeta “ba’sü ba’de’l-mevt” haline getirdi ve “Siyah Dutun Bir Meyvesi” namıyla müsemma, Avrupa meftunlarına endaht edilen altın topun elmas güllelerini gördüm, hayran oldum.

Sabri

***

Yirminci Mektup’u yazarken vaktimin adem-i müsaadesi cihetiyle çabuk yazmaya fazlaca sa’y ettiğimden sathî bir nazar ve kıraat edildi. Derince düşünüp zihnimde takarrur ettiremedim ise de müsaade-i fâzılaneleri ile şu hakikati arza ictisar ediyorum ki:

Bu mektub-u azîmü’l-mefhum, şimdiye kadar tesyar buyurulan umum Nur Risalelerinin, hülâsatü’l-hülâsa zübdesi ve menba-ı amîkı olduğuna müşahedemle beraber, tafsilat ve teşrihat hususunda dahi zevi’l-akıl olanlar için ibare-i Arabî ile tahrir buyurulan ve yedi fıkra-i manidar ve Türkçe meallerinde münderic olduğuna kanaat-i kâmilem mevcud bulunduğunu arz ile başkaca bir arzu daha uyandırdı ve dedim: Âh Hudâ-yı Müteâl ve Vâhibü’l-a’mali ve’l-âmâl Hazretleri tevfikat-ı Samedanîsini ihsan buyursa da üstad-ı âlîkadrimden fenn-i ilm-i kelâmı taallüm ile tefeyyüz edebilsem, dedim.

Ve bu arzu kalb-i bendelerîde ile’l-ebed merkûz kalacaktır ki bu da kıymet-i bîpâyanını hissedip ulviyet ve kudsiyetini hakkıyla ifadeden âciz bulunduğum Yirminci Mektub-u mergubdan mütevelliddir.

Sabri

***

Hele Birinci Söz’de Besmele’nin derece-i ehemmiyeti ve suret-i temsiliyesi şâyan-ı takdir ve hayrettir. Öteden beri her kitabın iptidasında “Besmele, Hamdele, Salvele”nin zikrinin vücubu, hoca efendilerimiz tarafından beyan edilmiş ise de bu gibi nefsi iskât edecek bir temsil işitilmediğinden bu derece zihinde takarrur ve temerküz etmemişti. Şu temsil, Besmele Sözü olan Birinci Söz’de ne kadar musîb ve manidar olduğunu insan olan takdir eder.

Sabri

***

Üç kitaptan Yirminci Söz’ü ilk defa okudum. Habl-i metin-i İlahî ve kanun-u mübin-i Rabbanî olan Kur’an-ı Azîmüşşan’da, şu son asırda vücuda gelen ve Frenklerin medar-ı iftiharları bulunan tahte’l-bahir, tayyare vesaire gibi eşyaya, bin üç yüz küsur sene mukaddem işaretle ifade edildiğini öğrenerek Kitab-ı Mübin’in mazi ve müstakbelden vermekte olduğu ihbarat-ı gaybiye ve sadıka ve beyanat-ı hârika, dost ve düşmanı meftun ve hayretlerde bıraktığı cihetle, bir kat daha i’caz-ı Kur’an’ı ispat ve teyid etmiştir. Yirmi Üç ve Otuzuncu Sözler’in baş taraflarından üçer, beşer sahife okuyabildim. Mahzen ve medfen-i mücevherata rast gelmiş bir fakir gibi hangi cevheri alacağımı harîsane düşünüyorum.

Sabri

***

Bahr-i Mu’cizat, Fahr-i kâinat Efendimiz Hazretlerinin şu sisli asırda, paslı ruhlarımızı tenvir ve tesrir eden ve sâik-ı hayat-ı ebediyeleri bulunan On Dokuzuncu Mektup’un beşinci cüzünü alarak, üçüncüsünü iade ettim. Fahr-i kâinat Efendimizin mu’cizatından olan parmaklarından su akıtarak orduya içirmesine dikkat ederek derin bir tefekküre daldım. O sırada kalemim boya şişesinde idi. Yazmak vazifeme muvakkat bir fâsıla verecektim. Kalemimi tuttum, mürekkebi ile yerinde koymamak için kalemdeki mürekkep bitinceye kadar bir iki kelâm daha yazayım da öyle bırakayım dedim. Başladım, yarım sahife yazdım, kalemden boya kesilmedi. Bundaki hikmeti düşündüm, kalem kurudu. Sonra birçok defalar kalemi dikkatle boyaya batırarak yazdım, tecrübe ettim. Yarım satır, nihayet bir satıra kâfi gelebildi. Bu da Hatib-i Bağdadî’nin فٖى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسٖينَ اَلْفَ سَنَةٍ sırrındaki (Hâşiye[1]) tefekküründen mütehassıl vakıayı andırır bir tekid-i i’caz-ı Nebevîdir, dedim.

Sabri

***

Evvelce takdim kılınan arîzalarımdaki tabirat ve elfaz-ı tazimiyem ne için hak olmasın? Zira şu kıymettar ve ehemmiyet-i nâmütenahiyeyi ihtiva ve âleme berk-i hâtıf gibi satvet-i maneviye ve hakikiyesini emsali gibi i’lam ve ilan eden Yirmi Altıncı Mektub-u mergubu, yirmi günden beri muhtelif derecatta müntesibîn-i ilmiye mütalaa ettikleri halde, bugün tashihine lüzum görülen ve ale’t-ta’dad yirmi sekiz noktada ta’dil ve ilâve buyurulan nıkat-ı mühimme, kelimat ve tabirat-ı âliyeyi zâid veya noksan diyebilecek bir kimse çıkmasın ve çıkmıyor.

Evet, şu asrın eşhas-ı muzırrasına karşı ilan etmiş olduğu cihad-ı maneviyede müşahede edilen muvaffakıyet-i fevkalâdenin, o güruh-u hazele ve rezeleyi iskât ve ilzam ettiğini, zerre kadar insafı ve iz’anı ve insaniyette hazzı olanın ikrar ve itiraf ve tasdik etmesi, vecibeden olduğu vâreste-i rayb ve zunûndur.

Sabri

***

(Şu fıkra Şamlı Hâfız Tevfik’indir.)

Altın yaldızla yazılması lâzım gelen eser-i âlînizde, Resul-i Mücteba Aleyhi Ekmelü’t-Tahaya Efendimiz Hazretlerine dil uzatan hain-i bîdin olan mülhid hainlerin kuruyası dillerini, inayet-i İlahî ve ruhaniyet-i Peygamberî ve şeriat kılıncı ile kesmeye muvaffak olduğunuz şu eser-i bergüzidenizi Cenab-ı Hak ind-i İlahîsinde ve nezd-i Peygamberîde kabul eylesin. Şefaat-i Nebeviyeye efendimi ve fakiri de nâil eyleyip sancak-ı Muhammedî (asm) tahtında cümlemizi ihvanlarımızla beraber haşreylesin, âmin!

Tevfik

***

(Yine Sabri’nin.)

Burak-ı tevfik ile hakaik-i semavata râh-ı urûcu irae ve tefhim için tanzim ve tasnif buyurulan ve her bir lem’a-i ulviyesi, aklî ve naklî binler âyât ve alâim-i imanı fevka’l-had izah ve ispat eden ve bir mirkat-ı iman ve bir mir’at-ı Vâcibü’l-vücud ve’l-Mennan olan ve saray-ı dâr-ı bekanın elmas bir miftahı bulunan Yirmi İkinci bahr-i hakaiki inayet-i İlahiye ile istinsaha muvaffak oldum.

Sabri

***

(Şu fıkra, hakiki ve birinci bir kardeşimiz olan Hakkı Efendi’nindir.)

Mükerreren mütalaa ve kıraat ederek arş kadar yüksek eserleriniz hakkında mütalaa serdine, bir kelime hattâ bir nokta ilâvesine kendimde cüret ve kudret bulamadığımdan dolayı, bu babda bir mütalaa dermeyanına imkân göremiyorum. Yalnız çok yüksek, cihan kadar kıymettar mübarek eserleri okuyup cehaletimiz hasebiyle idrak edebildiğimiz kadar istifade ve istifazaya çalışarak müstefid olabilmek bizim için pek büyük bir nimettir.

Hakkı

***

(Yine Hakkı Efendi’nindir.)

İşbu cihan-kıymet eserin mütalaasında nasıl bulduğumuz istifsar buyuruluyor. Dekaik-ı hikmet ve hakaik-i ilmiye ile tezyin ve tarsin edilmiş olan yüksek eser hakkında bir mütalaa serdetmek, bidâamın fevkindedir.

Hakkı

***

(Şu fıkra ikinci bir Sabri olan Hâfız Ali’nindir.)

Efendim! Yirmi Beşinci Söz, Cenab-ı Hakk’ın ferman-ı mübini olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan için öyle bir vuzuh-u etemmi hâvi bir muarrif-i hakikidir ki: Bahr-i hakaikte seyr ü seyahat eden ve haricen çelikle mücella ve müstahkem ve dâhilen elmas ve akikle müzeyyen ve müberhen ve menba-ı hakikisi olan Furkan-ı Hakîm gibi daima gençliğini ve resanetini, ziynet ve hüsnünü tezyid ve muhafaza eden ve hiçbir vecihle ahkâm-ı memduhasına nakîse getirmeyen, bir sefine-i semaviyenin mahsulü olup kalpleri kışırlanarak felsefenin çıkmaz çığırlarına sapan gafil ve âsilere şiddetle darbe-i müthişe ve mühlikesini çarpan o Söz, mutîlere lütf-u dest-i manevîsiyle, dünyevî ve uhrevî nihayetsiz mükâfatını ihsan eden Cenab-ı Hakk’ın, zat-ı üstadanelerine lütuf buyurduğu ve Vehhab ism-i celilinden tulû eden nurun lem’asıyla ziyalandırıp hakaik-i İlahiyenin zerrelerini bile pırlantalar gibi görüp ve gösteren üstadımın hakaik denizinde seyr ü seyahatleri esnasında isabet eden mevceler ki yekdiğerini müteakip her birisi başlı başına bir mu’cize hattâ bir katresi bile îcazıyla i’cazını gösterdiğini gördüğümde مَا شَاءَ اللّٰهُ ، اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ هِدَايَةِ الرَّحْمٰنِ cümle-i celilesini lisanımda vird ediyorum.

Ali

***

(Yine şu fıkra Sabri’nindir.)

Nurları âlemi tenvir eden, kıtası küçük ve kıymeti pek büyük ve ulvi ve azîmü’l-meal ve bizzat hatt-ı ekremîleriyle muharrer elmas risalelerini istinsah ve Yirmi İkinci Nur deryasına dalıyorum.

Sabri

***

(Şu fıkra mühim bir talebe olan Seyyid Şefik’indir.)

Şifahane-i kalbinizden tulû eden Otuz Üçüncü Söz’ünüzle otuz üç cihetten marîz olan kalb-i mecruhumuzu tedavi buyurmanızı bilhassa istirham eylerim.

Seyyid Şefik

***

(İnşâallah Kur’an’a büyük hizmet edecek olan Küçük Hâfız Zühdü’nün mektubudur.)

Bugün istinsahına muvaffak olduğum İ’caz-ı Kur’an’ın bu bîçare talebenize bahşetmiş bulunduğu nihayetsiz füyuzat, mevte mahkûm ruhuma öyle bir tabib-i hâzık ameliyatı yapmış ki müptela olduğum emraz-ı kalbiyeyi tedavi ve yeniden hayat bahşetmiş olduğundan, arz-ı minnettarî eyler ve bu bînazir mücevherat mahzeninin diğer renkli kapılarının da açılmasını âcizane istirham eylerim.

Otuz Üçüncü Mektup’un otuz üç penceresinden ayrı ayrı lemean eden nurani ziyalar kalb-i âcizaneme feyyaz nurlarıyla gül-âblar serpti. Daha birçok Nur Risalelerinin füyuzatından hisseyâb olmasını bârgâh-ı ehadiyetten tazarru ederim efendim.

Hâfız Zühdü

***

(Yine şu fıkra Sabri’nindir.)

“Maruzat-ı hususiye”: Şu on dördüncü asr-ı Muhammedîde (asm) marziyat-ı Rabbaniye ve tebligat-ı Ahmediyeyi bihakkın îfa ve icra ve i’lam ve infaz eden elhak “matla-ı şems-i füyuzat” tabiriyle tavsif ve tazime mâsadak bulunan Nur risale-i ferîdelerinden ruh-u âcizîye in’ikas eden ve sermaye-i kemteranemden olmayıp sırf Risaletü’n-Nur’un füyuzat ve lemaatından derip çatıp yazdığım arîzalarım, mahza bir eser-i hüsn-ü teveccüh-ü kerîmaneleri olarak, Risaletü’n-Nur sırasına idhal edilmesi hicabımı intac etmiştir. Zira bahr-i muhite nisbeten bir cetvel hükmünde bile olamayan, bu abd-i âcizin pür-kusur ifadeleri öyle bâlâ bir mevkide yer tutacak bir mahiyette olmadığı aşikârdır. Umarım Cenab-ı Kibriya’dan ki karin bulunduğu nevvar ve ziyadar Sözler’in nur ve ziyalarından müstefid ve ziyadar ola.

Sabri

***

(Şu fıkra Hulusi’nindir.)

Esasen siyaset anlamadığım bir iş, şunun bunun âmâline hizmet, menfurum. Zilletle yaşamak, tahammül edemediğim hallerdir. Felillahi’l-hamd Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kitabımız bir, Dinimiz bir… ilâ âhir. Bu bir birler, bize yekdiğerimizi Allah için sevmek kaydını sağlamlaştırmakla beraber ruhî, kalbî, ebedî, lâyemut bir birlik temin etmektedir. Hamd ve şükürler olsun mü’miniz. Hayatta tesadüf edeceğimiz binlerle musibet ve acılara مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ gibi çok müessir devamız var.

Yine idrak ediyoruz ki burada vazifeleri nihayet bulanlar için ebedî mev’ûd bir hayat başlıyor. Biz de bu yolun yolcusu, bu hanın misafiri, bu fabrikanın muvakkat bir amelesi olduğumuz için er geç o kafileye iltihak edeceğiz.

Kısa, müz’iç, dağdağalı, elemli, hüzünlü, firaklı ve ancak o sermedî hayatın mezraası olan bu fâni ve kararsız âlemde başlayan garazsız, ivazsız, pürüzsüz ve kimsenin arzusuna tabi olmadan sırf hasbî ve ciddi, hâlis ve muhlis arkadaşlığımızın meyvesini o her türlü saadeti câmi’ hayatta idrak edeceğiz.

Ümit ve iman gibi pek âlî sermayemiz var. Hoca Efendi Hazretlerinin âlî tavsiyeleri: Beş vakit namazını ta’dil-i erkân ile vaktinde kıl, yani başka ibadete gücün yetmez. Namazın nihayetindeki tesbihleri yap, yani başka zikri yapamadım diye teessüf etme. Yedi kebairi terk et çünkü sağairi arayacak zamanda değiliz. İttiba-ı sünnet et, zira bu zamanda arkasında gidilecek ve harekâtı taklide değer saf, hâlis ve muhlis bir hâdî ­–ki o da seni yine bu yola götürecektir– maalesef bulamayacaksın. Belki bu yola çıkaracaklar vardır. Fakat kömür ile elması kim fark edecek? Öyle ise sen çalış, ondan daha iyi kılavuz bulamazsın. Derslerinden birinde ki her vakit zikrettiğim مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ şifa-bahş vecizesi hatırımızda varken, şüphesiz her musibet ve her elem hoş karşılanacaktır.

Aziz kardeş! Zaman olur ki her şey, herkes, her muamele, kalbi incitiyor. Fakat işte tiryakı:

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ

Her zaman söylüyorum: Biz bu fâni hayat için dostluk yapmıyoruz. Bu kısa hayata veda etmek, indimizde ve itikadımızda ebedî bir hayatın mukaddimesidir. Öyle ise müteessir olmayalım. Nice ki o hayata başlamadık. İşte mürasele ile muvasalayı temin edelim. Allah’a güvenelim, ondan meded dileyelim.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ الْاَزَلِ اِلَى الْاَبَدِ عَدَدَ مَا فٖى عِلْمِ اللّٰهِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ

Hulusi

***

(Sabri’nin Yirmi Birinci ve Yirmi İkinci Sözler’i yazdığı vakit yazdığı mektubun bir fıkrasıdır.)

Bilumum Risalatü’l-Envar her biri ayrı ayrı mevzularda, hadd ü hesaba gelmeyen müşkülleri halletmeleriyle beraber bendeniz şöyle tasavvur ediyorum ki: Nur deryasından nûş etmek isteyen bir kimse Birinci ve Yirmi Birinci ve Yirmi İkinci Sözleri alsa diğerlerine eli yetişmezse dahi maraz-ı kalbîyi def’ ve ref’e, ruhu tenvir ve tesrire kâfi bulunduğu meşhud ve müsellemdir.

Zira Birinci Söz tevhid miftahıdır. Yirmi Bir’in birinci şıkkı da mirkat-ı cennettir. İkinci şıkkı da emraz-ı kalbiyenin tedavisi için nazirsiz bir şifahane-i eczadır. İksir ilaçlarıyla bilâ-istisna herkeste bulunan vesvese marazını tedavi ve kal’ eder. Kalp ve ruhta Kur’an-ı Hakîm’in ebedî ve nâmütenahî füyuzat ve envarından gelen ravzat-ı inşirahiyeyi küşad ile saadet-i ebediyeye îsal edecek bir râh-ı necat ve selâmettir. Yirmi İki ise Bürhanlarıyla, Lem’alarıyla insan olanın akaid-i diniyesini tahkim ve tarsine emsalsiz bir rehber bulunduğunu arz ederim efendim.

Sabri

***

(Şu fıkra Hüsrev’in mektubundandır.)

Sevgili ve Muhterem Üstadım,

Sözlerinizin (yani Risalelerinizin) her biri birer derya-yı azîmdir. Sözlerinizden pek çok feyz alıyorum. O kadar ki okudukça tekrar etmeyi istiyorum. Ve tekrarında duyduğum İlahî bir zevki tarif edemeyeceğim. Bugün Sözlerinizden değil hepsini, bir tanesini alan insaf ile okursa hakkı teslime ve münkir ise gittiği yolu terke, fâsık ise tövbeye mecbur olacağına kat’iyen ümitvarım.

Hüsrev

***

(Şu fıkra Re’fet Bey’in mektubundandır.)

Sözleriniz mürşidane ve çok yüksek olduğundan gayet dikkatli ve tahlil ederek okunmak icab ediyor. Serdeylediğiniz delail-i akliye ve mantıkıye o kadar tatlı ve hayret-bahştır ki İnsan okudukça okuyor ve nâmütenahî bir zevk-i manevî hissederek hiç elinden bırakmak istemiyor. Bu sebeple bir defa okumak kâfi değil. Hepsi yanında bulunup daima okumalıdır.

Re’fet

***

(Şu fıkra dahi Sabri Efendi’nin mektubundandır.)

Üstadım Efendim!

Şu kıymetli elmaslar Cenab-ı Hak’tan Habib-i Zîşanına gönderilen Şecere-i Tûba’nın nâmütenahî semereleri olduğunu ve bunların emsali gibi bînazir mücevheratın ihraç ve teşhiri zamanını bulup sergi-i Rabbaniye ve Muhammediyeye vaz’eden zat-ı üstadanelerine şu dakikada kāsır aklım ve istidatsız lisanımla şöyle dualar ediyorum:

اَللّٰهُمَّ احْفَظْ مُؤَلِّفَ هٰذَا الدُّرِّ الْيَكْتَا الَّذٖى هُوَ مَوْسُومٌ بِرِسَالةِ النُّورِ وَ اَعْطِ قَلْبَهُ (وَ قَلْبَ صَبْرٖى) اَلَّذٖى هُوَ مَمْلُوءٌ بِالْحَقَائِقِ وَ الْاِبْتِهَاجِ وَ السُّرُورِ اٰمٖينَ

Sabri

***

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır.)

Maddeten uzak düşen bu bîçare talebenizi yakından temsil eden Hâfız Sabri Efendi’yle diğer zevatın Nurlar hakkındaki ihtisasları çok kıymetli ve yüksek ve lâyıklı bir surette ifade edilmiştir. Bir mektubunuzda Muallim Cûdi’nin kasidesi münasebetiyle buyurduğunuz vecizeyi burada tekrara münasebet geldi.

وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتٖى وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتٖى بِمُحَمَّدٍ

sırrınca güzellik yazılarımızda değil belki i’caz-ı Kur’an’dan olan nurlu Sözler’e ve Mektubat’a aittir. Her ferd-i mü’min, derece-i fehim ve zevkine göre, aslında güzel olan bir şeyi tarif eder. Acz ve fakrdaki lezzet, şefkat ve tefekkürdeki ulviyet; hakikaten hiçbir şeyle kabil-i kıyas değilmiş.

Hal-i âlem müsait olsa da hazine-i hâssa-i Kur’an’dan çıkararak tabir-i âlînizce dellâllığını yaptığınız elmasları çok gözler görse; görse de sarhoşlar ayılsa, mütehayyirler kurtulsa, mü’minler sevinse mülhidler, kâfirler, müşrikler imana, insafa, daire-i akla gelseler. Ve bu mesud ve ulvi neticeyi bizlere idrak ettirmesini eltaf-ı İlahiyeden tazarru ve niyaz ediyorum, âmin!

Muhterem Üstad! Allahu Zülcelal Hazretlerine ne kadar müteşekkir bulunsanız yeridir. Acz ve fakr tezkeresiyle girmeye muvaffak olduğunuz saray-ı Kur’an’ın has hazinesinden gözler görmemiş, kulaklar işitmemiş cevherleri görüyor ve mezun olduğunuz miktarını necim necim çıkartarak evvela kendiniz bakıyor, sonra “Eyyühe’l-insan! İşte bakınız, bu misafirhaneyi açan, âlemleri rahmetiyle yaratan, sizi hikmetiyle halk buyurup bu âleme gönderen Sultan-ı kâinat bin üç yüz küsur sene evvel büyük bir elçisi Habib-i Ekrem’i (asm) vasıtasıyla size hilkatteki hikmeti, buraya gelmekteki maksadı, ubudiyetin iktiza ettiği hizmeti ilh. bildirmişti. Bu âlî tebligatı, o kudsî ahkâmı sizin anlayacağınız lisanla anlatıyorum, dinleyiniz. Eğer aklınız varsa, gözünüz görüyorsa, insanlığınız varsa hakikati anlar ve imana gelirsiniz.” diye beyanatta bulunuyorsunuz.

Bizler hasbe’l-kader felillahi’l-hamd bu kudsî beyanatı yakından dinlemek, görmek ve göstermek iştiyakını gösterdik. Siz de o elmasları gösterip bizi uyandırdınız. Hakikati anlatıp yolumuzu doğrultmaya vesile oldunuz. Allah sizden ebeden razı olsun. Nefs-i emmarenin zebunu, cin ve ins şeytanlarının hedefi olmaktan kurtulamadık ise de bu hasbî ve Kur’anî hizmetten zevk alıyoruz, lâyıkıyla yapamıyorsak da yolunda bulunuyoruz. اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ

Hulusi

***

İKİNCİ ZEYL

(Ümmi fakat allâmelerin işini gören ve esrar-ı Kur’aniyeye karşı Isparta’nın intibahına sebep olan, âhiret kardeşim Adilcevazlı Bekir Ağa’nın Sözler hakkındaki ihtisasatıdır.)

Fazilet-meab Üstadım Hazretleri,

Efendim, evvela arz-ı tazim ve hürmetle mübarek ellerinizi öperek, her ân ve zaman lisanıma yakıştığı kadar dua eder ve duanızı rica ediyorum.

Efendim, malûmunuz fakir talebeniz ve kardeşiniz cahil olduğum halde, güneş-misali olan risale-i bergüzidelerinizden umum Nur Risalelerinizi okutup dinledim. Güneşin nuruna set çekilemediği gibi ve set çekilmek ihtimali olmadığı gibi risalelerinize de set çekilemez. Onları istima’da ruh ve kalbimi tetkik ettim, tetkikatımda ne gibi hissetmiş ve anlamış olduğumu aradım, baktım ki ruh ve kalbimde bir feyezan ve coşkunluk var ki beni bilâ-ihtiyar bir vazifeye sevk etmek için hemen “Haydi haydi!” diye tazyikata başladı.

Ben de ruhumda olan bu vakıayı takip ederken o Nurların irae ettiği miftahları gördüm ve gösterildi. Anladım ki bu anahtarlar ile icab eden kapıları açıp o Nurlara ehil olan kardeşlerimi –min gayr-i haddin– arayıp bulmak vaziyeti âdeta bana emrolunup o Nurlardan güneş gibi nur saçılması hususunda ben de bu hali kendime vazife addettim.

O Nurlardan almış olduğum anahtarları teslim ile hain-i din olan mülhidlerin elleri kımıldanmayacak derecede kırılması için hamden lillah bu kardeşlerimi arayıp buldum. Emanetullah ve emanat-ı Peygamberînin (asm) gayet parlak yakut ve zümrütten kıymettar olan hazinelerini o zatların ellerine teslim ettim. Elhamdülillah Cenab-ı Hak muvaffak etti.

O mübarek eserlerinizi mütalaa eden eşhas, insan iseler ve insaniyetle alâkaları varsa iman eder. İnanmadıkları takdirde ya insaniyetten istifa etmeli veyahut insan değiliz demeli.

Bu eserler başlı başına ayrı ayrı birer fatihtir. İnşâallah her cihetle fethederek fatih olacaktır. Cenab-ı Mevla, âhirette cümlemizi sevabına nâil eyleyip şefaatine mazhar buyursun, âmin!

Tekrar mübarek ellerinizi bûs ile duanızı istirham eylerim efendim hazretleri.

Abdülcelil oğullarından

Adilcevazlı Emrullah oğlu Bekir

***

(Bu fıkra Hulusi-i Sânî Sabri’nindir.)

Bekledim tâ ki Onuncu Söz neşredilmiş, işbu kıymeti mükevvenata faik olan mübarek nurlu eserden bir nüshacık ihsan buyuruldu. Hemen aldığım dakikada, zîruhtan hâlî ve zümrüt-misal yeşillenmiş nebatat arasında bir ağacın altına gittim. Lâkin mevsim itibarıyla haliçe-i zemin gayet revnaktar ve enva türlü çiçeklerle müzeyyen ve muhteşem ise de ânifü’l-beyan eser, âlem-i bekanın sened-i hakiki ve kat’îsi ve en kavî ve gayet rasîn ve son derece güzel, naklî ve aklî ve mantıkî ve tarifi imkânsız bir delail ve berahin-i kat’iye ile müsbet ve hattâ haşir hakkında ayağı kayarak mühlik uçurumlara giden ve en fena bataklıklara düşen, hüsran ve dalalette boğulan pek çok kimseleri dakik ve amîk işarat ve hakaiki ile ihya ettiğini ve edeceğini alâ kadri’l-istitaa öğrendim.

Her ne kadar o kıymettar eserin derecat-ı refia ve mühimmesini hattâ en kısa bir cümlesini bile hakkıyla anlayabilmek ve o hususta söz sarf edebilmek, bidâamın fersah fersah fevkinde ise de menba-ı hakikisi bulunan Furkan-ı Mübin’den tam bir feyz alan ve emsali görülmemiş bir şaheser olduğunu anladım. Bu fakir, şiddetli acz ve zaafımla bîhad bahr-i hakaike daldım ve bahr-i muhit-i nura girebilmeye şu mübarek eser, elmas bir miftahım oldu.

Binaenaleyh havas ve havassü’l-havas dikkatle onu mütalaa ederlerse daha ne derecelerde hakaik-i İlahiye ve maarif-i Rabbaniye müşahede ederek, iktisab-ı füyuzat edeceklerini tahmin edemem. Bundan başka şu nurani ve ulvi ve kudsî eser, numarası itibarıyla dokuz eserin daha mukaddemen sebkat ettiğini îma ve işaretle beraber ve “On” numaradan sonra daha birçok eserlerin vücudunu mutazammın bulunmasına dair bir hassasiyet-i kalbiye uyandırdı.

Sonra anladım ki Kur’an-ı Hakîm’in nur ve ziyadar menbaı cûş u hurûşa gelmiş. Furkan-ı Hakîm’in elmas maadininden dehşetli bir infilak husul bulmuş, Sözler namında hadsiz tiryaklar ve mücevherat zahir oldu. Pek çok kulûb def’-i maraz ve kesb-i âfiyet etti.

Furkan-ı Mübin’in feyziyle Sözler’inin her birini herkese görmek müyesser olmayan gayet dakik ve amîk beyanat-ı hârikalarını röntgen makinesi ile temsil ediyorum. Nasıl o röntgen şuâı şu uzuvların içindeki en hafî ve ince hali görüyor, gösteriyor. Öyle de nurların hazinedarları olan Sözler dahi hakaik-i eşyada en ufacık zerreleri bile görmek ve göstermek hâssasını haizdir.

Sabri

***

(Şu iki fıkra Hüsrev’indir.)

Şimdiye kadar emsaline tesadüf etmediğim bu güzel ve yüksek Sözler’i birdenbire kavramak herkese müyesser olamayacağı için affımı rica ediyorum. Duanız berekâtıyla bir gün gelip ona da Cenab-ı Hakk’ın muvaffak buyuracağı ümidini taşıyorum. Ve beni zat-ı âlînize tevdi eden ve Sözler’i yazmaklığıma ruhsat veren Cenab-ı Hakk’a milyarlarca hamdediyor ve şükrediyorum.

Hüsrev

***

(Keza Hüsrev’in.)

Risalelerin yüksekliğine ve güzelliğine ve latîfliğine âciz lisanımla, kısa aklım ile ve zayıf idrakimle hayrette kaldığım şöyle dursun, bilâ-kayd her okuyanı bizzarure tahsine sevk ediyor. Cenab-ı Hakk’a ne kadar hamdeylesem, şükreylesem bu lütufların hakkını ödeyemem.

Hüsrev

***

(Şu fıkra Hâfız Zühdü’nündür.)

Nur bahçesinin nurlu meyvelerinden iki tanesini daha koparmaya muvaffak oldum. Bu meyvelerin muhtevi bulunduğu lezzeti, kāsır lisanımla şimdi ifade edebilmekten çok âciz bulunuyorum. Nebiyy-i Âhirü’z-zaman Aleyhi Ekmelü’s-salâtü Vesselâm’ın huzur-u saadetine ve pâk, latîf sohbet-i Nebeviyeleriyle müşerref olmak zevkini idrak ettiren bu kıymettar On Dokuzuncu Mektup’u mütalaa etmekten bir türlü doyamıyorum.

Bi’l-cümle Risaletü’n-Nur’un takdir ve tevkiri hususunda söz söyleyebilmekten kalemim âciz ve nâkıstır. Cenab-ı Vâhibü’l-atâyâ’dan dilerim ki Nur bahçelerinin meyvelerinin hepsinden tatmaya, arkadaşlarım gibi âcizlerini de muvaffak kılsın.

Hâfız Zühdü

***

(Bir Nur talebesinin fıkrasıdır.)

Bugün o yüksek kitabın ikmaline muvaffak oldum. “Mi’rac”ın ikmal ve mütalaasından mütevellid sürur ve saadetimi tariften kalemim düçar-ı acz oluyor. Mütalaadan doğan duygularımı hülâsaten ve bir cümle ile arz edeceğim:

Mi’rac’ın mütalaasında hayatın felaket girdaplarını ve saadet-i ebediyeye giden manevî deryanın selâmet yollarını gösteren kalp dolusu bir nur ve ziya buldum. Evet, her temsilatta ispat edilen pek çok hakikatler ve bugün tahatturu ve tahayyülü bile ruhumuzu doldurup taşırmaya kâfi gelen asr-ı saadet ve hârikalar devri gözümün önünde hayatlandı; fikirden fikre, hayretten hayrete düştüm.

Mi’rac kitabı, felsefe düşkünü muterizlerin felsefesini her zaman için iflas ve sukut ettirmek kuvvetine mâlik bir eserdir. Mi’rac kitabı başlı başına asıllardaki hakikatleri i’zam edilmeden ve bîtarafane bir tefekkürün bile göreceği ve kabul edeceği bir nazarla ispat eden ve kapalı kalmış noktaları ehl-i imana makul ve mantıkî fikirlerle izhar eden bir kitab-ı tarihtir.

Gaflete dalmış ve dalaletin mağlubu ve bir tutam aklıyla kendisine bir mümtaz mevki vermek isteyen feylesoflar, Mi’rac gibi bir şaheser karşısında apoletleri sökülmüş, bütün şöhret ve namı sukuta mahkûm bir kral vaziyetine düşer. O kral ise daimî bir yeise mahkûmdur. Halbuki bunca hakikatler karşısında felsefe zincirleri ve muteriz efkârı birer birer kırılan, davasının ve iddiasının haksız olduğunu anlayan feylesof ise Hâlık-ı A’zam’ın kudret ve azameti huzurunda secde eder ve af diler.

Zekâi

***

(Zekâi’nin fıkrasıdır.)

Namaza dair fazilet ve mükâfat menbaı olan Dördüncü ve Dokuzuncu ve Yirmi Birinci Sözler, ruhumun karanlık köşelerini nâkabil-i tarif bir surette tenvir etmiştir. Kemal-i aşk ve şevkle tetebbu ettiğim bu şaheser, şüphe bulutları içinde vakitlerini bir hiç için zayi edip giden ehl-i gaflete ve gençlik hevesatına esir olup mürur-u zamanla nâdim olarak tarîk-ı hakikati arayanlara bir refik-i hayat olsun.

Zekâi

***

(Şu fıkra Doktorundur.)

Hocam, emaneten bendenizde bulunan iki kitabı emrediyorsunuz. Bendeniz de yalvarıyorum ki gelecek hafta takdim edeceğim. Çünkü küçüğünü iki defa, büyüğünü bir defa okuyabildim. İhatamın darlığı veya aczim dolayısıyla idrakim de kıttır. Binaenaleyh sizin o muhteşem temsillerinizi defalarca daha okumak istiyorum ki cüz’î küllî bir alâka hasıl olsun. Yâ Rab! O ne büyük mantık, o ne büyük müskit beyan ve tarz-ı telakki. Âh Üstadım, bu mübarek dinin mübecceliyetini idrak ve ihata ve takdirde size ve ancak size medyun-u şükranım ve minnettarım. لِسَبَبٍ مِنَ الْاَسْبَابِ Dinî akidelerimin azîm bir inkılabı var. Nur Risalelerinden aldığım dinî ve insanî ve vicdanî ve iktisadî ve ilmî dersler bana hayatta muvaffakıyet verecektir.

Doktor Yusuf Kemal

***

(Doktorundur.)

Tam manalarıyla mefhumlarını kavramak iktidarında olmadığım o yüksek eserlerinizi fırsat buldukça okuyorum. İrşad-ı âliyeleri unutulmaz ve şaheser hatıradır. Mezarıma kadar dinî akidelerinizin esiri ve kurbanıyım. Üstadım, sizin Sözler’iniz benim dinî muhayyilemi cidden değiştirdi ve daha sevimli bir mecraya sevk etti. Şimdi bendeniz, doktorların düşündüğü gibi düşünmüyorum.

Doktor Yusuf Kemal

***

[1] Hâşiye: O tefekkürde bir günlük işi bir dakikada yapmış.

Barla Lâhikası s.21-39

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Mukaddime

Hulusi Bey ve Sabri Efendi’nin mektuplarında Risale-i Nur hakkındaki fıkralarının, bir mektup suretinde Risale-i Nur eczaları içinde idhal edilmesinin beş sebebi var:

Birincisi: Hulusi ise âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimi ve ciddi iştiyakı olmasıdır.

İkinci Sebep: Bu iki zat bilmiyorlardı ki bir vakit şu fıkralar neşredilecek. Bilmedikleri için gayet samimi, tasannusuz, hâlisane ve derece-i zevklerini ve o hakaike karşı şevklerini ifade etmek için hususi bir surette yazmışlar. Onun için o takdiratları takriz nevinden değil, doğrudan doğruya mübalağasız bir surette, gördükleri ve zevk ettikleri hakikati ifade etmeleridir.

Üçüncü Sebep: Bu iki zat hakiki talebelerimden ve ciddi arkadaşlarımdan. Ve hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hâssası var ki bu iki zat, üçünde de birinciliği kazanmışlar.

Birinci Hâssa: Bana mensup her şeye malları gibi tesahub ediyorlar. Bir Söz yazılsa kendileri yazmış ve telif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Âdeta cesetleri muhtelif, ruhları bir hükmünde hakiki manevî vereselerdir.

İkinci Hâssa: Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’an’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.

Üçüncü Hâssa: Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’aniyeden aldığım ilaçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilaçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.

Dördüncü Sebep: Hulusi Bey; benim yegâne manevî evladım ve medar-ı tesellim ve hakiki vârisim ve bir deha-yı nurani sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfaya başlamasıyla ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatap olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilatım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur.

Demek oluyor ki bu şahsı Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe, bir muîn tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.

Sabri ise fıtraten bende mevcud has bir nişan var. Bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havalide en az ümit ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki o da bir Hulusi-i Sânî’dir, müntehabdır. Cenab-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’an’da arkadaş tayin edilmiştir.

Beşinci Sebep: Ben kendi şahsıma ait takdirat ve medhi kabul etmem. Çünkü manen büyük zarar gördüm. Onun için şahsıma karşı takdirat, fahir ve gurura medar olduğu için şiddetle nefret edip korkuyorum. Fakat Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı ve hizmetkârı olmaklığım cihetinden ve o vazife-i kudsiye noktasında takdirat ve medih bana ait olmayıp nurlu Sözler’e ve belki doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı Kur’aniyeye ait olduğu için onu müftehirane değil, Cenab-ı Hakk’a karşı müteşekkirane kabul ediyorum.

İşte bu iki şahıs, bu hakikati herkesten ziyade anladıkları için onlar bilmeyerek vicdanlarının sevkiyle yazdıkları takdirat ve medihlerini, Risale-i Nur eczaları içinde dercedilmeye sebep olmuştur.

Cenab-ı Hak bunların emsalini ziyade etsin ve onları da muvaffak etsin ve tarîk-ı haktan ayırmasın, âmin!

اَللّٰهُمَّ وَفِّقْنَا وَ اِيَّاهُمَا وَ اَمْثَالَهُمَا مِنْ اِخْوَانِنَا لِخِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَ الْاٖيمَانِ كَمَا تُحِبُّ وَ تَرْضٰى بِحَقِّ مَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنَ عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَاةِ وَ اَتَمُّ التَّسْلٖيمَاتِ مَا اخْتَلَفَ الْمَلَوَانِ وَ مَا دَارَ الْقَمَرَانِ

Said Nursî

***

Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri

Otuz Üçüncü Söz’ün Yirmi Yedinci Mektup’udur ki: Mektubatü’n-Nur’un birinci muhatabı olan Hulusi Bey’in hususi mektuplarından Risaletü’n-Nur hakkındaki takdiratını gösteren fıkralardır.

Yirmi Yedinci Mektup’un ikinci kısmı olan “Zeyl”i dahi elhak bir Hulusi-i Sânî olan Sabri Efendi’nin Risaletü’n-Nur hakkındaki takdiratını gösteren hususi mektuplarındaki fıkralardır. (*[1])

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ اَبَدًا

(Hulusi’nin birinci fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!

Kendilerini fakir ve hakir görmekte zevk alan zevat-ı âliye gibi değil belki olduğu gibi görünmek isteyen ve talebem, kardeşim, biraderzadem unvanlarıyla taltif buyurduğunuz bendeniz; hakikatte manen düşkün bir vaziyette ve cidden duanıza muhtaç bir haldeyim. Serâpa Nur olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hak ve hakikatini, bu asır insanlarının bilhassa fırak-ı dâllenin gözlerine sokacak derecede bazı Kur’an lemaatının zahir olmasına murad-ı İlahî taalluk etmiş ve bu emr-i mühimme felillahi’l-hamd muhterem üstadımız vasıta olmuştur.

İşte hiç-ender hiç olan bu talebenize de yine lütuf ve fazl ve inayet-i İlahî ile bu âlî memuriyetini îfa eden aziz ve muhterem hocasına ve Hazret-i Kur’an hesabına pek cüz’î bir hademelik yaptırılmıştır. Bundan dolayı ne kadar şükretsem azdır, fahre zerre kadar hakkım yoktur. Belki şu hademelikte yapmış olmaklığım muhtemel hatîat ve kusurattan dolayı affımı niyaz ve istirham ediyorum. Fena şahsiyetimi tarif eylemekliğim gerçi manasızdır. Fakat mürasele ve mülakatta bu babda pek çok büyük iltifatlarınızı gördüğümden mütehassıl hicab sevkiyle ufak bir tasdi’de bulundum.

Son iki mektubunuzda sual buyurulan hususa cevap vermekliğim ısrar ile emir buyuruldu. سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا Fakat bu ağır suale, acz ve fakrın en müntehasında bulunan bu kardeşiniz hak ve hakikate muvafık ve mutabık bir cevap verebilmek için inayet ve kerem-i İlahî ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberîye iltica eyledi. Şöyle ki:

Mübarek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübin’in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî anlayışları nisbetinde hissemend ve faidemend olurlar. Şimdiye kadar tenkit olunmaması, her meslek ve mezhep ve meşrep ehline hoş gelmesi ve mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları, kanaatimizin sıhhatine delâlet etmeye kâfidirler.

Vazifenizin bitmediğine dair düşünebildiğim bürhanlar:

Evvela: Bid’atların çoğaldığı bir zamanda ulemanın sükût etmemeleri lâzım geldiğine dair beyan buyurulan hadîsteki emir ve zecir.

Sâniyen: Peygamberimizin ittibaına mükellef olduğunuzdan onlar gibi müddet-i hayatınızca vazifeye devam mecburiyeti olduğu.

Sâlisen: Madem bu hizmet münhasıran reyinizle değil, istihdam olunuyorsunuz; nasıl Mübelliğ-i Kur’an, Fahr-i Cihan, Habib-i Yezdan sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri bir gün اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ ferman-ı celilini tebliğ buyurmakla aynı zamanda vazife-i risaletinin hitamına remzen işaret eylemişti. Muhterem Üstadın da hizmeti kâfi görülürse bildirilir kanaatindeyim.

Râbian: Sözler hakkında bugüne kadar sükût edilmesi ve tenkide cüret edilmemesi, ilâ-nihaye bu halin devam edeceğine delil olamaz. Hal-i hayatınızda muhtemel hücumlara evvelen ve bizzat zat-ı fâzılaneleri cevap vereceksiniz.

Hâmisen: Dünyayı unutmak isteseniz başka hiçbir sebep olmasa dahi yalnız bu mübarek Sözler’le rabıta peyda eden insanların rica edecekleri izahatı vermek isteyecek ve cevapsız bırakmayacaksınız.

Sâdisen: Allah için sizi sevenlere ve sizden istizahta bulunanlara yazdığınız pek kıymetli yazılarla meclis-i ilminizde takrir buyurduğunuz mütenevvi ve Sözler’e bile geçmeyen mesail, kat’iyetle gösteriyorlar ki ihtiyaç da hizmet de bitmemiştir.

Birkaç maruzat: Nurlu Sözler’i cemaate okumak nasib olduğu zamanlarda, bende bazı hissiyat hasıl oluyordu; şurada arza müsaadenizi rica edeceğim.

Evvela: Muhterem Üstadıma maruzatta bulunmak için kalemi elime aldığım zaman ruhumda büyük bir inkişaf hissediyor ve ihtiyarsız kalemim o andaki muvakkat duygularıma tercüman olduğunu görüyorum.

Sâniyen: Şöyle düşünüyordum; eğer yalnız adüvv-ü ekber olan nefsin hilesinden ve cin ve ins ve şeytanların mekrinden emin olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi köşe-i nisyana çekilse veya çekilmek istese ve âlem-i insan ve âlem-i İslâm mühmel kalacak, kimsenin kimseye faydası olmayacak bir zaman olsa; ben din kardeşlerime bu nurlu hakikatleri iblağ edeyim de Allahu Zülcelal nasıl şe’n-i uluhiyetine yaraşırsa öyle muamele eylesin. Nefsimi düşünmekten kat’-ı nazar etmeyi yine o zamanlarda çok faydalı görüyordum. Bundaki hikmet nedir?

Sâlisen: Esma-i hüsnadan Rahman ve Rahîm isimleri en a’zam mertebede olduklarından mı yoksa başka sebep ve hikmetle mi “Bismillahirrahmanirrahîm” kelimesi içine dâhil olmuşlardır? Bu da şu mektubu yazarken kalbime geldi, ben de soruyorum.

Aziz ve muhterem Üstadım, sizin vücudunuza yalnız bizler değil, bütün âlem-i İslâm muhtaçtır. Çünkü mü’minlerin imanına kuvvet veren, gafilleri uyandıran, dalalete düşenlere râh-ı hidayeti gösteren, hükema-yı felasifeyi beht ve hayrette bırakan, Kur’an-ı Mübin’den nebean ve lemean eden o kudsî Sözler’in vücuduna vasıta oldunuz. Hemen Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn aziz Üstadımızı sıhhat ve âfiyette daim ve ümmet-i Muhammed üzere kaim buyursun, âmin bihürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Hulusi

***

Risale-i Nur mektuplarından bu mektubunuzun bendeki tesirlerini hülâsaten arz edeyim:

Sıhhat ve âfiyetinizin devamı, şükrümü; bu gibi mesailin hallini isteyenlerin vücudu, ümidimi; nazarımda ilim sayılacak her şeyi sizden öğrendiğim için bu vesile ile hakikat sahasındaki malûmatımı; hasbe’l-beşeriye fütur hasıl oluyorsa şevkimi; hasta bir talebeniz olduğumdan Kur’an’ın eczahanesinden verdiğiniz bu ilaçlarınızla sıhhatimi; matbaha-i Kur’an’dan intihab buyurduğunuz bu gıdalarla bütün hâsselerimin kuvvetini, hayatın beş derecesini de talim, mevtin itibarî bir keyfiyet olduğunu tefhim, idam-ı ebedînin mutasavver olamayacağına kalbimi takvim buyurduktan sonra, Allah için muhabbetin her halde bu hayat derecelerinde de devam ederek hayat-ı bâkiyede bâki meyvesini vereceğini işaret buyurmakla müddet-i hayatımı nihayetsiz artırmaya sebep olmuştur.

Risale-i Nur ile ihda buyurduğunuz dualar, zaten her gün sevgili Üstadı düşünmeye kâfi gelmektedir. Kur’an’ın nihayetsiz füyuzatından, tükenmez hazinesinden inayet-i Hak’la edindiğiniz ve tebliğe mezun olduğunuz manaları, cevherleri göstermekle, bildirmekle de bu bîçare ve müştak talebe ve kardeşinize sonuna kadar ders vermek istediğinizi izhar ediyorsunuz ki bu suretle de ebeden ve teşekkürle gözümün önünden, hayalimden ayrılmamaklığınız temin edilmiş oluyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Hulusi

***

Muvasalatımın ilk gecesi pederimin misafirlerine tahsis eylediği odaya devam eden zevata; mütevekkilen alallah, akşam ile yatsı arasında Risale-i Nur’u okumaya başladım.

Sevgili Üstadım! Evvelce arz ettiğim vechile ben artık bir şey için yaşadığımı zannediyorum. O da üstadım olan dellâl-ı Kur’an’ın vazife-i memure-i maneviyesini îfada kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’an hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir. Orada bulunduğunuz müddetçe Hazret-i Kur’an’dan hakikat-i iman ve İslâm hesabına vaki olacak istihraç ve tecelliyattan mahrum bırakılmamaklığımı hâssaten istirham ediyorum.

İnşâallah müstecab olan duanızla Allahu Zülcelal, Risale-i Nur hizmetinde ümit ve arzu ettiğim neticeye vâsıl, merhum ve mağfur Abdurrahman gibi âhir nefeste iman ve tevfik ve saadet-i bâkiyede iki cihan serveri Nebiyy-i Ekremimiz Muhammedeni’l-Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimize ve siz muhterem Üstadımın arkasında ve yakınında komşuluk vermek suretiyle âmâl-i hakikiyeye nâil buyurur.

Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir fakat nasıl ki Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur; siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azîm’in nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitap ediyorsunuz. Öyle ise o Hakîm-i Rahîm, size bu eseri yaptırtan, o Nurları ayak altında bıraktırmaz. Elbette ve elbette fânilerden belki de hiç ümit edilmediklerden sahipler, hâfızlar; ikinci, üçüncü hattâ onuncu derecede mübelliğler, nâşirler halk buyurur itikadındayım.

Hulusi

***

Evet, İslâmiyet gibi bir âlî tarîkatım, acz ve fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, Seyyidü’l-mürselîn gibi bir rehberim, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velayete erişmek gibi ulvi bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.

Üstadım bana ve dinleyen her zevi’l-ukûle “Tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba-ı sünnet et, yedi kebairi işleme!” dersini vermiştir. Ben gerek bu derse gerek Risaletü’n-Nur ile verilen derslere, Kur’an’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can u dilden belî dedim, tasdik ettim. Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zata da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.

Hulusi

***

Bu kere irsal buyurulan Mektubatü’n-Nur zeylleri, emsali gibi hoş, güzel ve bedî’dir. Eserlerin Nur ism-i azîminin tecellisi olduğuna, ihtiyaca ve hal-i âleme göre yazdırıldığına bence aslâ şüphe kalmamıştır.

Bunu küçük bir misal ile teyid etmek isterim. Mülhidler çok ileri gidiyorlar. Mesela: … ilâ âhir.

İşte bu ahmakların hezeyanına ve her nevi iğfallerine ve zahiren süslü laflarına kanmayarak, iman ve itikadlarında sabit-kadem olmaları için erbab-ı imana kuvvet ve zümre-i tuğyana kahr ve şiddetle ders-i ibret verecek pek münasebetli sözler, mevzubahis âsârda ayân beyan görülmektedir.

Hayfâ ki bu Nurlar şimdilik (Hâşiye[2]) lihikmetin pek mahdud sahada ve ancak mü’minler içinde neşredilebilir.

اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ ۞ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ

Hulusi

***

Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ını da Hakkı Efendi kardeşimizle merak ve dikkatle okuduk. Cidden çok âlî mefhumu var. Tavsife bu âcizin kudreti olsa belki bu ikinci nokta için pek ziyade rahatsız etmeye cesaret ederdim. Heyhat ki diğer hususatta olduğu gibi bunda da sıfru’l-yed bulunuyorum. Yalnız hulus ve safiyetle ve kısaca derim: Belki diğer bütün Sözler’in daha fevkinde parlayan bir necm-i nur-efşandır.

(Doktordan Mi’rac’ı nasıl bulduğunu sordum. Doktor Kemal der: “Eserin pek büyük kıymetini takdir etmek için İslâm olmaya bile lüzum yok, insan olmak kâfi.” cevabını verdi.)

Hulusi

***

Bizler ki elhamdülillahi teâlâ âhiret kardeşiniz, Kur’an hizmetinde âciz hizmetkârınız, esrar-ı Kur’aniyenin beyanında “Eşşükrülillahi teâlâ” Ashab-ı Kehf gibi musahibiniziz. Liyakat ve kifayetimizin çok fevkinde mahza bir lütuf ve inayet-i Samedanî olarak talebeniz bulunuyoruz. Bundaki niam-ı Sübhaniyeye hamd ve şükürden âciz bulunuyoruz.

Hulusi

***

Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ını, ramazan hediyesini ikmale muvaffak oldum. Tevfik-i Hudâ yoldaşım olursa diğerlerini de inşâallah emir buyurduğunuz müddette yazarım. Bu kadar kıymetli ve nurlu Sözler’in en hüsünlü hat ile ve hattâ altın ile yazılması lâyık ve muktezî iken, hasbe’l-kader bu bîçare kardeşinizin perişan ve belki ancak okunabilir, hatalı hattı ile yazılması da hamd ve şükrümü artırmaya vesile oluyor. Ve her vasıta ile aldığım meserret-bahş selâm ve iltifatat-ı fâzılanelerinin ve her biri Risale-i Nur’a bir zeyl ve tefsir ve hâşiye makamındaki cihan-değer emirname-i ârifanelerinden maddeten dûr bulunacağımdan dolayı çok müteessir olacağım.

Fakat manevî ciheti böyle düşünmüyorum ve nerede bulunursam bulunayım, inayet-i Bâri ile aldığım dersi dinletecek bir muhatap bulmaya çalışacak ve neşr-i hakikat yolunda acz ve fakrıma bakmayarak, duanızla elimden gelen her çareye başvuracağım için müteselli oluyorum.

Yalnız dünyevî vazifeler ile uğraşmak ise fıtraten hoşlandığım ve hakaikine meclub olduğum nurlu Sözler’le iştigalime kısmen mani oluyor. İşte buna müteessifim fakat elimden bir şey gelmiyor. Her geçen gün, dünyanın fena ve fâni yüzünü daha ziyade üryanlığıyla göstermekte ve bu hayatta bâki ve sermedî hayat için bir şey kazanılmadan geçen vakitlere teessür hasıl ettirmektedir. Sureten ayrıldığımıza o kadar müteessir değilim. Bilhassa sevgili Üstadın son dersi, bu fâni dünyanın en zevkli halinden pek çok yukarı derecede bir bâki hayat olduğunu kat’iyetle müjde etmektedir.

Hulusi

***

Gönül isterdi ki o muazzam Sözler’e sönük yazılarımla biraz uzun cevap yazayım. Fakat buna muvaffak olamıyorum. Kabiliyetimin azlığı, istidadımın kısalığı, iktidarımın noksanlığıyla beraber uhdeme verilmiş olan birkaç maddî vazifelerin taht-ı tesirinde dimağım meşgul ve âdeta meşbu’ olduğundan, o mübarek cevherlerinize mukabil âdi boncuk bile ibraz edemeyeceğim.

Biliyorsunuz ki çok ifadelerimde sizi taklit ettiğim birinci sebebi, merbutiyet-i hâlisanemin; ikinci sebebi, kudret-i kalemiyemin kifayetsizliğidir. Fakat mübarek Yirmi Dördüncü Söz’de misali geçen fakir gibi ben de derim: Ey sevgili Üstadım, eğer gücüm yetse elimden gelse bütün o nurlu Sözler ayarında kelimelerden mürekkeb cümlelerle size maruzatta bulunmak isterim. Fakat biliyorsunuz ki yok. Niyetime göre muamele buyurunuz.

Hulusi

***

Eser, emsali gibi nurlu ve hikmetlidir. İnşâallah temenni buyurduğunuz vecihle ümmet-i Muhammed’in içtimaî ve pek mühim bir yarasına kat’î deva olur. Doğrudan doğruya nur-u Kur’an olan mübarek Sözler’in kasd ve işaret edilmek istenildiğini arz ettim ve makam-ı tasdikte şimdiye kadar kendisine birkaç Söz’ü de okudum ve imkân buldukça da okuyacağım. Lâyüad ve lâyuhsa niam-ı Sübhaniyesine mazhar olduğum Allahu Zülcelal tebâreke ve teâlâ ve takaddes hazretlerine hamd ve şükürden âciz, isyan ile âlûde iken zat-ı üstadaneleri bizi izn-i Rabbanî ile o mübarek, münevver Sözler ile irşad edip zulmetten nura çıkardınız.

Taharri-i hakikat ile ömür geçirir iken mukadderat bu âsi bîçareyi de beş sene evvel Şah-ı Nakşibend Hazretlerinden Muhammedü’l-Küfrevî Hazretlerine doğru açılan tarîk-ı Nakşibendîye idhal eylemişti. Sonra muvakkat bir küsuf neticesi olarak yol kaybolmuş, zulmet ve dikenler içinde kalınmış iken nurlu Sözler’inizle zulmetten nura, girdaptan selâmete, felaketten saadete çıktım. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Ferman buyuruyorsunuz ki: “İmanı kurtarmak zamanıdır.” عَلَى الرَّاْسِ وَالْعَيْنِ

Hulusi

***

Bu defa bu bîçare talebesine ihsan ettiği hediyeyi, gıyabî muhiblerinden Fethi Bey ismindeki komşumuzla okuyorum. Baştan başa mu’cize-i kübra-yı Ahmediyeyi ilan eden On Dokuzuncu Mektup’un tahsisen bendelerine irsali, yeniden hayata avdet etmiş kadar müessir olmuş ve mütalaası rikkat damarlarımı tahrik ederek hayli ciddi gözyaşı akıtmaya vesile olmuştur.

Hulusi

***

Ruhu, feza-yı kâinatta beyne’l-ecram seyr-i seri ile seyahat ettirecek tarzda tulû eden manzume-i hakikat, bilhassa bizler için büyük mazhariyettir. Tarîk-ı Nakşî hakkındaki fıkraya mukabil “tarîk-ı acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür”ün hesabına tulû eden fıkra da pek çok kıymetli bir cevherdir. Bu Sözler altın ile yazılsa lâyık iken nâkıs hattımla istinsah ettim. O halde kıymeti, âciz bir talebenizin yadigârı olmasındadır.

Hulusi

***

Sâniyen: Şu zaman-ı isyan ve tuğyan ve küfranda mahz-ı inayet ve lütf-u Hak olan, ümmet-i İslâmiyeyi hakaik-i imaniyeye sevk ve irşada memur edilen zat-ı hakîmanelerini bütün ümmet-i Muhammediyeyi olduğu gibi bu âcizi de nurlu Sözler ile tarîk-ı Nur’a irşad buyurduğunuzdan dolayı hürmet ve minnetle daim yâd eder, dünyevî ve uhrevî muradlarınızı hasıl eylemesini Rahîm-i Kerîm olan Allahu Zülcelal Hazretlerinden abîdane niyaz ve istirham eylerim, efendim.

Hulusi

***

(Kardeşimin bir fıkrasıdır.)

Ellerinizi öper, duanızı isterim. Dünyadan dargın, nefsinde âciz olan Abdülmecid’e güzel bir üstad, ulvi bir mürşid olacak yeni eserleriniz geldi. Lafzî bir üstadı kaybettimse de manevî müteaddid mürşidleri buldum diye kendimi tebşir ettim. Hakikaten irşad edecek nurlu eserlerdir. Allah çok razı olsun.

Abdülmecid

***

Evet, müteselli olduğum iki cihet var. Biri: Elimizdeki mübarek Sözler vasıtasıyla daima sohbet-i manevîde bulunduğumuz, diğeri: Muhabbetimizin inayet-i Bâri ile “hubb-u fillah” mertebesinde olduğuna imanımızdır.

Binaenaleyh size benim bugün ve yarın en büyük hediyem: Verdiğiniz dersi, namınıza olarak vekaleten alâ kadri’l-imkân mü’minlere tebliğ eylemek ve Allah’ın verdiği hakiki muhabbeti ebeden taşımak ve buna mukabil Erhamü’r-Râhimîn ve Ekremü’l-Ekremîn, Ahsenü’l-Hâlıkîn, Rabb-i Rahîm ve Kerîm Hazretlerinden, hakiki muhabbetin Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ında izah buyurulan neticesine mazhar buyurulmaktır. İman-ı tahkikî yolunda buluştuğumuz Hakkı Efendi ile niyetimiz hakka, sıdka, ihlasa iştirakimiz muhakkaktır.

Hulusi

***

Bu mektubunuzdaki sual ile ve en son yazılmış olan Otuz İkinci Söz ile münasebet ve müşabehet nevinden bu defaki arîza-i cevabiyem üç vakfeli oldu.

Demek oluyor ki Risale-i Nur manevî bir güneş, her bir Söz muhtelif kadirlerden nurani yıldızlar ve Otuz İkinci Söz üç mevkıfı ile bu yıldızların hepsinin üstünde parlayan ve enzar-ı dikkati hâh nâ-hâh üzerlerine celbeden hâlis nurdan vücuda gelmiş birinci kadirden pek nurlu, erbab-ı imana gülümseyen, ahzab-ı dalalete haşmetle bakan, gözlerini kör eden, erbab-ı gafleti uyandıran pek haşmetli, çok nurlu birinci kadirden bir kevkeb-i nevvardır. Ne yapayım talebenizin dili bu kadar dönüyor. Yoksa bu sönük ifade o mübarek Sözler için sarf edilmek lâyık olmadığını biliyorum.

Bizden Üçüncü Maksat’ın tesirini sual buyuruyorsunuz. Biz Hakkı Efendi ile ittifaken deriz ki: İçindeki hakikatler cerh edilmez, içinde lüzumsuz bir şey yok, zararlı bir kayıt mutasavver değil. Dikkatle dinleyenler, Allah tevfik verirse imanını kurtarabilirler. Bu hakaikle Avrupa ehl-i dalaletine de meydan okunur, fikrindeyiz. Bu kabîl dalalet ve gaflette olanlar ya mübarezeden mağlup olurlar ya ulviyeti hissedip tegayyüb ederler yahut Ebucehil gibi hakikati kabul etmemekte inat ederler veya dehşetlerinden kulaklarını kapayıp kaçarlar, fikir ve kanaat ve imanındayız. Sözler’i dinleyenlerin bir sükût-u mestî göstermeleri, izhar-ı hayret eylemeleri, kudretleri derecesinde takdiratta bulunmaları her halde düşündüğümüze kuvvet verir bir keyfiyettir. Ümit ve tahminimizi tasdik ediyor.

Hulusi

***

Niyetim büyük, tevfik Hudâ’dan. Yalnız oda cemaatimize Yirmi Beşinci Söz’e kadar okudum ve inşâallah devam edeceğim. Emrinize tebean ve duanıza binaen fütur getirmiyorum. Maddî vazifem oradakinden daha ağırdır. Fakat her umûrumda Allah’a istinad ettiğim için ümitsizliğe düşmüyorum. Oradan ayrıldıktan sonraki füyuzattan istifade etmeyi can ü yürekten arzu ediyorum. Nâtamam kalan Otuz İki ve Otuz Üçüncü Sözler’in de itmamına muvaffak olmanızı eltaf-ı İlahiyeden niyaz eylerim.

Hulusi

***

Ben burada inşâallah emanetçi olduğum Sözler’i inayet-i Hak’la ve duanız berekâtıyla lâyıklı kulaklara duyurabileceğimi ümit ediyorum. Üstadım müsterih olunuz, bu Nurlar ayak altında kalamazlar. Onları dellâl-ı Kur’an’dan enzar-ı cihana vaz’eden Hâlık (celle celaluhu) bizim gibi kimsenin ümit ve tahayyül etmeyeceği âciz insanlarla bile neşir ve muhafaza ettirir. Bu işi ben sa’yim ile kudretim ile kazandım diyen hüddam o gün görecekler ki o mukaddes hizmet, zahiren ehliyetsiz görünen, hakikaten çok değerli diğerlerine devredilmiş olur kanaatindeyim. Bu sebeple oradaki kardeşlerimizden Risale-i Nur ile çok alâkadar olmalarını rica etmekteyim.

Hulusi

***

Risaletü’n-Nur, Mektubatü’n-Nur’un mütalaası, tahrir edilmesi, başkalara neşir ve tebliğe alâ kadri’l-istitaa çalışılması gibi emr-i hayr-ı azîme havl ve kuvvet-i Samedanî ve inayet ve lütf-u Rabbanî ile muvaffak olduğum zamanlar ki bu evkatta evvelen ve bizzat bu fakir istifade, istifaza, istiane etmiş oluyor. Bu itibarla mezkûr saatleri çok mübarek tanıyor, firakına acıyor, o yaşayışın devamını, tekrarını, kesilmemesini ez-can u dil arzu ediyorum.

Fakat ne çare ki iğtinam edebildiğim kısacık vakitlerde zihnimi safileştirip Nurların karşısına, dolayısıyla Kur’an’ın mu’cizeleri mecmuasına ve aziz, muhterem üstadımın medresesine ve ol Seyyidü’l-kevneyn Peygamberimiz Efendimiz (asm) Hazretlerinin ravza-i saadetlerine ve nihayet Rabbü’l-âlemîn Teâlâ ve Takaddes Hazretlerinin huzur-u lâmekânîsine çıkıyorum. Bu sebeple cidden o nurlarla iştigal etmediğim zamanlar, keşke enfas-ı ma’dude-i hayattan olmaya idiler diyorum.

Hulusi

***

Geçen hafta muhtelif iki cemaate Yirmi Dördüncü Mektup’un Birinci ve İkinci zeyllerini okudum. Dinleyenler hayran ve bu fakir de o parlak i’caz-ı Kur’an’dan âdeta gaşyoldum. Bu eserinizi Risale-i Nur ve Mektubatü’n-Nur’un en münevverleri safında mütalaa ediyorum. Bugün cuma idi. Komşumuz Fethi Bey’e on bir ve on üç numaralı Sözler’i okudum. Dünyevî işlerden tahlis-i nefis ile iğtinam edebildiğim vakitlerde, o mübarek nurlu pencerelere koşuyorum. Ruhî ve manevî gıdamı almaya ve bulabildiğim böyle bir muhatabı da hissedar etmeye çalışıyorum.

Hulusi

***

Yirmi Altıncı Mektup’u büyük sevinçle aldım. Defaatle, dikkatle, merakla, muhabbetle, lezzetle okudum. Ve neticede “Duanız olmazsa ne değeriniz var?” ferman buyuran Zat-ı Zülcelal’e ubudiyetle intisabım hasebiyle ve abdiyetin tazammun ettiği lisanla, kemal-i acz ve fakr ve şevkle; tamamen hasbî, bütün manasıyla Allah namına, bütün vuzuhuyla ehl-i iman ve Kur’an nef’ ve hesabına olan maddî, manevî, zahirî, bâtınî, dünyevî, uhrevî hidematınızın mükâfatını lütf u kerem-i bînihayesine münasip bir tarzda ihsan ve ikram buyurmasını ve zat-ı üstadanelerini her iki cihanda aziz etmesini ol Hâlık-ı Rahîm ve Kerîm Hazretlerinden abîdane tazarru ve niyaz eyledim. Ümidim اُدْعُونٖٓى اَسْتَجِبْ لَكُمْ fermanının tecelli edeceğindedir.

Muhterem Üstad! Zaten sizin biz bîçarelerden beklediğiniz yalnız dua değil mi? Mübarek Sözler hakkında şimdiye kadar mektuplarımda mevcud olan ihtisasatımı nâtık, sönük ifadatımı Risaletü’n-Nur’a takriz yapmak hususundaki niyet-i üstadanelerine bir şey demeye hakkım yok. Fakat benim o perişan ifadelerim, güneşin yanına mum yakmak kabîlinden olacak ve muhtemelen hakikatteki sönüklüğüne rağmen o Nurların komşuluğundan, âyinedarlığından hissemend olarak nisbî bir parlaklık arz edebilecektir.

Risaletü’n-Nur’un müstemileri arasında, Sultan Abdülhamid’in devrinde Kerbelâ’da senelerce müderrislik hizmetinde bulunmuş olan Hacı Abdurrahman Efendi namında seksen sekiz yaşında bir hoca vardır. Her defaki mütalaadan büyük memnuniyet göstermekte “Çok istifade ettim, Allah razı olsun.” demekte ve çok dua etmektedir.

Yirmi Altıncı Mektup’un Üçüncü Mebhası’nı gayr-ı ihtiyarî, muhtelif rütbede mühim zatlara okudum. Hepsi “Çok doğru, çok güzel.” dediler. Evet, bu fakir çok tecrübe ettim ve yakîn hasıl ettim ki: وَ قُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَ زَهَقَ الْبَاطِلُ … اِلٰى اٰخِرِ الْاٰيَة âyetinin lâyemut mu’cizesi vardır. Bu defaki mektupları birkaç defa muhtelif küçük cemaatlere okumak nasib oldu. Bunların birinde mühim bir âlim de vardı. Cümlesi hayret ve takdirlerini izhar ettiler.

Benim fikrime gelince: Bütün Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur, ihtiyac-ı zamana göre her sınıf erbab-ı din ve hattâ müfrit muannid olmamak şartıyla, dinsizleri bile ilzam ve ikna edecek derecededirler. Fakat (dünya bu) sevk-i menfaat, hırs-ı câh, küfür ve inat, gaflet ve kesel, şirk ve dalal gibi ilaçsız hastalıklara tutulanlar için bu Nurlara karşı göz yummak, görse bile kabul etmemek, gördüğünü inkâr etmek, hak ve hakikati reddetmek gibi divanelikler istib’ad edilemez. Malûm-u fâzılaneleri, Allah’ın şu muvakkat misafirhanesinde insan suretinde hayvanları eksik değildir. Bu Nurlar intişar etse idi elbette böylelerinin bugün istidlalen dermeyan edilen divanelik hezeyanları da açık olarak görülürdü.

Hulusi

***

(Şu fıkra kardeşim Abdülmecid’indir.)

Bu eserler bütün sınıflara ve cemaatlere daima mazhar-ı takdir oluyor. Kim görse istihsan eder. Tenkide maruz olacak eserler değil. Fakat derecat-ı takdir, derecat-ı fehim gibi mütefavit ve müteaddiddir. Herkes derece-i fehmine göre takdir edebilir.

Abdülmecid

***

(Hulusi Bey’in selefi, yirmi altı yaşında vefat eden biraderzadem merhum Abdurrahman’ın, vefatından bir iki ay evvel yazdığı mektuptur.)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ

Ellerinizden öper, duanızı dilemekteyim. Sıhhat haberinizi, irşad edici olan Onuncu Söz risalenizle beraber Tahsin Efendi vasıtasıyla aldım. Çok teşekkür ederim. Evvelce gerçi emrinize muhalefet ederek muhterem ve değerli amcamdan ayrıldığıma pişman olmuş isem de ve itabınıza müstahak olmuş isem de bu da mukadder imiş. Ve Cenab-ı Hakk’ın emir ve iradesiyle ve belki de bizim için hayırlı olduğu için oldu. Binaenaleyh ben cehalet sâikasıyla bir kusur yaptım ve belasını da çektim. Bundan sonra çekmemek için affınızı rica ve duanızı dilerim.

Aziz mamo (*[3])! Şunu da şurada arz edeyim ki: Himaye ve himmetiniz sayesinde, din ve âhiretime dokunacak ef’al ve harekâttan kendimi muhafaza ettim ve etmekte berdevamım. Gerçi dünyanın değersiz çok musibetlerini gördüm ve çektim ve birçok da lezaiz ve safasını gördüm, geçirdim. Hiçbir vakit ve hiçbir zaman unutmadım ki bunların hepsi heba olduğu ve dünyanın Allah için olmayan lezaiz ve safası neticesi zillet ve şedit azap olduğu ve dünyada Allah için ve Allah’ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan mezahim neticesi, sonu lezzet ve mükâfat verildiğini bildiğim ve iman ettiğimden, fena şeylerin irtikâbından kendimi muhafaza edebildim. Bu his ve bu fikir ise terbiye ve himmetinizle zihnimde ve hayalimde yer yapmıştır. Hakikat böyle olduğunu bildiğim için bütün meşakkatlere şükür ile beraber sabretmekteyim.

Şimdi amcacığım ve büyük üstadım! Habîs olan nefsimle mücadele edebilmek ve onun hevaî ve bilâhare elem verici olan arzularını yapmamak ve dinlememek için teehhül etmek mecburiyetinde kaldım ve şimdi artık her cihetle Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremiyle rahatım. Kimsenin dediğini şer ise duymamazlığa gelir ve kimse ile fena hasletleri kapmamak için ihtilat etmemekteyim. Dairede müddet-i mesaiden hariç zamanlarımı kendi evimde Cenab-ı Hakk’ın şükrü ile geçiriyorum.

Bundan başka ey amca, sizden sonra şimdiye kadar en çok beni ikaz ve fena şeylerden men’eden, üstad-ı a’zam ve mürşidim olan bu âyet-i kerîmeden duyduğum ve hissettiğimdir:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلٰٓى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَٓا اَيْدٖيهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

Ve öyle biliyorum ki o gün de pek yakındır. (Hâşiye[4])

اَللّٰهُمَّ لَا تُخْرِجْنَا مِنَ الدُّنْيَا اِلَّا مَعَ الشَّهَادَةِ وَ الْاٖيمَانِ

duam bu ve itikadım böyledir ve böyle de iman ederim: (Hâşiye[5])

اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِهٖ وَ كُتُبِهٖ وَ رُسُلِهٖ وَ الْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهٖ وَ شَرِّهٖ مِنَ اللّٰهِ تَعَالٰى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ

(Hâşiye[6])

Biraderzadeniz Abdurrahman

***

Demek Onuncu Söz, onun hakkında bir mürşid-i hakiki hükmüne geçmiştir ki birden onu derece-i velayete çıkararak şu üç kerameti söylettirmiştir. Benden sekiz sene evvel ayrılmış. Onuncu Söz eline geçmiş, mektubun başında söylediği gibi çok azîm istifade edip sekiz sene zarfında aldığı kirleri onunla silmiştir. Hattâ tayyedilmiş, mektubunun diğer bir parçasında Onuncu Söz’ün şevkinden demiş: “Yazdığın Sözler’in hepsini bana gönder, kendi hattımla her birisinden otuzar nüsha yazar ve yazdırırım. Tâ intişar edip kaybolmasın.” İşte böyle bir kahraman vârisi kaybettim. Ruhuna el-Fatiha.

Said Nursî

***

[1] * Üstadımız Yirmi Yedinci Mektup’u ilk defa bu şekilde tensib buyurmuşlar, sonradan ikinci, üçüncü, dördüncü zeyller eklemek suretiyle genişletmişlerdir. En son şeklinde ise Kastamonu ve Emirdağ Lâhikaları da Üstadımız tarafından Yirmi Yedinci Mektup’a idhal edilerek, Yirmi Yedinci Mektup ikmal edilmiştir. Bu itibarla Hulusi Bey ve Sabri Efendi’nin mektupları, Yirmi Yedinci Mektup’un başlangıcını teşkil etmiştir.

[2] Hâşiye: Bundan otuz beş sene evvel.

[3] * Kürtçe “amcacığım” demektir.

[4] Hâşiye: Cây-ı dikkattir, vefatını haber veriyor.

[5] Hâşiye: Hem iman ile gideceğini haber veriyor.

[6] Hâşiye: Âhir nefesteki kelimat-ı imaniyeyi âhir-i mektubunda zikretmesi, dünyadan kahramancasına imanını kurtarıp öyle gideceğine işaret eder.

Barla Lâhikası – Yedinci Risale

(Yirmi Sekizinci Mektup’tan)

Yedinci Risale olan Yedinci Mesele

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِهٖ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ

Şu mesele yedi işarettir.

Evvela tahdis-i nimet suretinde birkaç sırr-ı inayetin izharına yedi sebebi beyan ederiz:

Birinci Sebep: Eski Harb-i Umumî’den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana korkma! Cenab-ı Hakk’ın emridir, o Rahîm’dir ve Hakîm’dir.” Birden o halette iken baktım ki mühim bir zat, bana âmirane diyor ki: “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et.”

Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek, i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım.

Madem i’caz-ı Kur’an’ı bir derece beyan, Sözler’le oldu. Elbette o i’cazın hesabına geçen ve onun reşehatı ve berekâtı nevinden olan hizmetimizdeki inayatı izhar etmek, i’caza yardımdır ve izhar etmek gerektir.

İkinci Sebep: Madem Kur’an-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir. O, kendi kendini medhediyor. Biz de onun dersine ittibaen, onun tefsirini medhedeceğiz.

Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir ve o risalelerdeki hakaik ise Kur’an’ın malıdır ve hakikatleridir. Ve madem Kur’an-ı Hakîm ekser surelerde, hususan الٓرٰ larda حٰمٓ lerde kendi kendini kemal-i haşmetle gösteriyor, kemalâtını söylüyor, lâyık olduğu medhi kendi kendine ediyor. Elbette Sözler’de in’ikas etmiş Kur’an-ı Hakîm’in lemaat-ı i’caziyesinden ve o hizmetin makbuliyetine alâmet olan inayat-ı Rabbaniyenin izharına mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.

Üçüncü Sebep: Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum, belki bir hakikati beyan etmek için derim ki: Sözler’deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir.

Madem ben öyle biliyorum ve madem ben fâniyim, gideceğim; elbette bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalalet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette sema-yı Kur’an’ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı.

Hem madem örf-i nâsta, bir eserdeki mezaya, o eserin masdarı ve menbaı zannettikleri müellifinin etvarında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i gâliyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur’an’ın malı olarak Kur’an’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum.

Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.

Dördüncü Sebep: Bazen tevazu, küfran-ı nimeti istilzam ediyor belki küfran-ı nimet olur. Bazen de tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip fakat temellük etmeyerek, Mün’im-i Hakiki’nin eser-i in’amı olarak göstermektir.

Mesela, nasıl ki murassa ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: “Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârane desen: “Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir sanatkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: “Evet, ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurane bir fahirdir.

İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir.”

İşte bunun gibi ben de sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler fakat benim değildirler, Kur’an-ı Kerîm’in hakaikinden telemmu etmiş şuâlardır.

وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتٖى § وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتٖى بِمُحَمَّدٍ

düsturuyla derim ki:

وَ مَا مَدَحْتُ الْقُرْاٰنَ بِكَلِمَاتٖى § وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتٖى بِالْقُرْاٰنِ

Yani “Kur’an’ın hakaik-i i’cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur’an’ın güzel hakikatleri, benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvileştirdi.”

Madem böyledir; hakaik-i Kur’an’ın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüp eden inayat-ı İlahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.

Beşinci Sebep: Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten işittim ki o zat, eski velilerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaati gelmiş ki: “Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar zulümatını dağıtacak.” Ben, böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin ihzar ediyoruz.

Madem kendimize ait değil, elbette Sözler namındaki nurlara ait olan inayat-ı İlahiyeyi beyan etmekte medar-ı fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur.

Altıncı Sebep: Sözler’in telifi vasıtasıyla Kur’an’a hizmetimize bir mükâfat-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inayat-ı Rabbaniye, bir muvaffakıyettir. Muvaffakıyet ise izhar edilir. Muvaffakıyetten geçse, olsa olsa bir ikram-ı İlahî olur. İkram-ı İlahî ise izharı bir şükr-ü manevîdir. Ondan dahi geçse olsa olsa hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’aniye olur. Biz mazhar olmuşuz. Bu nevi ihtiyarsız ve habersiz gelen bir kerametin izharı, zararsızdır. Eğer âdi keramatın fevkine çıksa o vakit olsa olsa Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinin şuleleri olur.

Madem i’caz izhar edilir, elbette i’caza yardım edenin dahi izharı i’caz hesabına geçer; hiç medar-ı fahir ve gurur olamaz, belki medar-ı hamd ve şükrandır.

Yedinci Sebep: Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikati, zayıf bir adamın elinde zayıf görür ve kıymetsiz bir meseleyi, kıymettar bir adamın elinde görse kıymettar telakki eder.

İşte ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için bilmecburiye ilan ediyorum ki:

İhtiyarımız ve haberimiz olmadan birisi bizi istihdam ediyor, biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inayata ve teshilata mazhar oluyoruz.

Öyle ise o inayetleri bağırarak ilan etmeye mecburuz.

İşte geçmiş yedi esbaba binaen, küllî birkaç inayet-i Rabbaniyeye işaret edeceğiz.

Birinci İşaret: Yirmi Sekizinci Mektup’un Sekizinci Mesele’sinin Birinci Nüktesi’nde beyan edilmiştir ki “tevafukat”tır.

Ezcümle: Mu’cizat-ı Ahmediye Mektubatında, Üçüncü İşaret’inden tâ On Sekizinci İşaret’ine kadar altmış sahife; habersiz, bilmeyerek bir müstensihin nüshasında iki sahife müstesna olmak üzere mütebâki bütün sahifelerde –kemal-i muvazenetle– iki yüzden ziyade “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm” kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insaf ile iki sahifeye dikkat etse tesadüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli emsal kelimeleri bulunsa yarı yarıya tevafuk olur ancak bir iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesi; iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemal-i mizan ile birbirinin yüzüne baksa elbette tesadüf olması mümkün değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin bozamadığı bir tevafukun, kuvvetli bir işaret-i gaybiye, içinde olduğunu gösterir.

Nasıl ki ehl-i belâgatın kitaplarında, belâgatın derecatı bulunduğu halde; Kur’an-ı Hakîm’deki belâgat, derece-i i’caza çıkmış. Kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de mu’cizat-ı Ahmediyenin bir âyinesi olan On Dokuzuncu Mektup ve mu’cizat-ı Kur’aniyenin bir tercümanı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat, umum kitapların fevkinde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki mu’cizat-ı Kur’aniye ve mu’cizat-ı Ahmediyenin bir nevi kerametidir ki o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor.

İkinci İşaret: Hizmet-i Kur’aniyeye ait inayat-ı Rabbaniyenin ikincisi şudur ki: Cenab-ı Hak; benim gibi kalemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gurbette, kimsesiz, ihtilattan men’edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddi, samimi, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zayıf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’aniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi. Kemal-i kereminden, yükümü hafifleştirdi.

O mübarek cemaat ise –Hulusi’nin tabiriyle– telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve –Sabri’nin tabiriyle– nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle beraber –yine Sabri’nin tabiriyle– bir tevafukat-ı gaybiye nevinden olarak, şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı Kur’aniyeyi ve envar-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envar-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir.

Evet, velayetin kerameti olduğu gibi niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bâhusus lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.

İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım! Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hasıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir bîçareye veremezsiniz. Elbette böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.

Üçüncü İşaret: Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da çocuklara da bildiriyor.

Hem mesela, sırr-ı kader ve cüz-i ihtiyarînin halli için koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme; kırk elli sahifede, meşhur Mukaddimat-ı İsna Aşer namıyla Telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Söz’de, İkinci Mebhas’ın iki sahifesinde tamamıyla hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?

Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkül-küşa ve o muamma-yı hayret-nüma, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün tahavvülat-ı zerratın altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümanın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve âkıbetinin muammasını ve tahavvülat-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşif ve beyan etmişlerdir, meydandadır, bakılabilir.

Hem sırr-ı ehadiyet ile şeriksiz vahdet-i rububiyeti hem nihayetsiz kurbiyet-i İlahiye ile nihayetsiz bu’diyetimiz olan hayret-engiz hakikatleri kemal-i vuzuh ile On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi; kudret-i İlahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi olduğunu ve haşr-i a’zamda umum zîruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâinatta müdahalesi imtina derecesinde akıldan uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektup’taki وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.

Hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniyede öyle bir genişlik var ki en büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve süratle yazan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru; doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı manevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.

Dördüncü İşaret: Elli altmış risaleler (*[1]) öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tetkike vakit bulamayan bir insanın; belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tetkikin sa’y ü gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilat vasıtasıyla, en âmî ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu büyük âlimler “Tefhim edilmez.” deyip değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.

İşte en uzak hakikatleri, en yakın bir tarzda, en âmî bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilat ve suhulet-i beyan; elbette bilâ-şüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerîm’in i’caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilat-ı Kur’aniyenin bir temessülüdür ve in’ikasıdır.

Beşinci İşaret: Risaleler umumiyetle pek çok intişar ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmî adama kadar ve ehl-i kalp büyük bir veliden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde tenkit edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inayet-i Rabbaniye ve bir keramet-i Kur’aniye olduğu gibi çok tetkikat ve taharriyatın neticesiyle ancak husul bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir süratle hem idrakimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir.

Evet, ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler biliyorlar ki On Dokuzuncu Mektup’un beş parçası, birkaç gün zarfında her gün iki üç saatte ve mecmuu on iki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması; hattâ en mühim bir parça ve o parçada lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde zahir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç dört saatte, dağda, yağmur altında ezber yazılmış. Ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış. Ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman’ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi ekser risaleler böyle olması ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman, en zahir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse daha ziyade beni dersten, teliften men’etmekle beraber; en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda en süratli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur’aniye olmazsa nedir?

Hem hangi kitap olursa olsun, böyle hakaik-i İlahiyeden ve imaniyeden bahsetmiş ise alâküllihal bir kısım mesaili, bir kısım insanlara zarar verir ve zarar verdikleri için her mesele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise şimdiye kadar hiç kimsede –çoklardan sorduğum halde– sû-i tesir ve aksü’l-amel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i Rabbaniye olduğu bizce muhakkaktır.

Altıncı İşaret: Şimdi bence kat’iyet peyda etmiştir ki ekser hayatım ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garib bir surette ona cereyan verilmiş; tâ Kur’an-ı Hakîm’e hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddimat-ı ihzariye hükmüne geçmiş. Ve Sözler ile i’caz-ı Kur’an’ın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur.

Hattâ şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilafında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim; doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’aniyeyi hâlis, safi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır.

Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında, bir dest-i inayet tarafından merhametkârane, Kur’an’ın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim.

Hattâ eskiden mütalaaya çok müştak olduğum halde; bütün bütün sair kitapların mütalaasından bir men’, bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalaayı bana terk ettiren, anladım ki doğrudan doğruya âyât-ı Kur’aniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir.

Hem yazılan eserler, risaleler –ekseriyet-i mutlakası– hariçten hiçbir sebep gelmeyerek ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.

İşte ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr haletler ve sergüzeşt-i hayatım ve ulûmların envalarındaki hilaf-ı âdet ihtiyarsız tetebbuatım; böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için kuvvetli bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.

Yedinci İşaret: Bu hizmetimiz zamanında, beş altı sene zarfında, bilâ-mübalağa yüz eser-i ikram-ı İlahî ve inayet-i Rabbaniye ve keramet-i Kur’aniyeyi gözümüzle gördük. Bir kısmını, On Altıncı Mektup’ta işaret ettik; bir kısmını, Yirmi Altıncı Mektup’un Dördüncü Mebhası’nın mesail-i müteferrikasında; bir kısmını, Yirmi Sekizinci Mektup’un Üçüncü Mesele’sinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Daimî arkadaşım Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan Sözler’in ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid ve tebyizinde, fevka’l-me’mul kerametkârane bir teshilata mazhar oluyoruz. Keramet-i Kur’aniye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir.

Hem maişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden sahib-i inayet tatmin etmek için fevka’l-me’mul bir surette ihsan ediyor ve hâkeza…

İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir ki biz istihdam olunuyoruz. Hem rıza dairesinde hem inayet altında bize hizmet-i Kur’aniye yaptırılıyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ تَسْلٖيمًا كَثٖيرًا اٰمٖينَ

***

Mahrem Bir Suale Cevaptır

(Şu sırr-ı inayet eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Söz’ün âhirine ilhak edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burası imiş ki gizli kalmış.)

Benden sual ediyorsun: “Neden senin Kur’an’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitap kadar tesir bulunuyor?”

Elcevap: –Güzel bir cevaptır– Şeref, i’caz-ı Kur’an’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâ-perva derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir, teslim değil imandır, marifet değil şehadettir şuhuddur, taklit değil tahkiktir, iltizam değil iz’andır, tasavvuf değil hakikattir, dava değil dava içinde bürhandır.

Şu sırrın hikmeti budur ki: Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zat-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerîm’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilatından bir şulesini; acz ve zaafıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’an’a ait yazılarıma ihsan etti.

Felillahi’l-hamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi.

Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı.

Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi.

Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehm ü hayal, hattâ nefis ve heva teslime mecbur olduğu gibi şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu.

Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur’an’ındır.

***

[1] * Şimdi yüz otuzdur.

Barla Lâhikası – Takdim

TAKDİM

Bu lâhika mektupları –ki Yirmi Yedinci Mektup’tur– Risale-i Nur’un ilk telifi ile başlayıp devam edegelmiştir. Risaleler Barla’da telif edilmeye başlanıp Isparta ve civarındaki kıymettar talebeleri bu risaleleri okumak ve yazmak suretiyle istifade ve istifaza ettiklerinde hissiyatlarını, iştiyak ve ihtiramlarını bir şükran borcu olarak muhterem müellifi Hazret-i Üstada mektuplarla takdim etmişler. Bazı müşkülatlarının ve suallerinin halledilmesini rica etmişler. Böylece hem Hazret-i Üstadın hem talebelerin mektupları ile Barla, Kastamonu ve Emirdağ lâhika mektupları vücuda gelmiştir.

Barla Lâhikaları: Risale-i Nur’un Barla’da telif edildiği ve kalemle istinsah edilerek neşre başlandığından Eskişehir hapsi zamanına kadar olan devrede Nur’un ilk müştak talebelerinin, Nurların hemen telifi zamanında, ilk okuyup yazdıklarında duydukları samimi hissiyat, kalbî ve ruhî istifade ve istifazalarını dile getiren fıkralarını ve Hazret-i Üstadın da bazı mektuplarını ihtiva etmektedir.

Kastamonu Lâhikaları ise: Eskişehir hapsinden tahliyeden sonra Nur Müellifi Kastamonu’ya nefyedilmiş, Denizli hapsi zamanına kadar orada ikamete mecbur edilmiş; bu müddet zarfında Nur Müellifi Isparta’daki talebeleri ile daimî muhabere ederek Nurların hatt-ı Kur’an’la yazılıp çoğalması, neşri ve inkişafı ve eski yazı bilmeyen gençlerin istifadesi için de Risale-i Nur Külliyatı’ndan bazı bahislerin daktilo ile çoğaltılması hususunda şedit alâka göstermiş ve Risale-i Nur’un mahiyeti, kıymeti, deruhte ettiği kudsî vazife-i imaniyesi ve mazhariyeti hem talebelerinin tarz-ı hizmetleri, mütecaviz dinsizler karşısında sebat ve metanetleri ve ehl-i İslâm’ın birbiri ile muamelatında takip edecekleri ihlaslı hareketleri gibi dâhilî ve haricî birçok meselelere temas etmiştir.

Bu itibarla Kastamonu lâhika mektupları bilhassa yazıldığı zaman itibarıyla da büyük ehemmiyet kesbeden bir devrin mahsulü olması ve birçok içtimaî meseleleri ve küllî, imanî bir nazar-ı hakikatle mütalaa, mülahaza ve küllîleşmesi gibi cihetlerde büyük kıymeti haizdir.

Emirdağ Lâhika Mektupları Birinci Kısmı: 15 Haziran 1944’te Denizli hapsinden beraet ile tahliyeden sonra Heyet-i Vekile kararıyla Emirdağı’nda ikamete memur edilen Risale-i Nur müellifi Said Nursî Hazretleri 1947 sonlarına kadar, yani üçüncü büyük hapis olan Afyon hapsine kadar Emirdağı’nda ikamet ettiği müddetçe Isparta, Kastamonu, İstanbul, Ankara ve üniversite talebeleri ve Anadolu’da Nurların neşre başlandığı yerlerdeki talebelerine, hizmete müteallik bazı mektup ve suallerine cevaben yazdığı mektuplardır.

İkinci Kısım ise: 1948-1949 Afyon Cezaevinde yirmi ay mevkufen kalıp tahliyeden sonra tekrar Emirdağı’na avdet edip orada bir müddet kaldıktan sonra 1951 yılında Eskişehir’de iki ay ikameti müteakip, oradan da “Gençlik Rehberi” mahkemesi münasebetiyle iki defa İstanbul’a gelip üçer ay İstanbul’da kaldığı 1952-1953 tarihlerinde ve daha sonra yine Emirdağı’nda iken talebelerine yazdığı mektuplar ve mahkemelere ve davalara temas eden meselelere dair müteaddid bahislerdir. 1953’ten sonra ikamet eylediği Isparta’da da ara sıra yazdığı mektuplar da vardır.

Eskişehir, Denizli ve Afyon Cezaevlerinde iken hapisteki talebelerine yazdığı pek kıymettar hapishane mektupları ise yine müellif-i muhterem Hazret-i Üstadın neşrini tensibiyle Şuâlar mecmuasında aynen neşredilmiştir.

Bu lâhikalarda geçen talebelerin mektupları, Nurlardan aldıkları feyz-i iman, ihlas ve sadakatlerini, şehamet-i imaniyelerini ifade ile üstadlarına arz etmek ve teşekküratlarını bildirmekle bu zamanda zuhur eden bu ders-i Kur’aniyenin muhatapları olduklarını izhar ediyor. Ve Risale-i Nur’un hakkaniyetine ve Hazret-i Üstadın davasına birer şahit hükmünde bulunuyor.

Risale-i Nur’un telifi ve neşriyle beraber bu lâhika mektuplarının zuhuru, devamı ve neşri; bizzat muhterem müellifi tarafından yapılması ve tensib edilmesi ve müteaddid mektuplarda da bu lâhikaların kıymetini ifade buyurmaları ve nazara vermeleri, herhalde bu lâhikaların ehemmiyetini tebarüze kâfidir.

Evet Risale-i Nur’un telifi, zuhuru ve neşri ile beraber hizmet-i Nuriyenin ve ders-i Kur’aniyenin taliminde ve îfasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vaki olacak binler ahval ve hücuma maruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlasla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’aniyenin inkişafında suhulete medar olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zarurîdir, kat’îdir, bedihîdir.

İşte Hazret-i Üstadın bu gibi şüphe götürmez hakikatlere ve meselelere isabetle parmak basıp dikkati çekmesi, talebelerini ikazda bulunması elbette bu hizmet-i kudsiyenin ehemmiyeti iktizasındandır.

Hem bu lâhikaların bir kısmı, ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan, daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevidir. Nitekim yüzer vakıalar, hâdiseler ve meselelerde bu ihtiyaç kendini göstermiştir.

Nurların birinci talebesi Hulusi Bey, Hazret-i Üstada arz ettiği bir mektubunda “Dünyayı unutmak isteseniz başka hiçbir sebep olmasa dahi yalnız bu mübarek Sözler’le rabıta peyda eden insanların rica edecekleri izahatı vermek isteyecek ve cevapsız bırakmayacaksınız… Allah için sizi sevenlere ve sizden istizahta bulunanlara yazdığınız pek kıymetli yazılarla meclis-i ilminizde takrir buyurduğunuz mütenevvi ve Sözler’e bile geçmeyen mesail, kat’iyetle gösteriyorlar ki ihtiyaç da hizmet de bitmemiştir.” demekte ve Nurların hizmetinde ikaz, ihtar ve irşadlara ihtiyaç bulunacağını ifade etmektedir ki ondan sonra zuhur eden ihtiyaca muvafık lâhikalar, o mübarek zatın isabetli sözünü teyid etmiştir.

Bu lâhikalarda görüleceği gibi Nur Müellifi Aziz Üstadımız Risale-i Nur’un neşri, okunup yazılması gibi bizzat Nurlarla iştigale ehemmiyet vermekte, talebelerini daima teşvik etmektedir. Bunun lüzum ve hikmeti ise şüphesiz izahtan vârestedir. Zira asrımızda kâinat fenleri ve maddî ilimler revaçta olup yeni yetişen nesiller bu ilim ve fenleri okudukları hem tabiiyyun ve maddiyyunun din ve maneviyat aleyhindeki neşriyatı hem küfr-ü mutlak cereyanı ki hiçbir din ve maneviyatı tanımayan ve Allah’a iman hakikatine karşı muaraza ederek dinsizliği neşreden, İslâmî fikri zedeleyen ve bütün beşeriyeti tehdit eden, yeni nesillere ve gençliğe imansızlık fikr-i küfrîsini aşılamak isteyen kitap, broşür, gazete gibi neşir vasıtalarının İslâm ve iman düşmanlarınca ön plana alındığı böyle acib ve dehşetli bir zamanda elbette Risale-i Nur’a, okunmasına, neşredilmesine şiddetle ihtiyaç ve zaruret var.

Çünkü Risale-i Nur, Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cize-i maneviyesi ve bu zamanın dinsizliğine karşı manevî atom bombası olarak solculuk cereyanlarının maneviyat-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, maneviyat-ı kalbiyeyi tamir edip ferden ferdâ iman-ı tahkikîden gelen muazzam bir kuvvet ve kudrete istinadı okuyucuların kalplerine kazandırıyor. Ve bu vazifeyi de yine mukaddes Kur’an’ımızın ilham ve irşadıyla ve dersiyle îfa ediyor. Tefekkür-ü imanî dersiyle tabiiyyun ve maddiyyunun boğulduğu aynı meselelerde tevhid nurunu gösteriyor, iman hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller göstererek izah ediyor. Liselerde, üniversitelerde okutulan ilim ve fenlerin aynı meselelerinde iman hakikatlerinin ispatını güneş zuhurunda gösteriyor.

Bu gibi çok cihetlerle Risale-i Nur, bu zamanda ehl-i iman ve İslâm için ön planda ele alınması icab eden, ehl-i iman elinde manevî elmas bir kılınçtır. Asrın idrakine, zamanın tefehhümüne, anlayışına hitap eden, ihtiyaca en muvafık tarzı gösteren, ders veren ve doğrudan doğruya feyiz ve ilham tarîkıyla âyetlerin yıldızlarından gelen ders-i Kur’anîdir, küllî marifetullah bürhanlarıdır.

Asrımızın efkârının anlayışına ve idrakine hitap edici mahiyeti ve Kur’an-ı Hakîm’in bu zamanın fehmine bir dersi olması noktasından Nur Risaleleri, bilhassa bu memlekette büyük ehemmiyet kazanmıştır. Asırlarca Kur’an’a bayraktarlık yapan ve dünyayı diyanetiyle ışıklandıran bu necip millet, yine dünyaya örnek, ahlâk ve fazilette üstad olarak insanlığın geçirdiği müthiş buhranlardan halâs için çare-i necatı göstermektedir. Beşeriyeti dehşetli sadmelere uğratan, tehdit eden anarşiliğin ifsad ve tahribin yegâne çaresi ancak ve ancak İlahî, semavî bir dinin ezelî ve ebedî hakikatleridir, hakikat-i İslâmiyet’tir. Risale-i Nur, hakikat-i İslâmiye ve Kur’aniyeyi müsbet ve müdellel bir şekilde insanlığın nazar-ı tahkikine arz ve ifade etmektedir.

Hem Nur Müellifi bir mektubunda “Dâhilde tarafgirane adâvet ve münakaşalara vesile olan füruatı değil belki bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medar-ı saadeti ve umum İslâm’ın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur’an’ın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim.” demek suretiyle hizmet-i İslâmiyenin ve mesail-i diniyenin umumunu tazammun eden vüs’at ve câmiiyeti haiz bulunduğunu, dinî hizmetlerin her nevini teyid ve teşvik ettiğini ve bir cadde-i kübra-yı Kur’aniye olan Risale-i Nur dairesinin umum ehl-i iman ve İslâm’a şâmil bulunduğunu ifade ediyor.

Ve yine aynı mektubunda devamla “Hattâ değil Müslümanlarla belki dindar Hristiyanlarla dahi dost olup adâveti bırakmaya çalışıyorum. Harb-i Umumî ve komünizm altındaki anarşistlik tehlike ve tahribatlarının lisan-ı haliyle dünya fânidir, firaklarla doludur. Ey insanlar adâveti bırakınız, Kur’an dersini dinleyip birleşiniz; yoksa sizi mahvedeceğiz.” diye beyanıyla bu zamanın şartları ve icabları karşısında tarz-ı hizmeti yine Kur’an’ın nuruyla göstererek hakîmane irşadın ve tevfik-i İlahiyeye muvafık hareketle isabetli hizmetin îfası gibi noktalardan Risale-i Nur’un lüzum ve ehemmiyetini tebarüz ettiriyor.

İşte lâhika mektupları bu gibi hususlara da işaret ediyor. Değişen dünya hâdiseleri, geniş ve küllî meseleler ve şartlar altında isabetli hizmet-i Kur’aniyenin esaslarını ders veriyor.

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Hizmetkârları

Tahirî, Zübeyr, Hüsnü Bayram, Mustafa Sungur, Bayram

Hâşiye: Barla Lâhikası evvelce hatt-ı Kur’an’la el yazması defterler halinde tertip ve tanzim edilmiş olup bunlardan bazıları bizzat Hazret-i Üstadımız tarafından tashih edilmiştir.

Elimizde mevcud olan nüshalarda Hazret-i Üstad, tashihle beraber ehemmiyetlerine işareten de mektupların üzerine iki, üç, dört ve daha ziyade işaretler koymuşlardır.

Ayrıca Üstadımızın tensibiyle 1956’da İstanbul’da teksirle neşredilen ve baş tarafına Mektubat’tan “İnayet-i Seb’a”nın konulduğu küçük bir Barla Lâhikası dahi vardır ki mezkûr el yazma nüshalardaki mektuplar ve Emirdağı Lâhikalarından da birkaç mektup dâhil edilmiştir.

Şimdi neşredilen bu Barla Lâhikası; yukarıda zikredilen ve Hazret-i Üstadımızın tashihinden geçen el yazma nüshalar ve teksirle neşredilen kısım, esas alınarak hazırlanmıştır.

Umumiyetle el yazma nüshalardaki tertip ve tanzim birbirine muvafıktır. Hemen hemen aynı mektuplar aynı sırayla birbirini takip etmektedirler.

Ancak son kısımlara doğru, el yazmalarda bulunmayan Hulusi ve Re’fet Ağabeyler gibi kıymettar Nur erkânı talebelerine Hazret-i Üstadımızın yazdıkları hususi bir kısım mektupları dahi ehemmiyetlerine ve ihtiva ettikleri ilmî hakikatlerle, Nur’un ilk talebeleri olan o kıymettar zatların hürmetlerine binaen neşredilmiş bulunuyor. Bu hususa dair Emirdağ Lâhikası-I’de bir mektupta Hazret-i Üstadımız, bu mektupların neşrini temenni etmiş bulunmaktadırlar:

“Re’fet kardeş! Sen de çok safalar geldin ve Risale-i Nur yazısı ile meşguliyetin beni cidden sevindirdi. Hulusi ve Sabri gibi senin de suallerinin Risale-i Nur’da ehemmiyetli neticeleri ve tatlı meyveleri var. Senin yanında bulunan ve risalelerde kaydedilmeyen ilmî parçaları münasip yerlerde veya Lâhika’da yazarsınız.”

***